Azınlıkça olarak yeni web sitemize taşındık.
Yeni internet sitemiz:
www.azinlikca.net
Azınlıkça 48
AZINLIKÇA
BATI TRAKYA AYLIK HABER YORUM DERGİSİ
SAYI:48 HAZİRAN 2009
ΑΖΙΝΛΙΚΤΣΑ
ΜΗΝΙΑΙΟ ΤΟΥΡΚΟΕΛΛΗΝΟΦΟΝΟ ΠΟΛΙΤΙΚΟ ΠΕΡΙΟΔΙΚΟ ΤΗΣ Δ. ΘΡΑΚΗΣ
ΤΕΥΧΟΣ.48 ΙΟΥΝΙΟΣ 2009
Derginin tamamını PDF formatında indirmek için TIKLAYIN
ΓΙΑ ΝΑ ΚΑΤΕΒΑΣΕΤΕ ΤΟ ΑΖΙΝΛΙΚΤΣΑ 48 ΣΕ PDF ΜΟΡΦΗ ΚΑΝΤΕ ΚΛΙΚ ΕΔΩ
Azınlıkça 48
• İÇİNDEKİLER •
→ Tek tip elbise... Editör
→ Türk-Yunan ilişkilerinde son durum Evren Dede
→ Azınlığımızın kaç tane ortaokul ve lisesi var? Aydın Bostancı
→ Müthiş bir kitap: Trakya’daki “Makedon Sorunu” -II İbram Onsunoğlu
→ Milliyetçilik ve öteki Herkül Millas
→ Raporlar -IV- Elçin Macar
→ Rehineler Samim Akgönül
→ Öğrenci olmak var ya... Hakan Mümin
→ “Avrupa Mavrupa Dinlemeyiz, Ne Avrupa’sı Yaaa!” Dimostenis Yağcıoğlu
→ Προκλήσεις μιας μετέωρης μεταναστευτικής πολιτικής: μουσουλμάνοι και μετανάστες Κ. Τσιτσελίκης
→ Ο ΑΥΤΙΣΜΟΣ ΤΟΥ ΚΡΑΤΟΥΣ Γιώργος Δούδος
→ Avrupa Parlamentosu Seçimleri 2009 ve Batı Trakya Fatih Nazifoğlu
→ AP seçimlerinin ardından
→ Batı Trakya’da AP seçimleri ve Danışma Kurulu’nun “Beyaz Oy” çağrısı azınlıkça
→ Gündem’den ilginç tahrifat!
→ Ergenekon’un “yabancı muhit!” sevdası! azınlıkça
→ ABTTF’den Azınlıkça ile ilgili basın bildirisi
→ 8. Defne Türk-Yunan Festivali
Azınlıkça 47
BATI TRAKYA AYLIK HABER YORUM DERGİSİ
SAYI:47 MAYIS 2009
ΑΖΙΝΛΙΚΤΣΑ
ΜΗΝΙΑΙΟ ΤΟΥΡΚΟΕΛΛΗΝΟΦΟΝΟ ΠΟΛΙΤΙΚΟ ΠΕΡΙΟΔΙΚΟ ΤΗΣ Δ. ΘΡΑΚΗΣ
ΜΑϊΟΣ 2009
SAYI:47 MAYIS 2009
ΑΖΙΝΛΙΚΤΣΑ
ΜΗΝΙΑΙΟ ΤΟΥΡΚΟΕΛΛΗΝΟΦΟΝΟ ΠΟΛΙΤΙΚΟ ΠΕΡΙΟΔΙΚΟ ΤΗΣ Δ. ΘΡΑΚΗΣ
ΜΑϊΟΣ 2009
• İÇİNDEKİLER •
→ TRT Şeş, TRT Batı Trakya!... Editör
→ Bunu iyi düşünün! Evren Dede
→ Dernekleşme özgürlüğü ve yargının tutumu Aydın Bostancı
→ Müthiş bir kitap: Trakya’daki “Makedon Sorunu” İbram Onsunoğlu
→ Güneş doğar azınlıklar azar Herkül Millas
→ Raporlar -III- Elçin Macar
→ Kürtlere azınlık hakları?: Adını koymayın Samim Akgönül
→ Okuyucu gözüyle bir öykü üzerine Hakan Mümin
→ Er ya da geç rüyadan uyanacağız Hatice Sali
→ Slippery slope’a karşı slip of tongue durumu Ceren Zeynep Ak
→ Yabancı damatlar İbram Onsunoğlu
→ Facebook’ta yapılan yorumlar Rıdvan Köse
→ Batı Trakya’da 150’likler -IV- Evren Dede
→ ΤΟ ΔΙΚΑΙΟ, Η ΔΙΨΑ ΚΑΙ Η ΟΡΓΗ… Γιώργος Δούδος
→ Hasan Ahmet’in şər kitabı, Müstəqil Azərbaycan Respublikası’nda nâm səlacak!
→ “Azadlıq Şıpırtıları” şapalaq kimi partladı MarkA Paşa
→ Ahmet Mete ipin ucunu kaçırıyor!
→ Rerere Rarara... Ahmet Metem çok yaşa! MarkA Paşa
→ Ayın içinden
AZINLIKÇA 47'yi OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ
ΓΙΑ ΝΑ ΔΙΑΒΑΣΑΤΕ ΤΟ ΑΖΙΝΛΙΚΤΣΑ 47 ΚΑΝΤΕ ΚΛΙΚ ΕΔΩ
Azınlıkça 46
İÇİNDEKİLER
Patates böreği Editör
Enver Kavaklı ve formasyonlu öğretmenlerin maaş meselesi - Evren Dede
Giritli Şevki Babalaki’nin Batı Trakya maceraları - Aydın Bostancı
Ergenekoncu Dış Güçler sıkışınca, TC “Yabancı Ülke” oluveriyor - İbram Onsunoğlu
Ergenekon’un 2’nci iddianemesinde Batı Trakya’dan bahsediliyor
Cesur ve ‘Cesur’ Aydınlar - Herkül Millas
Raporlar -II- - Elçin Macar
Yüce Millet, cahil halk - Dimostenis Yağcıoğlu
Azınlık hakları, azınlığın hakları değildir - Samim Akgönül
Συζητώντας για την μεταρρύθμιση του δικαίου ελληνικής ιθαγένειας - Κωνσταντίνος Τσιτσελίκης
Yanık susam kokulu eğitim - Hakan Mümin
Asıl hedefimiz - Hatice Sali
Vatandaşın polise, polisin kendine güven(e)mediği bir dönem - Fatih Nazifoğlu
Batı Trakya’da 150’likler -III- Evren Dede
ΠΑΣΧΑ. ΑΦΟΡΜΗ ΓΙΑ ΔΙΑΘΡΗΣΚΕΙΑΚΗ ΠΡΟΣΕΓΓΙΣΗ… - Γιώργος Δούδος
Ayın içinden önemli haberler
AZINLIKÇA 46'yı OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ
ΓΙΑ ΝΑ ΔΙΑΒΑΣΑΤΕ ΤΟ ΑΖΙΝΛΙΚΤΣΑ 46 ΚΑΝΤΕ ΚΛΙΚ ΕΔΩ
Azınlıkça 45 - Batı Trakya Aylık Haber Yorum Dergisi
AZINLIKÇA
Batı Trakya Aylık Haber Yorum Dergisi
Sayı: 45 MART 2009
ΑΖΙΝΛΙΚΤΣΑ
ΜΗΝΙΑΙΟ ΤΟΥΡΚΟΕΛΛΗΝΟΦΟΝΟ ΠΟΛΙΤΙΚΟ ΠΕΡΙΟΔΙΚΟ ΤΗΣ Δ. ΘΡΑΚΗΣ
ΜΑΡΤΙΟΣ 2009
Batı Trakya Aylık Haber Yorum Dergisi
Sayı: 45 MART 2009
ΑΖΙΝΛΙΚΤΣΑ
ΜΗΝΙΑΙΟ ΤΟΥΡΚΟΕΛΛΗΝΟΦΟΝΟ ΠΟΛΙΤΙΚΟ ΠΕΡΙΟΔΙΚΟ ΤΗΣ Δ. ΘΡΑΚΗΣ
ΜΑΡΤΙΟΣ 2009
İÇİNDEKİLER
Vakıf sabunu yiyen farenin gözü kör olur Editör
Acaba iki tarafı birden nasıl idare etsem ve Gündüz Aktan’la ilgili Taziye hakkında Azınlıkça
Καθώς μιλάμε για νομική προσωπικότητα Εβρέν Δεδέ
Μειονοτική οπτική γωνία για το νηπιαγωγείο και το δίλημμα… Aϊντίν Μποσταντζή
Μειονοτικές ιστορίες εκπαίδευσης -και όχι μόνον Ιμπράμ Ονσούνογλου
Nerede yaşamalı? Herkül Millas
Raporlar -I Elçin Macar
Düşmana duyulan ihtiyaç Dimostenis Yağcıoğlu
Eğitim ve psikoloji Hakan Mümin
Kamuoyu yoklamaları diyarı Yunanistan... Fatih Nazifoğlu
Ekonomik krizde insan hakları ve azınlıklar Ceren Zeynep Ak
ΜΙΑ ΕΠΕΤΕΙΟΣ, ΕΝΑ ΠΕΙΡΑΜΑ… ΠΟΛΛΑ ΕΡΩΤΗΜΑΤΙΚΑ Γιώργος Δούδος
Çıkmaz yol Hatice Sali
Dernek mi, siyasî parti mi? Rıdvan Köse
Bey amca çöplükte füze, roket, tanksavar bulursa… Evren Dede
Trakya değişiyor: Olabilirlikler ve engeller
konusunda ek yorum -II Anna Frangoudaki
Batı Trakya’da 150’likler -II Evren Dede
Azınlıkça 44 - Batı Trakya Aylık Haber Yorum Dergisi
AZINLIKÇA
Batı Trakya Aylık Haber Yorum Dergisi
Sayı: 44 ŞUBAT 2009
ΑΖΙΝΛΙΚΤΣΑ
ΜΗΝΙΑΙΟ ΤΟΥΡΚΟΕΛΛΗΝΟΦΟΝΟ ΠΟΛΙΤΙΚΟ ΠΕΡΙΟΔΙΚΟ ΤΗΣ Δ. ΘΡΑΚΗΣ
ΦΕΒΡΟΥΑΡΙΟΣ 2009
Batı Trakya Aylık Haber Yorum Dergisi
Sayı: 44 ŞUBAT 2009
ΑΖΙΝΛΙΚΤΣΑ
ΜΗΝΙΑΙΟ ΤΟΥΡΚΟΕΛΛΗΝΟΦΟΝΟ ΠΟΛΙΤΙΚΟ ΠΕΡΙΟΔΙΚΟ ΤΗΣ Δ. ΘΡΑΚΗΣ
ΦΕΒΡΟΥΑΡΙΟΣ 2009
Derginin tamamını PDF formatında indirmek için TIKLAYIN
ΓΙΑ ΝΑ ΚΑΤΕΒΑΣΕΤΕ ΤΟ ΑΖΙΝΛΙΚΤΣΑ 44 ΣΕ PDF ΜΟΡΦΗ ΚΑΝΤΕ ΚΛΙΚ ΕΔΩ
ΓΙΑ ΝΑ ΚΑΤΕΒΑΣΕΤΕ ΤΟ ΑΖΙΝΛΙΚΤΣΑ 44 ΣΕ PDF ΜΟΡΦΗ ΚΑΝΤΕ ΚΛΙΚ ΕΔΩ
İÇİNDEKİLER
-Romanlarda büyük ayrılık Editör
-Batı Trakya’da 150’likler -I- Evren Dede
-Anaokuluna azınlıksal bakış ve paradoks Aydın Bostancı
-Köksal Toptan, Batı Trakya Ergenekon’unu savunuyor İbram Onsunoğlu
-Dil, toplum, sanat Hakan Mümin
-Azınlık, Empati, Etnisite Herkül Millas
-Müftünün yetkileri tartışması Elçin Macar
-Batı Trakya’ya dinî liderler Samim Akgönül
-“The Rums” Saçmalığı Dimostenis Yağcıoğlu
-Η Μουφτεία Κιρκασίων Θεσσαλονίκης Κωνσταντίνος Τσιτσελίκης
-Özür dilemenin dayanılmaz hafifliği Ceren Zeynep Ak
-Σώστε το Μεγάλο Τέμενος του Διδυμοτείχου Γιώργος Δούδος
-Trakya değişiyor: Olabilirlikler ve engeller
konusunda ek yorum Anna Frangoudaki
-H Θράκη αλλάζει: Επίμετρο σχόλιο για τις προοπτικές
και τα εμπόδια Άννα Φραγκουδάκη
-Romanlarda büyük ayrılık Editör
-Batı Trakya’da 150’likler -I- Evren Dede
-Anaokuluna azınlıksal bakış ve paradoks Aydın Bostancı
-Köksal Toptan, Batı Trakya Ergenekon’unu savunuyor İbram Onsunoğlu
-Dil, toplum, sanat Hakan Mümin
-Azınlık, Empati, Etnisite Herkül Millas
-Müftünün yetkileri tartışması Elçin Macar
-Batı Trakya’ya dinî liderler Samim Akgönül
-“The Rums” Saçmalığı Dimostenis Yağcıoğlu
-Η Μουφτεία Κιρκασίων Θεσσαλονίκης Κωνσταντίνος Τσιτσελίκης
-Özür dilemenin dayanılmaz hafifliği Ceren Zeynep Ak
-Σώστε το Μεγάλο Τέμενος του Διδυμοτείχου Γιώργος Δούδος
-Trakya değişiyor: Olabilirlikler ve engeller
konusunda ek yorum Anna Frangoudaki
-H Θράκη αλλάζει: Επίμετρο σχόλιο για τις προοπτικές
και τα εμπόδια Άννα Φραγκουδάκη
Ayın Karikatürü
Romanlarda büyük ayrılık
Azınlıkça
Sayı:44
Şubat 2009
Editörce...
Makaleyi Azınlıkça'da yayımlanan şekliyle PDF formatında okumak için TUŞLAYINIZ
Bundan bir süre önce, hesap edince aradan tam bir yıl geçtiğini hayretle gördük, Müslüman Çocukların Eğitimi Programı’nın 10’uncu yılını doldurması münasebetiyle hazırlanan kollektif yapıt, “Çıkarma değil TOPLAMA, bölme değil ÇOĞALTMA” başlıklı kitapta Anna Frangudaki imzalı Eksöz’ü arzettiği önemi yüzünden Türkçeye çevirip Azınlıkça’da yayımlayacağımıza söz vermiştik.
Gerçi 550 sayfalık kitabın içeriğini oluşturan azınlıktaki eğitimle ilgili öbür yazılar daha az önemli değil. Frangudaki’nin yazısını siyasî ve toplumsal eleştiriye ağırlık verilmiş olduğu için seçtik. Yazarın kendisinden daha o zaman bir yıl önce izin almıştık. Yayın danışmanımızın çeviriyi yapması ancak bugüne kısmetmiş. Sayfa sıkıntımız yüzünden oldukça büyük olan yazıyı iki bölüme ayırmak zorunda kaldık. İkinci bölümü gelecek sayıda yayımlayacağız. Bu arada Yunanca orjinal metni de Türkçe çeviriyle yanyana koymayı yararlı gördük. Umarız beğenirsiniz.
*
Kemal Anadol’un Büyük Ayrılık adlı romanının Yunanca çevirisi, 9 Şubat Pazartesi günü Gümülcine Belediyesi’nin çok amaçlı etkinlikler merkezinde yapılan bir sunumla tanıtıldı. Batı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği ile Papasotiriou kitabevinin ortaklaşa düzenledikleri kitap tanıtımına Foça Belediye Başkanı Gökhan Demirağ, filolog Thanasis Kounoulos ve Kemal Anadol konuşmacı olarak katıldılar.
Daha önce de söylemiştik, bilinen sorunlardan dolayı azınlıklar ancak kültürel faaliyetlerle Türk-Yunan ilişkilerine katkıda bulunabilirler diye. Yüksek Tahsilliler Derneği’ni düzenledikleri bu etkinlikten dolayı kutlamak gerek. Ve ayrıca hatırlatmak; felaketlerin yaşandığı o yıllarda, Anadolu’dan ayrılmak zorunda bırakılan Rumlarla beraber Yunanistan’dan ayrılmak zorunda kalan Türkler de vardı. Saba Altınsay’ın Girit’ten göç eden Türklerin ayrılık vakti geldiğinde hissettikleri hüznü yansıtan “Girit’im benim” adlı romanı işte bu yakadan ayrılığı anlatan romanlardan sadece birisi. Eser 2008 yılında Yunancaya çevrildi ve Gümülcine’de tanıtımının yapılacağı günü bekliyor. Bizden söylemesi...
*
Azınlıkça yazarları karşınıza birbirinden ilginç ve önemli konularla çıkıyor. Beğenerek okuyacağınızı umuyor, geçen sayımızdan itibaren aramıza yeni katılan Ceren Ak’a da, “hoş geldin” diyoruz.
Bu sayımızda yazarlarımızdan Fatih Nazifoğlu ve Hatice Sali imtihanları dolayısıyla aramızda yer alamadılar. Sınavlarında başarılar diliyoruz.
Editör
Sayı:44
Şubat 2009
Editörce...
Makaleyi Azınlıkça'da yayımlanan şekliyle PDF formatında okumak için TUŞLAYINIZ
Bundan bir süre önce, hesap edince aradan tam bir yıl geçtiğini hayretle gördük, Müslüman Çocukların Eğitimi Programı’nın 10’uncu yılını doldurması münasebetiyle hazırlanan kollektif yapıt, “Çıkarma değil TOPLAMA, bölme değil ÇOĞALTMA” başlıklı kitapta Anna Frangudaki imzalı Eksöz’ü arzettiği önemi yüzünden Türkçeye çevirip Azınlıkça’da yayımlayacağımıza söz vermiştik.
Gerçi 550 sayfalık kitabın içeriğini oluşturan azınlıktaki eğitimle ilgili öbür yazılar daha az önemli değil. Frangudaki’nin yazısını siyasî ve toplumsal eleştiriye ağırlık verilmiş olduğu için seçtik. Yazarın kendisinden daha o zaman bir yıl önce izin almıştık. Yayın danışmanımızın çeviriyi yapması ancak bugüne kısmetmiş. Sayfa sıkıntımız yüzünden oldukça büyük olan yazıyı iki bölüme ayırmak zorunda kaldık. İkinci bölümü gelecek sayıda yayımlayacağız. Bu arada Yunanca orjinal metni de Türkçe çeviriyle yanyana koymayı yararlı gördük. Umarız beğenirsiniz.
*
Kemal Anadol’un Büyük Ayrılık adlı romanının Yunanca çevirisi, 9 Şubat Pazartesi günü Gümülcine Belediyesi’nin çok amaçlı etkinlikler merkezinde yapılan bir sunumla tanıtıldı. Batı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği ile Papasotiriou kitabevinin ortaklaşa düzenledikleri kitap tanıtımına Foça Belediye Başkanı Gökhan Demirağ, filolog Thanasis Kounoulos ve Kemal Anadol konuşmacı olarak katıldılar.
Daha önce de söylemiştik, bilinen sorunlardan dolayı azınlıklar ancak kültürel faaliyetlerle Türk-Yunan ilişkilerine katkıda bulunabilirler diye. Yüksek Tahsilliler Derneği’ni düzenledikleri bu etkinlikten dolayı kutlamak gerek. Ve ayrıca hatırlatmak; felaketlerin yaşandığı o yıllarda, Anadolu’dan ayrılmak zorunda bırakılan Rumlarla beraber Yunanistan’dan ayrılmak zorunda kalan Türkler de vardı. Saba Altınsay’ın Girit’ten göç eden Türklerin ayrılık vakti geldiğinde hissettikleri hüznü yansıtan “Girit’im benim” adlı romanı işte bu yakadan ayrılığı anlatan romanlardan sadece birisi. Eser 2008 yılında Yunancaya çevrildi ve Gümülcine’de tanıtımının yapılacağı günü bekliyor. Bizden söylemesi...
*
Azınlıkça yazarları karşınıza birbirinden ilginç ve önemli konularla çıkıyor. Beğenerek okuyacağınızı umuyor, geçen sayımızdan itibaren aramıza yeni katılan Ceren Ak’a da, “hoş geldin” diyoruz.
Bu sayımızda yazarlarımızdan Fatih Nazifoğlu ve Hatice Sali imtihanları dolayısıyla aramızda yer alamadılar. Sınavlarında başarılar diliyoruz.
Editör
Batı Trakya’da 150’likler -I-
Azınlıkça
Sayı:44
Şubat 2009
Evren Dede
evrendede@gmail.com
Makaleyi Azınlıkça'da yayımlanan şekliyle PDF formatında okumak için TUŞLAYINIZ
1924’te Türkiye Büyük Millet Meclisi, 150 kişinin Türk vatandaşlığından çıkarılmaları ve yurtdışına sürülmeleri kararını aldığında, 150’liklerden bir kısmı zaten Batı Trakya’ya yerleşmiş durumdaydı. Ankara’ya muhalefet eden pek çok kişi savaşın sonu yaklaştıkça ve Lozan Antlaşması sürecini beklemeden Türkiye’yi terketmiş ve bölgeyi uğrak yeri olarak kullanmaya başlamıştır.
Batı Trakya bölgesindeki Müslüman ahalinin varlığı, özellikle Ankara hükümetinin yürüttüğü mücadeleye karşı çıkmış veya mücadeleye katkısı olsa bile savaş sırasında çeşitli nedenlerden dolayı Mustafa Kemal Paşa ve kadrosuyla çatışmaya sürüklenmiş kişilerin bölgeyi tercih etmesinde önemli rol oynamıştır. Dolayısıyla gerek 150’likler içerisinde gerekse diğer muhalifler Batı Trakya’nın Osmanlı dönemini çağrıştıran havasına kapılmış ve buraya yerleşmeye karar vermiştir.
1927 yılında Gümülcine’de konsolos olarak görev yapan, daha sonraları politikaya atılarak 9'uncu dönem Samsun milletvekili olan Firuz Kesim bu konuda şunları anlatmaktadır: “Batı Trakya’nın merkezi Gümülcine’de konsolos bulunduğum sırada Gümülcine adeta bir 150’likler yuvası halinde idi. Burada 150’liklerin yarısı demek olan 75’ten fazlası bulunduğu gibi, bir sürü de politika firarisi ve Türkiye’den göçmüş Rumlar vardı. Bunları takip etmek, tutum ve davranışları ile sıkı bir biçimde ilgilenmek esas görevlerimin başında geliyordu.”1
Firuz Kesim’in 150’liklerden Batı Trakya’da 75’in üzerinde bir sayının bulunduğu ile ilgili beyanı abartı olsa gerekir. Herhalde 150’liklerin siyasî alandaki yoğun faaliyetlerinden dolayı onları 75 kişi ve üzerinde sanmış olmalıdır.
150’liklerin kendi çıkardıkları gazeteler dışında, Batı Trakya’da onlarla ilgili kayıt veya bilgi neredeyse yok denecek kadar azdır. Hangi işlerle meşgul oldukları, bunlarla beraber gelen diğer kişilerin kimler olduğu, bölgedeki Müslümanlara etkileri, Ankara hükümetiyle olan sürtüşmeleri ve diğer konularda yeterli arşiv belgesi bulunmamaktadır. Bütün bu zorluklara rağmen, daha çok genel ifadelerle ve “hain” olarak anılan 150’liklerden Batı Trakya’ya 13, Doğu Makedonya’ya 2 ve Yunanistan’ın diğer bölgelerine kesin olmamakla birlikte 15 kişinin yerleştiğini biliyoruz.
150’likler listesindeki en önemli şahıslardan birisi de hiç şüphesiz şeyhülislam Mustafa Sabri Efendidir ve Batı Trakya’ya gelenler arasında bulunmaktadır. Başta Mustafa Sabri olmak üzere, 150’liklerden Batı Trakya’ya gelen ve yerleşenlerin siyasî ve dinî faaliyetlerine devam etmeleri, Türkiye Cumhuriyeti için ciddi bir sorun olur. Yurt içinde muhaliflerin sesleri Kürtler haricinde neredeyse tükenme noktasına geldiği bir süreçte, Batı Trakya’daki muhalif seslerin artması ve hatta Türkiye içerisinde bile taraftar bulması Ankara hükümetini zor duruma düşürür. Bu yüzden de Mustafa Kemal Atatürk, Venizelos’la yapılan görüşmelerde bu konuya ayrıca önem vermiş ve Venizolas’la yapılan anlaşma sayesinde Batı Trakya’daki 150’liklerin muhalif tutumu ortadan kaldırılabilmiştir. Venizelos’a 150’liklerin Yunanistan’dan çıkarılması talebini İsmet İnönü iletir. Venizelos, Türk hükümetiyle yapılan anlaşma çerçevesinde Batı Trakya’daki 150’likleri 1931’de bölgeden uzaklaştırır.
Batı Trakya’ya gelen 150’likler:
1. Sabık Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi
2. Gümülcineli İsmail Hakkı
3. Aziz Nuri
4. Eskişehirli Safer Hoca (Hızır Hoca)
5. Namın Bey (Namık Bey)
6. Nedim Bey
7. İbrahim Sabri (Mustafa Sabri Efendinin oğlu)
8. Süngülü Çerkez Davut
9. Tuzakçı Yusuf Ali Remzi
10. Keçelerli Topal Ömeroğlu İdris
11. Keçelerli Abdüllaloğlu Deli Kasım.2
12. Kuvay-ı İnzibatiye mensubu Çopur İsmail Hakkı
13. İzmir kadı müşavir-i sabıkı Ahmet Asım3
150’likler listesinde bulunan bu 13 kişi Batı Trakya’nın çeşitli bölgelerine yerleşirler. Kimisi tüccar, kimisi gazeteci, kimisi yazar, kimisi azınlık okullarında öğretmen, kimisi cemaat idarelerinde görevli ve kimisi de imam olarak sosyal hayatta yerini alır. Sırasıyla gidecek olursak, 13 kişinin Batı Trakya’daki yerleşim yerleri, meslekleri ve faaliyetleri şöyledir:
1. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi
150’liklerle ilgili kanunun çıkmasından iki yıl önce, 1922’de Osmanlı Meclisi sabık milletvekili ve Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve ailesi Batı Trakya’ya gelirler. İskeçe (Xanthi) iline yerleşen Mustafa Sabri Efendi, dinî ve siyasî çalışmalarına kaldığı yerden devam eder.
Özellikle Türkiye’de hilafetin kaldırılması (1924), medrese ve zaviyelerin kapatılması (1925), şapka kanunu (1925), medeni hukukla birlikte laikleşme (1926), harf devrimi (1928) ve Ankara hükümetince yürütülen benzer reformist uygulamalar, Şeyhülislam’ın Batı Trakya’daki taraftar sayısının artmasına doğal yoldan katılımı sağlayan bir sürece dönüşür. Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin etrafındaki destekçilerin her geçen gün artması sonucunda, Batı Trakya’daki muhaliflerin sesi gayet gür çıkmaya başlar. (Hatta sesleri o denli gür çıkar ki, sonundaTürkiye bunların Yunanistan’dan da çıkarılmalarını talep eder.)
Sabık Şeyhülislam, birçok başka gazete dışında, özellikle 1927’de yayımlanmaya başlayan ve sorumlu müdürlüğünü Hasan Fehim’in yaptığı Yarın gazetesinde Türkiye’nin laik rejimini eleştirir ve din uleması olarak fetvalar çıkarır. Mustafa Sabri’nin etkisini azaltabilmek amacıyla 1930 yılında İstanbul’da aynı adı taşıyan kemalist görüşlü bir gazete bile çıkarılır.4 A. Yordanoğlu’nun bu konudaki yorumu, İstanbul kökenli Yarın’daki yazıların Mustafa Sabri Efendi’ye ait olduğunu Müslümanların sanmaları yüzünden Şeyhülislamın kendi gazetesinin ismini değiştirdiği ve gazeteye Peyam-ı İslam5 adını verdiği şeklindedir.6
Bu tespitinin doğru olabileceğini kabul etsek bile, Mustafa Sabri Efendi’nin, gazetenin ismini değiştirmesindeki asıl sebebin başka bir nedenle olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü Yarın gazetesi, Türkiye aleyhinde yayınlarda bulunduğu için Türkiye Dahiliye Vekaleti’nin 25.08.1930 tarih ve 4053/172 numaralı tezkeresiyle yapılan teklifi üzerine Bakanlar Kurulu, adı geçen gazetenin Türkiye’ye girişini 08.10.1930 tarih ve 9993 sayılı kararıyla yasaklamıştır. Dolayısıyla Mustafa Sabri Efendi’nin gazetenin isim değişikliği konusundaki kararına bu yasaklamanın neden olduğu söylenebilir.
Mustafa Sabri Efendi’nin yazılarında ünvan olarak “Şeyhülislam” sıfatını kullanmasından ve ayrıca “Halifelik” başlığıyla Yarın gazetesinde makaleler yayımlanmasından rahatsız olan Türkiye’nin, Yunanistan’a bu konuda tavır takınmasını istediğini de ayrıca belirtmek gerekir. Bu konuda Yunan idaresi 23 Aralık 1927’de bir emir göndererek, Mustafa Sabri Efendi’den “Halifelik” başlığı ile yazı yazmamasını bildirir.7 Şeyhülislam Mustafa Sabri, 9 Ocak 1928 tarihli Yarın gazetesinde neşredilen yazıda denildiği şekliyle, İskeçe bölge komutan yardımcısına Türk-Yunan dostluğu uğruna basın özgürlüğüne darbe vurulduğunu söyler. Mustafa Sabri hatta şu yorumu yapar, “Şeyhülislamın yazılarından Ankara, Ankara’dan ise Yunanistan korkmaktadır!”8
Mustafa Sabri Efendi’nin Yarın Gazetesi’ndeki yazılarında Türkiye’deki yeni laik rejim yüzünden Müslümanların dinden çıktığını belirttiği ve Batı Trakya’da bir hilafet müessesesinin derhal kurulması gerektiğini belirten görüşlerinin bu yasaklamaya neden olduğu hesaplanmalıdır. Çünkü o dönemde Batı Trakya’da sabık Şeyhülislam’ı da içine alarak kurulacak bir hilafet, Türkiye Cumhuriyeti açısından ciddi bir tehlike anlamı taşımaktadır ve bu yüzden Yunan devletiyle yapılan ikili görüşmeler neticesinde, Trakya Genel İdaresi Bakanı, Mustafa Sabri Efendi’den yazılarında İslam’da halifeliğin yeri ve gerekliliğini avunan yazı dizisindeki “Hilafet” başlığını kullanmamasını emretmiştir. Buna rağmen Mustafa Sabri başlığı değiştirmez ve “İslam’da imameti kübra, yani Halife-i muazzama-i İslamiyye” başlığını makalelerinden çıkarmaz. Yarın gazetesinde aynı başlıkla tefrika etmeye devam edilir; ta ki 1930’da gazete kapanana kadar.
Sabık Şeyhülislamın iaşe sorunu ise İskeçe’deki evkaf idaresi tarafından memuriyet tahsis edilerek hallolunulur.9
Mustafa Sabri Efendi, Yunan hükümetinin 150’likler hakkında Batı Trakya’yı terketmeleri ile ilgili kararı sonrasında 1931’de Patra’ya yerleşir. Bölgede Batı Trakya’daki ortamı bulamaz. Sadece Hristiyanlardan oluşan bir beldede durmanın anlamsız olduğunu düşünerek ailesiyle birlikte Mısır’a gider.
22 yaşındayken Fatih Camii’nde ders vermeye başlayan, II. Abdülhamid’in katıldığı “huzur” derslerine 16 yıl boyunca devam eden, padişahın kütüphaneciliğini yapan, 1908’de memleketi Tokat’tan milletvekili seçilen, Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye’nin “Beyanü’l Hak” adlı dergisinin başyazarlığını yapan, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne muhalifliğinden dolayı yurdunu terk etmek zorunda kalan, İstanbul’a geri dönen, 1922’de tekrar yurdunu terk eden ve Batı Trakya’ya yerleşen, Trakya’da Yarın ve Peyam-ı İslam gazetelerinde başyazarlık yapan, 150’likler hakkındaki kararla 9 yıl kaldığı Batı Trakya’dan uzaklaştılarak Patra’ya yerleşen ve sonunda Mısır’a giden Mustafa Sabri, 1938’de Türkiye 150’likleri affettiğinde vatanına geri dönmez. 1954 yılında Kahire’de hayata veda eder.
Devam edecek...
1. Kamil Erdeha, 150’likler yahut Milli Mücadele’nin Muhasebesi, Tekin Yayınevi, 1998, s.123
2. Listedeki ilk 11 kişi için Α.Υ.Ε. 1931/Β/37/ΙΙ/.
3. 12 ve 13 numaraları isimler için Α.Υ.Ε. 1928/Β/37.
4. Nathanail M. Panagiotidis, Müslüman Azınlık ve Millî Bilinç, Aleksandroupoli, 1995, s.148
5. Peyam-ı İslam gazetesi, 27 Rabiülahir 1349’da (21 Eylül 1930) yayın hayatına başladı.
6. A. Iordanoglou, Lozan’dan günümüze Batı Trakya Müslüman Azınlığının Basın Tarihi, Imxa, Sayı:3, 1989, s.222
7. Trakya Genel İdaresi, Protokol No: 1572/23-12-1927
8. Yarın gazetesi, 09.01.1928
9. http://www.atam.gov.tr/index.php?Page=DergiIcerik&IcerikNo=266
Sayı:44
Şubat 2009
Evren Dede
evrendede@gmail.com
Makaleyi Azınlıkça'da yayımlanan şekliyle PDF formatında okumak için TUŞLAYINIZ
1924’te Türkiye Büyük Millet Meclisi, 150 kişinin Türk vatandaşlığından çıkarılmaları ve yurtdışına sürülmeleri kararını aldığında, 150’liklerden bir kısmı zaten Batı Trakya’ya yerleşmiş durumdaydı. Ankara’ya muhalefet eden pek çok kişi savaşın sonu yaklaştıkça ve Lozan Antlaşması sürecini beklemeden Türkiye’yi terketmiş ve bölgeyi uğrak yeri olarak kullanmaya başlamıştır.
Batı Trakya bölgesindeki Müslüman ahalinin varlığı, özellikle Ankara hükümetinin yürüttüğü mücadeleye karşı çıkmış veya mücadeleye katkısı olsa bile savaş sırasında çeşitli nedenlerden dolayı Mustafa Kemal Paşa ve kadrosuyla çatışmaya sürüklenmiş kişilerin bölgeyi tercih etmesinde önemli rol oynamıştır. Dolayısıyla gerek 150’likler içerisinde gerekse diğer muhalifler Batı Trakya’nın Osmanlı dönemini çağrıştıran havasına kapılmış ve buraya yerleşmeye karar vermiştir.
1927 yılında Gümülcine’de konsolos olarak görev yapan, daha sonraları politikaya atılarak 9'uncu dönem Samsun milletvekili olan Firuz Kesim bu konuda şunları anlatmaktadır: “Batı Trakya’nın merkezi Gümülcine’de konsolos bulunduğum sırada Gümülcine adeta bir 150’likler yuvası halinde idi. Burada 150’liklerin yarısı demek olan 75’ten fazlası bulunduğu gibi, bir sürü de politika firarisi ve Türkiye’den göçmüş Rumlar vardı. Bunları takip etmek, tutum ve davranışları ile sıkı bir biçimde ilgilenmek esas görevlerimin başında geliyordu.”1
Firuz Kesim’in 150’liklerden Batı Trakya’da 75’in üzerinde bir sayının bulunduğu ile ilgili beyanı abartı olsa gerekir. Herhalde 150’liklerin siyasî alandaki yoğun faaliyetlerinden dolayı onları 75 kişi ve üzerinde sanmış olmalıdır.
150’liklerin kendi çıkardıkları gazeteler dışında, Batı Trakya’da onlarla ilgili kayıt veya bilgi neredeyse yok denecek kadar azdır. Hangi işlerle meşgul oldukları, bunlarla beraber gelen diğer kişilerin kimler olduğu, bölgedeki Müslümanlara etkileri, Ankara hükümetiyle olan sürtüşmeleri ve diğer konularda yeterli arşiv belgesi bulunmamaktadır. Bütün bu zorluklara rağmen, daha çok genel ifadelerle ve “hain” olarak anılan 150’liklerden Batı Trakya’ya 13, Doğu Makedonya’ya 2 ve Yunanistan’ın diğer bölgelerine kesin olmamakla birlikte 15 kişinin yerleştiğini biliyoruz.
150’likler listesindeki en önemli şahıslardan birisi de hiç şüphesiz şeyhülislam Mustafa Sabri Efendidir ve Batı Trakya’ya gelenler arasında bulunmaktadır. Başta Mustafa Sabri olmak üzere, 150’liklerden Batı Trakya’ya gelen ve yerleşenlerin siyasî ve dinî faaliyetlerine devam etmeleri, Türkiye Cumhuriyeti için ciddi bir sorun olur. Yurt içinde muhaliflerin sesleri Kürtler haricinde neredeyse tükenme noktasına geldiği bir süreçte, Batı Trakya’daki muhalif seslerin artması ve hatta Türkiye içerisinde bile taraftar bulması Ankara hükümetini zor duruma düşürür. Bu yüzden de Mustafa Kemal Atatürk, Venizelos’la yapılan görüşmelerde bu konuya ayrıca önem vermiş ve Venizolas’la yapılan anlaşma sayesinde Batı Trakya’daki 150’liklerin muhalif tutumu ortadan kaldırılabilmiştir. Venizelos’a 150’liklerin Yunanistan’dan çıkarılması talebini İsmet İnönü iletir. Venizelos, Türk hükümetiyle yapılan anlaşma çerçevesinde Batı Trakya’daki 150’likleri 1931’de bölgeden uzaklaştırır.
Batı Trakya’ya gelen 150’likler:
1. Sabık Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi
2. Gümülcineli İsmail Hakkı
3. Aziz Nuri
4. Eskişehirli Safer Hoca (Hızır Hoca)
5. Namın Bey (Namık Bey)
6. Nedim Bey
7. İbrahim Sabri (Mustafa Sabri Efendinin oğlu)
8. Süngülü Çerkez Davut
9. Tuzakçı Yusuf Ali Remzi
10. Keçelerli Topal Ömeroğlu İdris
11. Keçelerli Abdüllaloğlu Deli Kasım.2
12. Kuvay-ı İnzibatiye mensubu Çopur İsmail Hakkı
13. İzmir kadı müşavir-i sabıkı Ahmet Asım3
150’likler listesinde bulunan bu 13 kişi Batı Trakya’nın çeşitli bölgelerine yerleşirler. Kimisi tüccar, kimisi gazeteci, kimisi yazar, kimisi azınlık okullarında öğretmen, kimisi cemaat idarelerinde görevli ve kimisi de imam olarak sosyal hayatta yerini alır. Sırasıyla gidecek olursak, 13 kişinin Batı Trakya’daki yerleşim yerleri, meslekleri ve faaliyetleri şöyledir:
1. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi
150’liklerle ilgili kanunun çıkmasından iki yıl önce, 1922’de Osmanlı Meclisi sabık milletvekili ve Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve ailesi Batı Trakya’ya gelirler. İskeçe (Xanthi) iline yerleşen Mustafa Sabri Efendi, dinî ve siyasî çalışmalarına kaldığı yerden devam eder.
Özellikle Türkiye’de hilafetin kaldırılması (1924), medrese ve zaviyelerin kapatılması (1925), şapka kanunu (1925), medeni hukukla birlikte laikleşme (1926), harf devrimi (1928) ve Ankara hükümetince yürütülen benzer reformist uygulamalar, Şeyhülislam’ın Batı Trakya’daki taraftar sayısının artmasına doğal yoldan katılımı sağlayan bir sürece dönüşür. Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin etrafındaki destekçilerin her geçen gün artması sonucunda, Batı Trakya’daki muhaliflerin sesi gayet gür çıkmaya başlar. (Hatta sesleri o denli gür çıkar ki, sonundaTürkiye bunların Yunanistan’dan da çıkarılmalarını talep eder.)
Sabık Şeyhülislam, birçok başka gazete dışında, özellikle 1927’de yayımlanmaya başlayan ve sorumlu müdürlüğünü Hasan Fehim’in yaptığı Yarın gazetesinde Türkiye’nin laik rejimini eleştirir ve din uleması olarak fetvalar çıkarır. Mustafa Sabri’nin etkisini azaltabilmek amacıyla 1930 yılında İstanbul’da aynı adı taşıyan kemalist görüşlü bir gazete bile çıkarılır.4 A. Yordanoğlu’nun bu konudaki yorumu, İstanbul kökenli Yarın’daki yazıların Mustafa Sabri Efendi’ye ait olduğunu Müslümanların sanmaları yüzünden Şeyhülislamın kendi gazetesinin ismini değiştirdiği ve gazeteye Peyam-ı İslam5 adını verdiği şeklindedir.6
Bu tespitinin doğru olabileceğini kabul etsek bile, Mustafa Sabri Efendi’nin, gazetenin ismini değiştirmesindeki asıl sebebin başka bir nedenle olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü Yarın gazetesi, Türkiye aleyhinde yayınlarda bulunduğu için Türkiye Dahiliye Vekaleti’nin 25.08.1930 tarih ve 4053/172 numaralı tezkeresiyle yapılan teklifi üzerine Bakanlar Kurulu, adı geçen gazetenin Türkiye’ye girişini 08.10.1930 tarih ve 9993 sayılı kararıyla yasaklamıştır. Dolayısıyla Mustafa Sabri Efendi’nin gazetenin isim değişikliği konusundaki kararına bu yasaklamanın neden olduğu söylenebilir.
Mustafa Sabri Efendi’nin yazılarında ünvan olarak “Şeyhülislam” sıfatını kullanmasından ve ayrıca “Halifelik” başlığıyla Yarın gazetesinde makaleler yayımlanmasından rahatsız olan Türkiye’nin, Yunanistan’a bu konuda tavır takınmasını istediğini de ayrıca belirtmek gerekir. Bu konuda Yunan idaresi 23 Aralık 1927’de bir emir göndererek, Mustafa Sabri Efendi’den “Halifelik” başlığı ile yazı yazmamasını bildirir.7 Şeyhülislam Mustafa Sabri, 9 Ocak 1928 tarihli Yarın gazetesinde neşredilen yazıda denildiği şekliyle, İskeçe bölge komutan yardımcısına Türk-Yunan dostluğu uğruna basın özgürlüğüne darbe vurulduğunu söyler. Mustafa Sabri hatta şu yorumu yapar, “Şeyhülislamın yazılarından Ankara, Ankara’dan ise Yunanistan korkmaktadır!”8
Mustafa Sabri Efendi’nin Yarın Gazetesi’ndeki yazılarında Türkiye’deki yeni laik rejim yüzünden Müslümanların dinden çıktığını belirttiği ve Batı Trakya’da bir hilafet müessesesinin derhal kurulması gerektiğini belirten görüşlerinin bu yasaklamaya neden olduğu hesaplanmalıdır. Çünkü o dönemde Batı Trakya’da sabık Şeyhülislam’ı da içine alarak kurulacak bir hilafet, Türkiye Cumhuriyeti açısından ciddi bir tehlike anlamı taşımaktadır ve bu yüzden Yunan devletiyle yapılan ikili görüşmeler neticesinde, Trakya Genel İdaresi Bakanı, Mustafa Sabri Efendi’den yazılarında İslam’da halifeliğin yeri ve gerekliliğini avunan yazı dizisindeki “Hilafet” başlığını kullanmamasını emretmiştir. Buna rağmen Mustafa Sabri başlığı değiştirmez ve “İslam’da imameti kübra, yani Halife-i muazzama-i İslamiyye” başlığını makalelerinden çıkarmaz. Yarın gazetesinde aynı başlıkla tefrika etmeye devam edilir; ta ki 1930’da gazete kapanana kadar.
Sabık Şeyhülislamın iaşe sorunu ise İskeçe’deki evkaf idaresi tarafından memuriyet tahsis edilerek hallolunulur.9
Mustafa Sabri Efendi, Yunan hükümetinin 150’likler hakkında Batı Trakya’yı terketmeleri ile ilgili kararı sonrasında 1931’de Patra’ya yerleşir. Bölgede Batı Trakya’daki ortamı bulamaz. Sadece Hristiyanlardan oluşan bir beldede durmanın anlamsız olduğunu düşünerek ailesiyle birlikte Mısır’a gider.
22 yaşındayken Fatih Camii’nde ders vermeye başlayan, II. Abdülhamid’in katıldığı “huzur” derslerine 16 yıl boyunca devam eden, padişahın kütüphaneciliğini yapan, 1908’de memleketi Tokat’tan milletvekili seçilen, Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye’nin “Beyanü’l Hak” adlı dergisinin başyazarlığını yapan, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne muhalifliğinden dolayı yurdunu terk etmek zorunda kalan, İstanbul’a geri dönen, 1922’de tekrar yurdunu terk eden ve Batı Trakya’ya yerleşen, Trakya’da Yarın ve Peyam-ı İslam gazetelerinde başyazarlık yapan, 150’likler hakkındaki kararla 9 yıl kaldığı Batı Trakya’dan uzaklaştılarak Patra’ya yerleşen ve sonunda Mısır’a giden Mustafa Sabri, 1938’de Türkiye 150’likleri affettiğinde vatanına geri dönmez. 1954 yılında Kahire’de hayata veda eder.
Devam edecek...
1. Kamil Erdeha, 150’likler yahut Milli Mücadele’nin Muhasebesi, Tekin Yayınevi, 1998, s.123
2. Listedeki ilk 11 kişi için Α.Υ.Ε. 1931/Β/37/ΙΙ/.
3. 12 ve 13 numaraları isimler için Α.Υ.Ε. 1928/Β/37.
4. Nathanail M. Panagiotidis, Müslüman Azınlık ve Millî Bilinç, Aleksandroupoli, 1995, s.148
5. Peyam-ı İslam gazetesi, 27 Rabiülahir 1349’da (21 Eylül 1930) yayın hayatına başladı.
6. A. Iordanoglou, Lozan’dan günümüze Batı Trakya Müslüman Azınlığının Basın Tarihi, Imxa, Sayı:3, 1989, s.222
7. Trakya Genel İdaresi, Protokol No: 1572/23-12-1927
8. Yarın gazetesi, 09.01.1928
9. http://www.atam.gov.tr/index.php?Page=DergiIcerik&IcerikNo=266
Etiketler: 44. SAYI, Evren Dede
Anaokuluna azınlıksal bakış ve paradoks
Azınlıkça
Sayı:44
Şubat 2009
Aydın Bostancı
bostanciaydin@yahoo.com
Makaleyi Azınlıkça'da yayımlanan şekliyle PDF formatında okumak için TUŞLAYINIZ
Zorunlu anaokulu eğitiminin Yunanistan’da daha yeni yeni gelişmekte olduğunu söyleyebiliriz. Ülkemizdeki anaokullarının ikinci dünya savaşı sonrası, sosyal ve ekonomik koşulların da değişmesiyle ülke çapında yaygınlaşmaya başladığını hatırlatmakta yarar var. 2007 yılında Yunanistan’da anaokulları zorunlu eğitim kapsamına alındı.
Daha çok sanayileşmenin yoğun olduğu bölgelerde kadınların iş hayatına atılmaları, coğrafi ve mesleki hareketlilik ve köyden kente göç nedeniyle ailelerin çocuklarını anaokuluna göndermeleri yaygınlaştı. 1950’lere kadar tamamen bir tarım ülkesi olan Yunanistanda, okul öncesi eğitimin gelişmesine yönelik olanaklar zaten kısıtlıydı. Fakat 1960’lar sonrası değişen sosyal ve ekonomik koşullar, ailelerin eğitiminde de önemli bir rol oynadı. Yaşanan gelişme süreci o dönemde anaokullarına devam eden öğrencilerin sayıları incelenerek gözlemlenebilir. Mesela 1960’ların başında anaokuluna giden öğrenci sayısı 40 bin civarındayken, 1970’lere gelindiğinde bu sayının iki katına, yani 90 binlere yaklaştığı görülmektedir. Bu süreç Batı Trakya’da ise sosyoekonomik ve politik nedenlerden ötürü çok farklı işlemiştir. Bölge ve özellikle azınlık neredeyse son 15 yıldır anaokul eğitimiyle tanıştı. Anaokulu eğitimi zorunlu eğitimi kapsamına alınınca azınlık eğitimi ile ilgili başta Lozan olmak üzere uluslararası hukuk seviyesindeki antlaşmalarda yer alan maddeler üzerinde uzmanların farklı görüşleriyle karşılaşıldı. Mesela Müslüman Çocukların Eğitimini Destekleme Programı sorumlularından Profesör Nelli Askouni, “Trakya’daki Azınlığın Eğitimi” adlı kitabında, uluslararası hukuk kapsamında, azınlık eğitimi konusunda anaokulları için anadilde eğitim hakkının öngörülmediğini, Lozan’ın 41’inci maddesinin sadece ilkokuldan bahsettiğini, hatta daha sonra Türkiye ve Yunanistan arasında eğitim alanına yönelik getirilen düzenlemelerde (1951 Türk-Yunan Eğitim Antlaşması ve 1968 Kültür Protokolü) anaokulundan bahsedilmediğini, daha çok getirilen düzenlemelerin ortaöğretime yönelik olduğunu belirtmektedir. Aynı konuda uzman Profesör Baskın Oran ise Lozan Antlaşması’nın 41’inci maddesine göre, İstanbul ve Batı Trakya azınlıklarının eğitim özerkliğinin olduğunu ve buna anaokulunun da tabiatıyla dahil olduğunu söylemektedir.
Çiftdilli eğitimle ilgili olarak sürekli dile getirilen bir gerçek var ki, o da bir çocuğun anadilini iyi bilmeden başka bir yabancı dili iyi öğrenemeyeceğidir. Bu çok doğru, çünkü çocuk ancak anadiline göre düşünürek başka bir dili öğrenebilir.
Okul öncesi eğitimin 2007 eğitim ve öğretim ders yılından itibaren zorunlu eğitim kapsamına alınmasından sonra, anaokulları tartışması yoğun bir şekilde azınlığın gündemine oturdu. Azınlık çocuklarının devam ettiği devlet anaokullarına, yönetim, azınlıktan anaokul öğretmeni görevlendireceğini belirtirken, azınlığın Batı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği gibi kuruluşları okul öncesi eğitim sisteminin de azınlığın özel ve özerk yapısına dahil edimesini talep etmekteler . Batı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği ve Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği gibi azınlık kuruluşları özel ve özerk azınlık anaokulunu talep ederken, yine azınlık içerisinden bir kısım ise azınlık okulunun tam belli olmayacak şekilde “çiftdilli okul” ifadesiyle taleplerini ileri sürmekteler. Bu konuda bir diğer görüşse tamamen devlet anaokulu’nun olması. Bu sonuncusu zaten mevcut.
Yukarıda ismini belirttiğim Müslüman Çocukların Eğitimini Destekleme Programı sorumlularından Profesör Nelli Askouni’nin, Eylül 2006’da Alexandria yayınlarından çıkan “Trakyadaki Azınlığın Eğitimi” başlıklı kitabı, özellikle azınlık eğitimi konusundaki araştırmacıların mutlaka kitaplıklarında bulundurmaları gereken bir çalışma. Bayan Askouni, okul öncesi eğitimle ilgili olarak kitabında çok ilginç bilgilere yer veriyor. Devlet anaokullarına giden azınlık öğrencilerinin sayıları hakkında istatistiki bilgilere de kitapta yer veriliyor. Mesela 1994-95 eğitim yılında Batı Trakya genelinde azınlığın ilkokul öğrenci sayısı 8.208 olarak belirtilirken, azınlık anaokul öğrencilerinin İskeçe ilinde 69, Rodop ilinde 43 ve Evros ilinde 32 olmak üzere, toplam 144 öğrencinin devlet anaokuluna devam ettiğini; 2002-2003 eğitim yılında ise, bu sayının neredeyse beşe katlanarak Batı Trakya genelinde anaokulu için toplam 784 öğrenciye ulaşıldığını belirtmekte. Ve bu artışa rağmen, ilkokul öğrenci sayısıyla kıyaslandığında, anaokuluna devam eden azınlık öğrencilerin sayısının yetersiz olduğu ifade edilmekte.
Bu doğru, fakat bunda çiftdilli anaokullarının olmayışının büyük etkisi var. Dolayısıyla ister azınlık, isterse devlet anaokulu olsun (ki bu ayrı bir konudur), devletin her şartta çiftdilli anaokulu seçeneğini sunması gerekmektedir. Böyle bir uygulama için, başta Lozan olmak üzere Türkiye ile Yunanistan arasındaki ikili anlaşmalara göre hareket etme dışında bile pekala çağdaş Avrupa normları da yeterlidir.
Öte yandan şunu da söylemekte yarar var. Devlet anaokullarına azınlık ailelerinin çocuklarını göndermeleri, yine azınlık içerisindeki bir kesim tarafından yoğun şekilde eleştirilmektedir. Mesela günümüzde revaçta olan “mahalle baskısı” taktiğiyle, azınlık basını da kullanılarak devlet anaokuluna çocuklarını gönderenleri hedef tahtasına oturtmak acaba ne kadar doğrudur? Zaten şu anda devlet anaokulu dışında herhangi bir alternatif yoktur. Bu sene eğitim-öğretim yılı başında yine azınlık basınında, ebeveynlerin çocuklarını devlet anaokuluna göndermemeleri çağrısında bulunulmuş ve göndermeyenlere uygulanacak 50 euro cezayı devletin tahsil edemeyeceği iddiasında bulunulmuştur. Tabii burada teknik bir ayrıntıdan bahsedilebilir. Çünkü Yunanistan’daki azınlık eğitimi 6 yılla sınırlıdır.
Yani zorunlu eğitim, devlet okulunda okuyana 10 yıl iken, azınlık okulunda okuyana 6 yıldır. Böylece “azınlık ilkokuluna başlayacak bir öğrencinin, devlet anaokuluna gitme zorunluluğu bulunmamaktadır” savınını öne sürmektedirler. Bu konu ayrıca işlenmeye ve teferruatıyla incelenmeye açık bir mevzudur. Fakat herhalükarda çocuğunu devlet anaokuluna göndermek isteyen gönderebilmeli ve buna kimsenin karışmaması ve kişilerin tercihlerine saygı gösterilmesi gerekir. Asimilasyon ifadesi kullanılırken de dikkatli kullanılmalıdır.
İşin bir diğer en enteresan yanı ise, azınlığın elit tabakasının neredeyse tamamı kendi çocuklarını devlet okullarına göndermeyi tercih etmektedir. Fakat normal bir azınlık insanı çocuğunu devlet okuluna gönderdiğinde, aynı tabaka tarafından “asimilasyon” tehdidiyle uyarılmaktadır. Biraz dürüst olalım. Öyle yazıldığı çizildiği gibi her şeyden asimile olunsaydı bu azınlık çoktan asimile olurdu. Mesela Batı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği çatısı altında faliyet gösteren Genç Akademisyenler Topluluğu devlet üniversitelerinde eğitim gören ünivesiteli öğrencilerden oluşmakta ve ülkenin farklı şehirlerinde şubeler açmaktadır. Bu çocuklar Yunanistan devlet üniversitelerinde okudukları halde neden denildiği gibi kolayca asimile olmadılar?
Devlet anaokuluna, ortaokulu ve lisesine ve ünivesitesine gitmekle asimile olunacağını iddia etmek pek gerçekçi bir yaklaşım olmasa gerekir. Bu sadece ve sadece bir tercih meselesidir. Azınlık kendi içerisinde bu konuda birbirini eleştirmemeli, herkesin tercihlerine saygı gösterilmelidir.
Şu konuda azınlık hemfikirdir. Anadilde eğitim hakkına anaokullarında da sahip olunmalıdır. Elbette böyle kısa bir yazıda böylesine çetrefilli bir konuyu tam olarak anlatabilmek mümkün değil. Fakat hiç değilse şu gerçeği söyleyerek yazımı bitireyim. Hangisi olmuş hiç önemli değil, her halükarda azınlığın çiftdilli anaokulu talebi doğal ve makul bir taleptir.
Etiketler: 44. SAYI, Aydın Bostancı
TBMM Başkanı Köksal Toptan Batı Trakya Ergenekon’unu savunuyor
Azınlıkça
Sayı:44
Şubat 2009
İbram Onsunoğlu
ibram@tellas.gr
Makaleyi Azınlıkça'da yayımlanan şekliyle PDF formatında okumak için TUŞLAYINIZ
Aşağıda size bir haberi okutacağız.
7 Ocak 2009 tarihinde Tekirdağ’da Dr. Sadık Ahmet Köprüsü, TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın katılımıyla törenle hizmete girdi. Köksal Toptan, açılışta yaptığı konuşmada şöyle dedi:
“Benim için böylesine bir törende bulunmak çok yönlü anlamlar ifade etmektedir. Bunlardan bir tanesi, kuşkusuz, bu yöreye, iki mahalleyi birbirine bağlayan bu köprünün vatandaşlarımıza hizmet verecek olmasıdır. İkincisi, bu köprünün adından kaynaklanır. Dr. Sadık Ahmet, Türk dünyasının, Batı Trakya Türklüğünün önder isimlerinden bir tanesidir. Ama Dr. Sadık Ahmet, benim için, adı gibi bir sadık arkadaştı, bir dosttu, bir kardeşti, bir can parçasıydı. Onun için onun adı geçen her yerde benim içim titrer ve gururlanırım... O gerçekten bizim için, Türklük için, dünya Türklüğü için bir bayrak isimdi. Kadirşinas milletimiz, yerel yönetimlerimiz, Türkiye’nin her yerinde bir önemli esere onun adını vermek suretiyle vefa göstermenin yanında çok ta anlamlı ve büyük bir hizmet yerine getirmektedir. Bu isimleri yalnızca Batı Trakya’nın değil, Türk dünyasının tanıması lazım. Bu isimleri sadece bizim değil, gelecek kuşakların da bilmesi lazım. Tekirdağ belediyesinin bir vefa duygusuyla yaptırdığı, ismini verdiği bu köprü hizmet verdikçe Sadık Ahmet ismi yaşayacak ve buradan geçen Yunanlılar Sadık Ahmet’e Tekirdağ ve Türkiye’de ne şekilde sahip çıkıldığını görmüş olacaklar. Bu nedenle anlamlı bir köprünün açılışında hep beraber bulunuyoruz. Bu nedenle sayın Ahmet Aygün’e ve çalışma arkadaşlarına teşekkürlerimi, şükranlarımı sunmak istiyorum. Dileğim, Batı Trakya’nın, Türkiye’mizin, bütün Türk dünyasının böyle liderler yetiştirmesidir. Böyle liderler bizi istediğimiz, umduğumuz, hayal ettiğimiz hedeflere, Büyük Türk Devletine götürür....”
***
Şimdi, bir anavatan politikacısı ile çatışma ve istenmeyenler listesindeki yerimizi sağlamlaştırma pahasına da olsa, kendi kendimizle temel bir tutarlılık içinde azınlık gerçekleri ve tarihi adına bu yukarıdaki konuşmayı eleştirip kınamamamız mümkün değil.
Köksal Toptan, Türk Azınlığının Derin Devlet-Ergenekon güdümüne sokulduğu, Türkiye ile ilişkilerinin en karanlık, en korkulu, Azınlık için en travmatik 1986-96 dönemini aklamaya ve meşrulaştırmaya çalışıyor. O akıl almaz müdahelenin yol açtığı bunalımdan toplum olarak yeni yeni kendimize gelirken, fakat Azınlıktaki genç kuşaklar üstündeki yozlaştırıcı etkisini ve dayattığı değer anarşisini hâlâ şiddetle hissederken. Böylece, sanki, “Bir kez daha asla faşizm!” diyerek lanetlediğimiz o dönemin geri gelebileceğini anımsatıyor bize Köksal Toptan. Batı Trakya Ergenekon’unu savunuyor.
Türkiye’deki Ergenekon kötü, Batı Trakya’daki iyi olamaz.
Sadık Ahmet, Derin Devlet-Ergenekon’un Türk Azınlığına zorla diktiği ve azınlık çıkarları ile hiçbir ilişkisi olmayan amaçlarda kullandığı kişidir. “Lider”se, Azınlığın değil, olsa olsa Ergenekon’undur.
Sonra, “böyle liderler bizi hayal ettiğimiz Büyük Türk Devletine götürür” demek te ne ne demek? Bu ne biçim sayıklamadır! Bir Batıtrakyalının Köksal’ın hayal ettiği “Büyük Türk Devleti” oluşumuna, neyse bu, ne katkısı olabilir? Bunun ne biçim çağrışımlara meydan vereceğini düşünemiyor mu?
Ayrıca Köksal, “buradan geçen Yunanlılar Sadık Ahmet’e Türkiye’de nasıl sahip çıkıldığını görecekler” diyerek Yunanlılarla maytap oynuyor ve onları tahrik ediyor.
İstanbul’da Patrikhanenin önünden geçen sokağa “Sadık Ahmet” adının verildiği gibi. Maytap oynamak ve tahrik etmek.
***
Konuyu güncelleştirelim.
Türkiye’deki “Ergenekon” oluşumu ile ilgili ifşaatı ve gelişmeleri izliyoruz. Çoktandır gündemde olan “Derin Devlet” yapılanmasının bir tezahürü bu. “Susurluk”, konuyu geniş tartışmaya açan ilk tezahürüydü.
“Derin Devlet, Susurluk ve Ergenekon”, özetle, “devlet içinde çete kurmak” gibi ortak bir suçlamayla karşı karşıya.
“Devlet çetelerinin” kuruluşu, devletin ve rejimin güvenliği uğruna, teröre, Ermeni sorununa ve PKK’ya, ayrıca irticaya karşı mücadele ile gerekçeleniyor.
Bir başka deyişle, başlangıçta misyon “millî” olarak gösteriliyor. Amaç, onları devletin açıkça yapamadığı kirli işlerde kullanmak. Yani devlet temiz, çeteler kirli.
Şimdi, her otoriter, antidemokratik ve iki yüzlü devlet yapılanmasının zaman zaman başvurduğu yollar belki bunlar, yalnızca Türkiye’ye özgü değil. Hele bir devlet, Türkiye gibi güvenlik sorunlarıyla karşılaşıyor ve bunların çözümü için demokratik yöntemler yerine otoriter olanları seçiyorsa.
Türkiye’ye özgü yanı, olayın genişliği, derinliği ve yaygınlığı. Ve işlenen korkunç cinayetler, “faili meçhuller”, santajlar, ağır adi suçlar. İyice mafyalaştıktan sonra bile “millî çetelerin ve millî tetikçilerin” sorgulanıp yargı önüne çıkarılması yönünde siyasî irade yokluğu veya eksikliği.
Konuyu baştan alalım. “Devlet çetelerinin” kuruluşu, devlet erki kullanan kurumların, hiç olmazsa bunlardan bazı birimlerin, isterseniz münferit yetkililerin deyin, bilgisi, onayı, yönlendirilmesi, doğrudan katkısı, kararı, desteği ve örtüsü dışında gerçekleşmiş olamaz. Nasıl olmuşsa olsun, hepsi sorumlu. Atatürk’ün hayal ettiği batı demokrasisinin büyük açığı.
Bu çeteler, istihbarat teşkilatı gibi bir şey. Ama yasal ve resmî değil, gayriresmî ve yasadışı, gizli, denetimi belirsiz, başına buyruk hareket edebilen, yaptıklarından hesap vermeyen, yasadışı faaliyetleri ortaya çıkınca devlet tarafından örtbas edilen. Tabiî bütün bunlar bir noktaya kadar.
Bu nokta, bir tesadüf eseri, Susurluk’ta aşıldı. Ardından Meclis araştırması, yargı derken, üstüne kapak çekildi. Mesut Yımaz, “devletin âli menfaatleri” için Susurluk’u örtbas etmeye nasıl katkıda bulunduğunu şimdi itiraf ediyor.
Bu nokta şimdi de Ergenekon’la aşıldı. AK Parti iktidarı, laiklik ve cumhuriyet elden gidiyor iddiasıyla kendisine karşı girişilen darbe hazırlığının ve darbe amaçlı provokasyon ve terör hazırlıklarının ciddi boyutlara ulaştığını görünce olayın üzerine gitti. Tutuklanan emekli ve muvazzaf subaylar, ulusalcılar, adı Susurluk’a karışmış kişiler, ve yargılama başladı.
Bu kez örtbas etme çabaları daha bir şiddetle yürütülüyor, İslamcı hükümet daha kararlı göründüğü için. Ama bu arada Ergenekon’a ve devlet çetelerine atfedilen geçmişteki adam öldürmeler, santajlar ve provokasyonlar da çorap ilmiği gibi sökülmeye başladı, bunları örtmek pek kolay olmasa gerek.
Yine de Derin Devlet yapılanmasından Türkiye’nin kurtulması pek mümkün görünmüyor. Zira ilerici, laik ve kemalist diye bildiğimiz elit ve yönetici sınıfların büyük bir bölümünde kültür olmuş. Bu kültürden AK partili önde gelenlerin bir bölümü de muaf değil.
“Ergenekon içimizde.”
Ergenekon’un bir de yurtdışı uzantıları var. Bunlar, “malum ve makul” nedenler yüzünden araştırılmayacaktır.
Batı Trakya uzantısı var. Bunu Türkiye’de araştırmak “yasak”. Biz araştırmazsak, Batıtrakyalılığımızı inkâr etmiş olacağız.
Batı Trakya uzantısı, birkaç kez değindiğimiz gibi, Susurluk’ta Abdullah Çatlı ile Sadık Ahmet ilişkisinin ifşa edilmesiyle öğrenildi. Elimizdeki somut bilgiler pek az: Sadık Ahmet’in Çatlı’yla Almanya ve İstanbul’da sık sık buluştuğu biliniyor. Bilinenler arasında, Sadık’ın İzmir’de bir işini yapmak için Çatlı çetesinden yardım istediği ve çetenin tehditiyle işini yaptığı, Sadık’ın ölümünde Çatlı’nın Gümülcine’ye gelmeyi göze alıp cenaze törenine katıldığı gibi kanıtlı olaylar var. Adı birçok adam öldürme olayına ve daha bir sürü uyuşturucu kaçakçılığı dahil adi suça karışmış en ünlü “devlet çetecisi” Abdullah Çatlı ile Sadık Ahmet ilişkisinin içeriği “açık bir muamma”.
Ama bu ilişki, Sadık’ın unutulması şöyle dursun, tümsel bir muvafakat içinde Türkiye’deki ününün gittikçe daha da artmasını sağlıyor. Ölmeyen Ergenekon ruhunun zaferi!
Ergenekon liderlerinden biri olarak gösterilen eski JİTEM başkanı emekli general Veli Küçük’ün karargâh olarak kullandığı yerlerden biri de, İskeçe Şahin kökenli Süleyman Sefer’in sahibi olduğu “Yeni Batı Trakya” dergisinin bürosu. General Küçük derginin yazı kurulunda yer alıyor ve orada yazılar yazıyor.
Ergenekon patlak verince, MGK genel sekreteri eski Atina büyükelçisi Burcuoğlu’nun Süleyman Sefer’i ödüllendirmeye koşması, Batı Trakya uzantısının dokunulmazlığını ilan ediyordu. (Köprü açılış töreninde Burcuoğlu da hazır bulunuyordu.)
Bunun sonucunda binlerce sayfalık Ergenekon iddianemesinde karargâh olarak kullanılan dergi bürosundan hiç söz edilmediği gibi, her yer tiftik tiftik edilirken orada kabaca bir araştırma bile yapılmadığı anlaşılıyor.
Bu da Ergenekon’un bir başka zaferi.
Sorgulanırken bile dayatıyor.
KKTC cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Mehmet Emin Aga’nın ta Kıbrıs’a gidip ulusalcı tarafın saflarında ve Mehmet Ali Talat aleyhinde propaganda yapması da Ergenekon’un bir işiydi. Yine Aga’nın Ergenekon liderlerinden biri olarak gösterilen Doğu Perinçek’e ödül vermesini (nereden nerereye) aynı çerçeve içine almak gerek.
***
BT Türk Azınlığı, 1986-96 yılları arasında Derin Devlet-Ergenekon güdümüne sokuldu. Tarihler tahminîdir, uygulamalardan ve yaşananlardan çıkarılmıştır, dolayısıyla ne başlangıç tarihi ne de son buluş tarihi kesindir. Bu yaklaşık 10 yıl, Azınlığın Türkiye ile ilişkilerinde en karanlık, en korkulu, azınlık koşullarında Ergenekon terörünün kol gezdiği, en travmatik bir dönemdir.
Sadık Ahmet te, bu terörü en kinik bir şekilde uygulayan, Azınlığa Ergenekon dikmesi bir kişidir; Türkiye ve Batı Trakya’da yürütülen eşi görülmedik bir kampanyadan ve korkunç bir psikolojik savaştan sonra. Onun “azınlıkçılık ideolojisini” kendi ifadeleriyle şöyle özetlemek mümkündür: “Ben politikadan anlamam, bana var mı para kazanmak.” Bu ilkesini nasıl uyguladğına dair özdeyişi: “Bizim Azınlık kazıklanmaktan anlar.” Daha sonra, “lider” olarak dayatıldıktan sonra, politik söyleminden seçmeler: “Ben o azınlık solcularının Türkiye’de ayaklarını kırdırtacağım. Bana oy vermeyenleri sınırda MİT arabası bekliyor. Kara Listedikelerin sayısı iki yüzden iki bine çıkarılırsa Azınlık rahat edecektir. Partili azınlık adayları KİP (Yunan İstihbarat) ajanıdır. Hülya Emin haindir. Mehmet Emin Aga’ya: Ben seni, seni besleyen yerlerin eliyle terbiye ettireceğim. Hasan Hatipoğlu için: O moruk, 70 yaşına basmış o moruk ne karışıyor! Ben daha 46 yaşındayım. Avukat Hasan İmamoğlu için, onun müşterilerine hitaben: O gâvurcuya gitmeyin!...”
Siz kimi kandırıyorsunuz sayın Köksal?
Bir Devlet Çetesi mensubu, bir demeci yüzünden öfkelendiği eski başbakanlardan Mesut Yılmaz’ı ta Budapeşte’de korumasız bulup ona bir yumruk atmış ve burnunu kırmıştı. Bizimkisi de aynı; Mehmet Emin Aga yüzünden İskeçe’de kavga ettiği Başkonsolos Hakan Okçal’ı Türk parlamenterler önünde “Ben de seni Türkiye’den geldiğin köye sürgüne göndermezsem, bana da Sadık Ahmet demesinler.” diye tehdit etmişti. Ergenekon bu sana. Yapar mı yapar.
Hiçbir Toptan Köksal, bu azınlık gerçeğini toptan ve kökten değiştiremez. Ne köprü kurarak ne cami açarak.
Sayı:44
Şubat 2009
İbram Onsunoğlu
ibram@tellas.gr
Makaleyi Azınlıkça'da yayımlanan şekliyle PDF formatında okumak için TUŞLAYINIZ
Aşağıda size bir haberi okutacağız.
7 Ocak 2009 tarihinde Tekirdağ’da Dr. Sadık Ahmet Köprüsü, TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın katılımıyla törenle hizmete girdi. Köksal Toptan, açılışta yaptığı konuşmada şöyle dedi:
“Benim için böylesine bir törende bulunmak çok yönlü anlamlar ifade etmektedir. Bunlardan bir tanesi, kuşkusuz, bu yöreye, iki mahalleyi birbirine bağlayan bu köprünün vatandaşlarımıza hizmet verecek olmasıdır. İkincisi, bu köprünün adından kaynaklanır. Dr. Sadık Ahmet, Türk dünyasının, Batı Trakya Türklüğünün önder isimlerinden bir tanesidir. Ama Dr. Sadık Ahmet, benim için, adı gibi bir sadık arkadaştı, bir dosttu, bir kardeşti, bir can parçasıydı. Onun için onun adı geçen her yerde benim içim titrer ve gururlanırım... O gerçekten bizim için, Türklük için, dünya Türklüğü için bir bayrak isimdi. Kadirşinas milletimiz, yerel yönetimlerimiz, Türkiye’nin her yerinde bir önemli esere onun adını vermek suretiyle vefa göstermenin yanında çok ta anlamlı ve büyük bir hizmet yerine getirmektedir. Bu isimleri yalnızca Batı Trakya’nın değil, Türk dünyasının tanıması lazım. Bu isimleri sadece bizim değil, gelecek kuşakların da bilmesi lazım. Tekirdağ belediyesinin bir vefa duygusuyla yaptırdığı, ismini verdiği bu köprü hizmet verdikçe Sadık Ahmet ismi yaşayacak ve buradan geçen Yunanlılar Sadık Ahmet’e Tekirdağ ve Türkiye’de ne şekilde sahip çıkıldığını görmüş olacaklar. Bu nedenle anlamlı bir köprünün açılışında hep beraber bulunuyoruz. Bu nedenle sayın Ahmet Aygün’e ve çalışma arkadaşlarına teşekkürlerimi, şükranlarımı sunmak istiyorum. Dileğim, Batı Trakya’nın, Türkiye’mizin, bütün Türk dünyasının böyle liderler yetiştirmesidir. Böyle liderler bizi istediğimiz, umduğumuz, hayal ettiğimiz hedeflere, Büyük Türk Devletine götürür....”
***
Şimdi, bir anavatan politikacısı ile çatışma ve istenmeyenler listesindeki yerimizi sağlamlaştırma pahasına da olsa, kendi kendimizle temel bir tutarlılık içinde azınlık gerçekleri ve tarihi adına bu yukarıdaki konuşmayı eleştirip kınamamamız mümkün değil.
Köksal Toptan, Türk Azınlığının Derin Devlet-Ergenekon güdümüne sokulduğu, Türkiye ile ilişkilerinin en karanlık, en korkulu, Azınlık için en travmatik 1986-96 dönemini aklamaya ve meşrulaştırmaya çalışıyor. O akıl almaz müdahelenin yol açtığı bunalımdan toplum olarak yeni yeni kendimize gelirken, fakat Azınlıktaki genç kuşaklar üstündeki yozlaştırıcı etkisini ve dayattığı değer anarşisini hâlâ şiddetle hissederken. Böylece, sanki, “Bir kez daha asla faşizm!” diyerek lanetlediğimiz o dönemin geri gelebileceğini anımsatıyor bize Köksal Toptan. Batı Trakya Ergenekon’unu savunuyor.
Türkiye’deki Ergenekon kötü, Batı Trakya’daki iyi olamaz.
Sadık Ahmet, Derin Devlet-Ergenekon’un Türk Azınlığına zorla diktiği ve azınlık çıkarları ile hiçbir ilişkisi olmayan amaçlarda kullandığı kişidir. “Lider”se, Azınlığın değil, olsa olsa Ergenekon’undur.
Sonra, “böyle liderler bizi hayal ettiğimiz Büyük Türk Devletine götürür” demek te ne ne demek? Bu ne biçim sayıklamadır! Bir Batıtrakyalının Köksal’ın hayal ettiği “Büyük Türk Devleti” oluşumuna, neyse bu, ne katkısı olabilir? Bunun ne biçim çağrışımlara meydan vereceğini düşünemiyor mu?
Ayrıca Köksal, “buradan geçen Yunanlılar Sadık Ahmet’e Türkiye’de nasıl sahip çıkıldığını görecekler” diyerek Yunanlılarla maytap oynuyor ve onları tahrik ediyor.
İstanbul’da Patrikhanenin önünden geçen sokağa “Sadık Ahmet” adının verildiği gibi. Maytap oynamak ve tahrik etmek.
***
Konuyu güncelleştirelim.
Türkiye’deki “Ergenekon” oluşumu ile ilgili ifşaatı ve gelişmeleri izliyoruz. Çoktandır gündemde olan “Derin Devlet” yapılanmasının bir tezahürü bu. “Susurluk”, konuyu geniş tartışmaya açan ilk tezahürüydü.
“Derin Devlet, Susurluk ve Ergenekon”, özetle, “devlet içinde çete kurmak” gibi ortak bir suçlamayla karşı karşıya.
“Devlet çetelerinin” kuruluşu, devletin ve rejimin güvenliği uğruna, teröre, Ermeni sorununa ve PKK’ya, ayrıca irticaya karşı mücadele ile gerekçeleniyor.
Bir başka deyişle, başlangıçta misyon “millî” olarak gösteriliyor. Amaç, onları devletin açıkça yapamadığı kirli işlerde kullanmak. Yani devlet temiz, çeteler kirli.
Şimdi, her otoriter, antidemokratik ve iki yüzlü devlet yapılanmasının zaman zaman başvurduğu yollar belki bunlar, yalnızca Türkiye’ye özgü değil. Hele bir devlet, Türkiye gibi güvenlik sorunlarıyla karşılaşıyor ve bunların çözümü için demokratik yöntemler yerine otoriter olanları seçiyorsa.
Türkiye’ye özgü yanı, olayın genişliği, derinliği ve yaygınlığı. Ve işlenen korkunç cinayetler, “faili meçhuller”, santajlar, ağır adi suçlar. İyice mafyalaştıktan sonra bile “millî çetelerin ve millî tetikçilerin” sorgulanıp yargı önüne çıkarılması yönünde siyasî irade yokluğu veya eksikliği.
Konuyu baştan alalım. “Devlet çetelerinin” kuruluşu, devlet erki kullanan kurumların, hiç olmazsa bunlardan bazı birimlerin, isterseniz münferit yetkililerin deyin, bilgisi, onayı, yönlendirilmesi, doğrudan katkısı, kararı, desteği ve örtüsü dışında gerçekleşmiş olamaz. Nasıl olmuşsa olsun, hepsi sorumlu. Atatürk’ün hayal ettiği batı demokrasisinin büyük açığı.
Bu çeteler, istihbarat teşkilatı gibi bir şey. Ama yasal ve resmî değil, gayriresmî ve yasadışı, gizli, denetimi belirsiz, başına buyruk hareket edebilen, yaptıklarından hesap vermeyen, yasadışı faaliyetleri ortaya çıkınca devlet tarafından örtbas edilen. Tabiî bütün bunlar bir noktaya kadar.
Bu nokta, bir tesadüf eseri, Susurluk’ta aşıldı. Ardından Meclis araştırması, yargı derken, üstüne kapak çekildi. Mesut Yımaz, “devletin âli menfaatleri” için Susurluk’u örtbas etmeye nasıl katkıda bulunduğunu şimdi itiraf ediyor.
Bu nokta şimdi de Ergenekon’la aşıldı. AK Parti iktidarı, laiklik ve cumhuriyet elden gidiyor iddiasıyla kendisine karşı girişilen darbe hazırlığının ve darbe amaçlı provokasyon ve terör hazırlıklarının ciddi boyutlara ulaştığını görünce olayın üzerine gitti. Tutuklanan emekli ve muvazzaf subaylar, ulusalcılar, adı Susurluk’a karışmış kişiler, ve yargılama başladı.
Bu kez örtbas etme çabaları daha bir şiddetle yürütülüyor, İslamcı hükümet daha kararlı göründüğü için. Ama bu arada Ergenekon’a ve devlet çetelerine atfedilen geçmişteki adam öldürmeler, santajlar ve provokasyonlar da çorap ilmiği gibi sökülmeye başladı, bunları örtmek pek kolay olmasa gerek.
Yine de Derin Devlet yapılanmasından Türkiye’nin kurtulması pek mümkün görünmüyor. Zira ilerici, laik ve kemalist diye bildiğimiz elit ve yönetici sınıfların büyük bir bölümünde kültür olmuş. Bu kültürden AK partili önde gelenlerin bir bölümü de muaf değil.
“Ergenekon içimizde.”
Ergenekon’un bir de yurtdışı uzantıları var. Bunlar, “malum ve makul” nedenler yüzünden araştırılmayacaktır.
Batı Trakya uzantısı var. Bunu Türkiye’de araştırmak “yasak”. Biz araştırmazsak, Batıtrakyalılığımızı inkâr etmiş olacağız.
Batı Trakya uzantısı, birkaç kez değindiğimiz gibi, Susurluk’ta Abdullah Çatlı ile Sadık Ahmet ilişkisinin ifşa edilmesiyle öğrenildi. Elimizdeki somut bilgiler pek az: Sadık Ahmet’in Çatlı’yla Almanya ve İstanbul’da sık sık buluştuğu biliniyor. Bilinenler arasında, Sadık’ın İzmir’de bir işini yapmak için Çatlı çetesinden yardım istediği ve çetenin tehditiyle işini yaptığı, Sadık’ın ölümünde Çatlı’nın Gümülcine’ye gelmeyi göze alıp cenaze törenine katıldığı gibi kanıtlı olaylar var. Adı birçok adam öldürme olayına ve daha bir sürü uyuşturucu kaçakçılığı dahil adi suça karışmış en ünlü “devlet çetecisi” Abdullah Çatlı ile Sadık Ahmet ilişkisinin içeriği “açık bir muamma”.
Ama bu ilişki, Sadık’ın unutulması şöyle dursun, tümsel bir muvafakat içinde Türkiye’deki ününün gittikçe daha da artmasını sağlıyor. Ölmeyen Ergenekon ruhunun zaferi!
Ergenekon liderlerinden biri olarak gösterilen eski JİTEM başkanı emekli general Veli Küçük’ün karargâh olarak kullandığı yerlerden biri de, İskeçe Şahin kökenli Süleyman Sefer’in sahibi olduğu “Yeni Batı Trakya” dergisinin bürosu. General Küçük derginin yazı kurulunda yer alıyor ve orada yazılar yazıyor.
Ergenekon patlak verince, MGK genel sekreteri eski Atina büyükelçisi Burcuoğlu’nun Süleyman Sefer’i ödüllendirmeye koşması, Batı Trakya uzantısının dokunulmazlığını ilan ediyordu. (Köprü açılış töreninde Burcuoğlu da hazır bulunuyordu.)
Bunun sonucunda binlerce sayfalık Ergenekon iddianemesinde karargâh olarak kullanılan dergi bürosundan hiç söz edilmediği gibi, her yer tiftik tiftik edilirken orada kabaca bir araştırma bile yapılmadığı anlaşılıyor.
Bu da Ergenekon’un bir başka zaferi.
Sorgulanırken bile dayatıyor.
KKTC cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Mehmet Emin Aga’nın ta Kıbrıs’a gidip ulusalcı tarafın saflarında ve Mehmet Ali Talat aleyhinde propaganda yapması da Ergenekon’un bir işiydi. Yine Aga’nın Ergenekon liderlerinden biri olarak gösterilen Doğu Perinçek’e ödül vermesini (nereden nerereye) aynı çerçeve içine almak gerek.
***
BT Türk Azınlığı, 1986-96 yılları arasında Derin Devlet-Ergenekon güdümüne sokuldu. Tarihler tahminîdir, uygulamalardan ve yaşananlardan çıkarılmıştır, dolayısıyla ne başlangıç tarihi ne de son buluş tarihi kesindir. Bu yaklaşık 10 yıl, Azınlığın Türkiye ile ilişkilerinde en karanlık, en korkulu, azınlık koşullarında Ergenekon terörünün kol gezdiği, en travmatik bir dönemdir.
Sadık Ahmet te, bu terörü en kinik bir şekilde uygulayan, Azınlığa Ergenekon dikmesi bir kişidir; Türkiye ve Batı Trakya’da yürütülen eşi görülmedik bir kampanyadan ve korkunç bir psikolojik savaştan sonra. Onun “azınlıkçılık ideolojisini” kendi ifadeleriyle şöyle özetlemek mümkündür: “Ben politikadan anlamam, bana var mı para kazanmak.” Bu ilkesini nasıl uyguladğına dair özdeyişi: “Bizim Azınlık kazıklanmaktan anlar.” Daha sonra, “lider” olarak dayatıldıktan sonra, politik söyleminden seçmeler: “Ben o azınlık solcularının Türkiye’de ayaklarını kırdırtacağım. Bana oy vermeyenleri sınırda MİT arabası bekliyor. Kara Listedikelerin sayısı iki yüzden iki bine çıkarılırsa Azınlık rahat edecektir. Partili azınlık adayları KİP (Yunan İstihbarat) ajanıdır. Hülya Emin haindir. Mehmet Emin Aga’ya: Ben seni, seni besleyen yerlerin eliyle terbiye ettireceğim. Hasan Hatipoğlu için: O moruk, 70 yaşına basmış o moruk ne karışıyor! Ben daha 46 yaşındayım. Avukat Hasan İmamoğlu için, onun müşterilerine hitaben: O gâvurcuya gitmeyin!...”
Siz kimi kandırıyorsunuz sayın Köksal?
Bir Devlet Çetesi mensubu, bir demeci yüzünden öfkelendiği eski başbakanlardan Mesut Yılmaz’ı ta Budapeşte’de korumasız bulup ona bir yumruk atmış ve burnunu kırmıştı. Bizimkisi de aynı; Mehmet Emin Aga yüzünden İskeçe’de kavga ettiği Başkonsolos Hakan Okçal’ı Türk parlamenterler önünde “Ben de seni Türkiye’den geldiğin köye sürgüne göndermezsem, bana da Sadık Ahmet demesinler.” diye tehdit etmişti. Ergenekon bu sana. Yapar mı yapar.
Hiçbir Toptan Köksal, bu azınlık gerçeğini toptan ve kökten değiştiremez. Ne köprü kurarak ne cami açarak.
Etiketler: 44. SAYI, İbram Onsunoğlu
Dil, toplum, sanat
Azınlıkça
Sayı:44
Şubat 2009
Hakan Mümin
hakmumin@yahoo.gr
Makaleyi Azınlıkça'da yayımlanan şekliyle PDF formatında okumak için TUŞLAYINIZ
Dil yaşam için gerekli olan en önemli etkinliktir. Dil, duygu ve düşüncelerimizi anlatmakla kalmaz, aynı zamanda insanlarla iletişim kurmamızı da sağlar. Dil bir de, Tülay Çellek’in de belirttiği gibi geçmişe bağ, geleceğe köprüdür. Bu nedenle birçok alanın konusu olmuştur dil; felsefe, mantık, psikoloji, sanat gibi.
Dil üzerine birçok yorumlar yapılmış, fikirler belirtilmiştir. Genelde varılan nokta hep şu olmuştur; “Bir dil, bir insan.” Doğrudur... Dil bizi hayata bağlar, özgür kılar, yitirilirse özgürlük de yitirilir. Eğer diliniz zenginse, siz de zenginsiniz demektir. Düşünceleriniz, ruhunuz çevrenizi etkiler, duygu ve hayal gücünüz daha bir netlik kazanır.
Düşünce dille anlam bulur, netleşir ve başkalarına aktarılır ve bir toplumda düşünce gelişirse, o toplumun dili de gelişir. Toplumları, ulusları birbirinden ayrı kılan, onlara kimlik kazandıran da yine dildir. Dış görünüşler değişebilir; gençlik gider yaşlılık gelir, bu yıl giydiklerimiz gelecek yıl moda olmayabilir ve yeni kıyafetlere ihtiyaç duyarız o zaman. Ancak dil kendi özgün yapısı içinde yok olmaz, gereksinmelere göre değişir, gelişir. Bir başka deyişle, dil insanın gelişimini sağlar. Toplum geliştikçe kavramlar da gelişir ve dil nereye giderse insan da, oraya gider.
Dil hakkında bir de şunu söyleyebiliriz; dil ulusaldır ve insana özgüdür. Bir kültür yaratma da dilden geçer. Dil gelişimi kültürün de gelişimidir. Her toplumun kendi özellikleri, özdeyişleri, deyimleri, şiirleri vardır. Bu durumda, dil görüş çeşitliliğidir.
Buraya kadar size dilin insan hayatındaki önemini aktarmaya çalıştım. Şimdi dilin bir başka yüzüne değinmek istiyorum; sanat diline...
Sanatçının dili ne kadar zengin ya da kuvvetliyse, sanatı da o kadar zengin ve sağlam olur. Dünya görüşünde de çok büyük farklılıklar ortaya çıkar; politikacıların başaramadığını “dostluk” ve “barış” gibi insancıl değerleri bu sanatçılar başarır. İnsanlar son yıllarda sanata değer vermese de, sanat insana insan olduğu için değer verir. Sanat insanı etkilemek için vardır. İnsan da ondan haz almalıdır.
2004 yılında Sapanca’da yapılan “Uluslararası Şiir Akşamları” etkinliğine katıldım. Çok değerli şairler vardı. İlhan Berk de oradaydı. Bir sohbet anında bizim Yunanistan’dan geldiğimizi öğrenince, şu soruyu yöneltti bize; “Yunanca şiir yazıyor musunuz?” Cevabımız “Hayır!..” oldu. Çok şaşırdı. “Ama biz, Batı Trakyalıyız...” diyecektik, sözümüzü kesti ve “Yazmalısınız, yazmalısınız...” dedi.
İlhan Berk bugün aramızda yok. Ama onun o günkü sözleri hala kafamın bir yerinde. Azınlık olarak bugüne kadar acılarımızı, sıkıntılarımızı, uğradığımız haksızlıkları hep Türkçe anlattık, gerek şiir aracılığıyla, gerek öykülerle, romanlarla... Kime anlattık? Kendimize. Kızdık; kızgınlığımızı yine kendimize anlatttık. Ezildik; ezikliğimizi yine kendimize anlattık. Bir türlü kabuğumuzdan dışarı çıkamadık. Oysa dertlerimizi, acılarımızı Yunanca da anlatsaydık ne olurdu ki?.. Bizi anlamaya çalışan kişilerin, acılarımızı paylaşacakların sayısı artmaz mıydı?.. Öyle zannediyorum ki, durum bugünkünden çok daha farklı olurdu. Olumlu yönden söylüyorum bunu.
Ancak bizde eskiden kalma bir zihniyet var; “Yunanca konuşma!”, “Yunanca yazma!” Bu zihniyet bizi nereye götürecek. Yunanistan’da yaşıyoruz. Yunanlıya derdimizi anlatmayacağız da kime anlatacağız? Hakkımızı kimden isteyeceğiz, ya da kimden arayacağız? Neyse ki, eskiden kalma bu zihniyet son yıllarda gençlerimiz tarafından benimsenmiyor. Gençlerimiz her şeyin farkında; bir “umut çiçeği” onlar...
Konum Yunanca şiir yazıp yazmamamızdı. İbram Onsunoğlu “Şafak” dergisinde yanılmıyorsam, Yunanca’dan Türkçe’ye birkaç şiir tercüme etmişti. Daha sonraları Şefaat Ahmet Yunanca şiirlerle dolu bir şiir kitabı yayımladı ve son olarak da Şefaat’in babası Dr. Hasan Ahmet. Ne güzel!.. Keşke hepimiz o bildiğimiz Yunanca ile acılarımızı, dertlerimizi, sıkıntılarımızı “çoğunluğa” anlatabilsek. Eminim ki, o zaman “çoğunluk” da bizi daha iyi anlayacak. Politikacılardan değil, sivil toplumdan söz ediyorum. Dilden başka insanı insan yapan “vicdan” meselesi de var. Bu yüzden diyorum, sivil toplum.
Yerel Türkçe basında da durum aynı. Azınlık gazetecilerinin Yunanca bir makalesini ya da bir köşe yazısını gazetelerinde okumuş değilim. Gazetelerinde yalnız birkaç Yunanca ilan var, o kadar.
Neden Yunanca yazmıyoruz? Önemli bir soru kanımca. Mesele “iyi derecede Yunanca bilmiyoruz” meselesi değil. Başka etkenler olmalı işin içinde... Aklı başında her insanın böyle düşündüğünü biliyorum. “Dil nereye giderse, toplum da oraya gider” korkusunu yenelim artık.
Sayı:44
Şubat 2009
Hakan Mümin
hakmumin@yahoo.gr
Makaleyi Azınlıkça'da yayımlanan şekliyle PDF formatında okumak için TUŞLAYINIZ
Dil yaşam için gerekli olan en önemli etkinliktir. Dil, duygu ve düşüncelerimizi anlatmakla kalmaz, aynı zamanda insanlarla iletişim kurmamızı da sağlar. Dil bir de, Tülay Çellek’in de belirttiği gibi geçmişe bağ, geleceğe köprüdür. Bu nedenle birçok alanın konusu olmuştur dil; felsefe, mantık, psikoloji, sanat gibi.
Dil üzerine birçok yorumlar yapılmış, fikirler belirtilmiştir. Genelde varılan nokta hep şu olmuştur; “Bir dil, bir insan.” Doğrudur... Dil bizi hayata bağlar, özgür kılar, yitirilirse özgürlük de yitirilir. Eğer diliniz zenginse, siz de zenginsiniz demektir. Düşünceleriniz, ruhunuz çevrenizi etkiler, duygu ve hayal gücünüz daha bir netlik kazanır.
Düşünce dille anlam bulur, netleşir ve başkalarına aktarılır ve bir toplumda düşünce gelişirse, o toplumun dili de gelişir. Toplumları, ulusları birbirinden ayrı kılan, onlara kimlik kazandıran da yine dildir. Dış görünüşler değişebilir; gençlik gider yaşlılık gelir, bu yıl giydiklerimiz gelecek yıl moda olmayabilir ve yeni kıyafetlere ihtiyaç duyarız o zaman. Ancak dil kendi özgün yapısı içinde yok olmaz, gereksinmelere göre değişir, gelişir. Bir başka deyişle, dil insanın gelişimini sağlar. Toplum geliştikçe kavramlar da gelişir ve dil nereye giderse insan da, oraya gider.
Dil hakkında bir de şunu söyleyebiliriz; dil ulusaldır ve insana özgüdür. Bir kültür yaratma da dilden geçer. Dil gelişimi kültürün de gelişimidir. Her toplumun kendi özellikleri, özdeyişleri, deyimleri, şiirleri vardır. Bu durumda, dil görüş çeşitliliğidir.
Buraya kadar size dilin insan hayatındaki önemini aktarmaya çalıştım. Şimdi dilin bir başka yüzüne değinmek istiyorum; sanat diline...
Sanatçının dili ne kadar zengin ya da kuvvetliyse, sanatı da o kadar zengin ve sağlam olur. Dünya görüşünde de çok büyük farklılıklar ortaya çıkar; politikacıların başaramadığını “dostluk” ve “barış” gibi insancıl değerleri bu sanatçılar başarır. İnsanlar son yıllarda sanata değer vermese de, sanat insana insan olduğu için değer verir. Sanat insanı etkilemek için vardır. İnsan da ondan haz almalıdır.
2004 yılında Sapanca’da yapılan “Uluslararası Şiir Akşamları” etkinliğine katıldım. Çok değerli şairler vardı. İlhan Berk de oradaydı. Bir sohbet anında bizim Yunanistan’dan geldiğimizi öğrenince, şu soruyu yöneltti bize; “Yunanca şiir yazıyor musunuz?” Cevabımız “Hayır!..” oldu. Çok şaşırdı. “Ama biz, Batı Trakyalıyız...” diyecektik, sözümüzü kesti ve “Yazmalısınız, yazmalısınız...” dedi.
İlhan Berk bugün aramızda yok. Ama onun o günkü sözleri hala kafamın bir yerinde. Azınlık olarak bugüne kadar acılarımızı, sıkıntılarımızı, uğradığımız haksızlıkları hep Türkçe anlattık, gerek şiir aracılığıyla, gerek öykülerle, romanlarla... Kime anlattık? Kendimize. Kızdık; kızgınlığımızı yine kendimize anlatttık. Ezildik; ezikliğimizi yine kendimize anlattık. Bir türlü kabuğumuzdan dışarı çıkamadık. Oysa dertlerimizi, acılarımızı Yunanca da anlatsaydık ne olurdu ki?.. Bizi anlamaya çalışan kişilerin, acılarımızı paylaşacakların sayısı artmaz mıydı?.. Öyle zannediyorum ki, durum bugünkünden çok daha farklı olurdu. Olumlu yönden söylüyorum bunu.
Ancak bizde eskiden kalma bir zihniyet var; “Yunanca konuşma!”, “Yunanca yazma!” Bu zihniyet bizi nereye götürecek. Yunanistan’da yaşıyoruz. Yunanlıya derdimizi anlatmayacağız da kime anlatacağız? Hakkımızı kimden isteyeceğiz, ya da kimden arayacağız? Neyse ki, eskiden kalma bu zihniyet son yıllarda gençlerimiz tarafından benimsenmiyor. Gençlerimiz her şeyin farkında; bir “umut çiçeği” onlar...
Konum Yunanca şiir yazıp yazmamamızdı. İbram Onsunoğlu “Şafak” dergisinde yanılmıyorsam, Yunanca’dan Türkçe’ye birkaç şiir tercüme etmişti. Daha sonraları Şefaat Ahmet Yunanca şiirlerle dolu bir şiir kitabı yayımladı ve son olarak da Şefaat’in babası Dr. Hasan Ahmet. Ne güzel!.. Keşke hepimiz o bildiğimiz Yunanca ile acılarımızı, dertlerimizi, sıkıntılarımızı “çoğunluğa” anlatabilsek. Eminim ki, o zaman “çoğunluk” da bizi daha iyi anlayacak. Politikacılardan değil, sivil toplumdan söz ediyorum. Dilden başka insanı insan yapan “vicdan” meselesi de var. Bu yüzden diyorum, sivil toplum.
Yerel Türkçe basında da durum aynı. Azınlık gazetecilerinin Yunanca bir makalesini ya da bir köşe yazısını gazetelerinde okumuş değilim. Gazetelerinde yalnız birkaç Yunanca ilan var, o kadar.
Neden Yunanca yazmıyoruz? Önemli bir soru kanımca. Mesele “iyi derecede Yunanca bilmiyoruz” meselesi değil. Başka etkenler olmalı işin içinde... Aklı başında her insanın böyle düşündüğünü biliyorum. “Dil nereye giderse, toplum da oraya gider” korkusunu yenelim artık.
Etiketler: 44. SAYI, Hakan Mümin
Azınlık, Empati, Etnisite
Azınlıkça
Sayı:44
Şubat 2009
Herkül Millas
millas@otenet.gr
Makaleyi Azınlıkça'da yayımlanan şekliyle PDF formatında okumak için TUŞLAYINIZ
Azınlıklar konusunda duymuş olduğum en hoş fıkra şöyle: Kekeme bir adam sokakta birine adres sorar, ‘pa-pa-pardon, ra-ra-radyoooo evi ne-ne-nerede?’ diye. Amacı spikerlik sınavına girmekmiş. Radyo evini gösteren adam hayret ve merakla kekemenin sınavdan çıkışını bekler. Birazdan spiker adayımız öfkeden titreyerek, yüzü kıpkırmızı kapıdan çıkar: ‘Na-na-namussuzlar, heeeepsi a-a-a-anti-semit bunlar!’ diye söylenmektedir.
Bu fıkrayı unutmamaya çalışırım, çünkü benim gibi azınlık üyelerinin aşırı duyarlılığını, hatta bir kusurunu, kompleksini şaka yollu hatırlatmaktadır. Azınlık üyeleri çoğunluğun onları dışlandığına, empati yapmadıklarına inanırlar. Doğrudur bence. Azınlıklar genellikle haksızlığa uğramışlar, kimi zaman korkutularak sindirilmişler, en temel hakları ihlal edilmiş ve genel olarak eşit vatandaş sayılmamışlardır. Dolayısıyla azınlıklardan yana olmak doğal bir reflekstir. Durum, çocuklardan yana olmak gibi bir şey. Kocaman adamdan dayak yiyen çocuktan yana olmak doğal gelir insana. Ama bu konuda da dikkatli olmamızı hatırlatan çok sevdiğim başka bir fıkra var.
Küçük çocuk, çocuk bahçesinde oyuncak ata binmiş bir türlü inmiyor. Annesi çırpınıyor. Eve dönmemiz gerekiyor diye ağlamaklı. Çocuğu çekiştiriyor ama velet direniyor. O an oradan geçmekte olan ünlü pedagog profesör Sigmund araya giriyor ve eğilip çocuğun kulağına bir şeyler söylüyor. Çocuk hemen attan iniyor, annesini elinden tutuyor ve eve yöneliyor. Durumu seyredenler pedagoga hayran. İşte, çocuğu bilmek buna derler, diyorlar. Aferin! Ne dediniz diye sorduklarında da ‘in oradan it oğlu it, yoksa seni şimdi eşek sudan gelinceye kadar bir güzel pataklarım, dedim’ diyor.
Azınlık ve empati
Bu ikinci fıkrayı bir pedagoji kitabında okumuştum. Genel ilkeler iyidir de, her geçerli genellemenin eksiklikleri de olabilir anlamındadır bu hikaye. Çocuklar ve azınlıklar desteklenmeli kuşkusuz. Ama her mağdur grubun kusurları ve sorumlulukları da var. Empati yokluğu çoğunluk kadar azınlığın da bir eksikliğidir. Ötekileştirilmişler başkalarını ötekileştiriyor olabilir, örneğin. Aslında empati eksikliği (veya varlığı) bir grubun, bir sınıfın veya bir kimliğin özelliği değildir, kişisel bir olay olabilir, herhangi bir bireyde görülebilir.
Empati kendimizi başkasının yerine koyabilmektir. İnsan beyninin nasıl çalıştığını araştıran bilim adamlarının bulgularına göre bu beceri yalnız insana özgüymüş. İnsanlar ötekinin yerine girip onun nasıl düşüneceğini düşünebilirler. Bunun olumlu bir sonucu ‘şefkat/acıma’ gibi duyguların ortaya çıkmasıdır. Olumsuz yanı, ‘aldatma’ ve ‘yalan’ gibi davranışların da ortaya çıkması. ‘Ben X davranışında bulunursam öteki Y biçiminde düşünecek ve ben onu istediğim yöne yönelteceğim’ diye düşünebilir aldatan insan. Hayvanlar koşullandırılmıştır: Ben X yapsam öteki Y yapar diye ‘düşünürler’. Bilinçli bir biçimde yalan söyleyen köpek veya kedi hiç gördünüz mü? Ama her insan da tam olarak empati yeteneğine sahip olmayabilir. En aşırı uçta örneğin, kendilerini başkalarının yerine koyamayan otistik kimseler bulunur. Bu ‘anormalliğin’ psikolojiden değil, nörolojik işlev bozukluğuna bağlı bir davranıştan, beyindeki temporal lobdaki bir işlev bozukluğundan kaynaklandığını gösteren araştırmalar vardır. İki uç arasında da bir sürü insan bulunur.
Empati eksikliği ve ilgili sorunlu davranışlar herhangi bir bireyde ve doğal olarak azınlık üyeleri arasında da görülür. Bu tür sorunlar azınlıklar içinde farklı eksenlerde/alanlarda yaşanır. Örneğin, en yakın insan ilişkilerinde, yani aile içinde veya dostlar arasında yaşananlar çoğunluk üyelerinde görülen karşıt ‘kusurlardan’ pek farklı değildir. Azınlıklar çuvaldızı Öteki’ne batırmadan önce iğneyi kendilerine batırırlarsa, azınlık/çoğunluk sürtüşmesinde de eksiklikler sergilediklerini göreceklerdir. Etnisite/milliyetçilik bağlamında görülen empati eksikliği kusurları en önemli olanıdır.
Milliyetçi nedenler yüzünden azınlıklara haksızlık edenlerin varlığı, azınlığın bu ‘hastalıktan’ uzak olduğu anlamına gelmez. ‘Kimliğimize saygısızdırlar’ diye sitemde bulunan azınlık üyelerinin “Öteki’ne karşı saygılıdırlar, bu alanda empati yapıyorlar” demek değildir. Kısacası, haksızlığa uğrayan, ille de haklıdır demek değildir demeye getiriyorum. Zaten kavgalı ‘taraflara’ dikkatle bakarsak, tarafların azınlık/çoğunluk olarak ayrılmadıklarını görürüz. Taraflar başka bir temelde oluşmuş: Bir yanda belli bir ideolojiyi benimsemiş hem azınlıktan hem de çoğunluktan olan kimseler vardır, öte yanda ise, başka bir dünya görüşünü benimsemiş yine hem azınlıktan hem de çoğunluktan olanlar.
Başka türlü söylersek, azınlık sorunu bir siyasi ve ideolojik kavganın bir görünümüdür. ‘Azınlık sorunları’ bundan dolayı ideolojinin ve milliliğin ve fobilerinin bir bahanesine dönüşmektedir. Azınlığın mağduriyetinden söz edenler de, kimi zaman kendileri bu tür mağduriyeti doğuran ideolojinin en inançlı temsilcileridirler. Tutarlı olmak isteyenler (tutarlılığı dert edinmeyenler başka bir yazı konusu olabilir) Öteki’nin milli önyargısını eleştirirken iki şeyi de aynı anda yapmaya da çalışmalıdır: A) Empati yapıp Öteki’nin de kendilerine ne denli benzediğini görmelidir. Gördüğünde hem daha hoşgörülü olacak hem de kendileri değişecektir. B) Yine empati yapıp kendilerine başkasının gözüyle bakmaya çalışmalıdırlar. Buna aynaya bakmak da derler. Ne denli çirkinsek de bakmalıyız aynaya, ayna kendimize çeki düzen vermek için yararlı olabilir.
Bu fıkralı yazıyı biraz gülmemiz – en azından gülümsememiz – için de yazdım. Kendimize gülebilmek, empatik bir olaydır, kendimizi muhayyel bir kimsenin yerine koyup kendimize belli bir mesafeden bakmakla ilgilidir. Ağlamamak için de güleriz halimize bazen.
Sayı:44
Şubat 2009
Herkül Millas
millas@otenet.gr
Makaleyi Azınlıkça'da yayımlanan şekliyle PDF formatında okumak için TUŞLAYINIZ
Azınlıklar konusunda duymuş olduğum en hoş fıkra şöyle: Kekeme bir adam sokakta birine adres sorar, ‘pa-pa-pardon, ra-ra-radyoooo evi ne-ne-nerede?’ diye. Amacı spikerlik sınavına girmekmiş. Radyo evini gösteren adam hayret ve merakla kekemenin sınavdan çıkışını bekler. Birazdan spiker adayımız öfkeden titreyerek, yüzü kıpkırmızı kapıdan çıkar: ‘Na-na-namussuzlar, heeeepsi a-a-a-anti-semit bunlar!’ diye söylenmektedir.
Bu fıkrayı unutmamaya çalışırım, çünkü benim gibi azınlık üyelerinin aşırı duyarlılığını, hatta bir kusurunu, kompleksini şaka yollu hatırlatmaktadır. Azınlık üyeleri çoğunluğun onları dışlandığına, empati yapmadıklarına inanırlar. Doğrudur bence. Azınlıklar genellikle haksızlığa uğramışlar, kimi zaman korkutularak sindirilmişler, en temel hakları ihlal edilmiş ve genel olarak eşit vatandaş sayılmamışlardır. Dolayısıyla azınlıklardan yana olmak doğal bir reflekstir. Durum, çocuklardan yana olmak gibi bir şey. Kocaman adamdan dayak yiyen çocuktan yana olmak doğal gelir insana. Ama bu konuda da dikkatli olmamızı hatırlatan çok sevdiğim başka bir fıkra var.
Küçük çocuk, çocuk bahçesinde oyuncak ata binmiş bir türlü inmiyor. Annesi çırpınıyor. Eve dönmemiz gerekiyor diye ağlamaklı. Çocuğu çekiştiriyor ama velet direniyor. O an oradan geçmekte olan ünlü pedagog profesör Sigmund araya giriyor ve eğilip çocuğun kulağına bir şeyler söylüyor. Çocuk hemen attan iniyor, annesini elinden tutuyor ve eve yöneliyor. Durumu seyredenler pedagoga hayran. İşte, çocuğu bilmek buna derler, diyorlar. Aferin! Ne dediniz diye sorduklarında da ‘in oradan it oğlu it, yoksa seni şimdi eşek sudan gelinceye kadar bir güzel pataklarım, dedim’ diyor.
Azınlık ve empati
Bu ikinci fıkrayı bir pedagoji kitabında okumuştum. Genel ilkeler iyidir de, her geçerli genellemenin eksiklikleri de olabilir anlamındadır bu hikaye. Çocuklar ve azınlıklar desteklenmeli kuşkusuz. Ama her mağdur grubun kusurları ve sorumlulukları da var. Empati yokluğu çoğunluk kadar azınlığın da bir eksikliğidir. Ötekileştirilmişler başkalarını ötekileştiriyor olabilir, örneğin. Aslında empati eksikliği (veya varlığı) bir grubun, bir sınıfın veya bir kimliğin özelliği değildir, kişisel bir olay olabilir, herhangi bir bireyde görülebilir.
Empati kendimizi başkasının yerine koyabilmektir. İnsan beyninin nasıl çalıştığını araştıran bilim adamlarının bulgularına göre bu beceri yalnız insana özgüymüş. İnsanlar ötekinin yerine girip onun nasıl düşüneceğini düşünebilirler. Bunun olumlu bir sonucu ‘şefkat/acıma’ gibi duyguların ortaya çıkmasıdır. Olumsuz yanı, ‘aldatma’ ve ‘yalan’ gibi davranışların da ortaya çıkması. ‘Ben X davranışında bulunursam öteki Y biçiminde düşünecek ve ben onu istediğim yöne yönelteceğim’ diye düşünebilir aldatan insan. Hayvanlar koşullandırılmıştır: Ben X yapsam öteki Y yapar diye ‘düşünürler’. Bilinçli bir biçimde yalan söyleyen köpek veya kedi hiç gördünüz mü? Ama her insan da tam olarak empati yeteneğine sahip olmayabilir. En aşırı uçta örneğin, kendilerini başkalarının yerine koyamayan otistik kimseler bulunur. Bu ‘anormalliğin’ psikolojiden değil, nörolojik işlev bozukluğuna bağlı bir davranıştan, beyindeki temporal lobdaki bir işlev bozukluğundan kaynaklandığını gösteren araştırmalar vardır. İki uç arasında da bir sürü insan bulunur.
Empati eksikliği ve ilgili sorunlu davranışlar herhangi bir bireyde ve doğal olarak azınlık üyeleri arasında da görülür. Bu tür sorunlar azınlıklar içinde farklı eksenlerde/alanlarda yaşanır. Örneğin, en yakın insan ilişkilerinde, yani aile içinde veya dostlar arasında yaşananlar çoğunluk üyelerinde görülen karşıt ‘kusurlardan’ pek farklı değildir. Azınlıklar çuvaldızı Öteki’ne batırmadan önce iğneyi kendilerine batırırlarsa, azınlık/çoğunluk sürtüşmesinde de eksiklikler sergilediklerini göreceklerdir. Etnisite/milliyetçilik bağlamında görülen empati eksikliği kusurları en önemli olanıdır.
Milliyetçi nedenler yüzünden azınlıklara haksızlık edenlerin varlığı, azınlığın bu ‘hastalıktan’ uzak olduğu anlamına gelmez. ‘Kimliğimize saygısızdırlar’ diye sitemde bulunan azınlık üyelerinin “Öteki’ne karşı saygılıdırlar, bu alanda empati yapıyorlar” demek değildir. Kısacası, haksızlığa uğrayan, ille de haklıdır demek değildir demeye getiriyorum. Zaten kavgalı ‘taraflara’ dikkatle bakarsak, tarafların azınlık/çoğunluk olarak ayrılmadıklarını görürüz. Taraflar başka bir temelde oluşmuş: Bir yanda belli bir ideolojiyi benimsemiş hem azınlıktan hem de çoğunluktan olan kimseler vardır, öte yanda ise, başka bir dünya görüşünü benimsemiş yine hem azınlıktan hem de çoğunluktan olanlar.
Başka türlü söylersek, azınlık sorunu bir siyasi ve ideolojik kavganın bir görünümüdür. ‘Azınlık sorunları’ bundan dolayı ideolojinin ve milliliğin ve fobilerinin bir bahanesine dönüşmektedir. Azınlığın mağduriyetinden söz edenler de, kimi zaman kendileri bu tür mağduriyeti doğuran ideolojinin en inançlı temsilcileridirler. Tutarlı olmak isteyenler (tutarlılığı dert edinmeyenler başka bir yazı konusu olabilir) Öteki’nin milli önyargısını eleştirirken iki şeyi de aynı anda yapmaya da çalışmalıdır: A) Empati yapıp Öteki’nin de kendilerine ne denli benzediğini görmelidir. Gördüğünde hem daha hoşgörülü olacak hem de kendileri değişecektir. B) Yine empati yapıp kendilerine başkasının gözüyle bakmaya çalışmalıdırlar. Buna aynaya bakmak da derler. Ne denli çirkinsek de bakmalıyız aynaya, ayna kendimize çeki düzen vermek için yararlı olabilir.
Bu fıkralı yazıyı biraz gülmemiz – en azından gülümsememiz – için de yazdım. Kendimize gülebilmek, empatik bir olaydır, kendimizi muhayyel bir kimsenin yerine koyup kendimize belli bir mesafeden bakmakla ilgilidir. Ağlamamak için de güleriz halimize bazen.
Etiketler: 44. SAYI, Herkül Millas
Batı Trakya'ya dinî liderler
Azınlıkça
Sayı:44
Şubat 2009
Samim Akgönül
akgonul@umb.u-stasbg.fr
Makaleyi Azınlıkça'da yayımlanan şekliyle PDF formatında okumak için TUŞLAYINIZ
Benimle beraber, soğukkanlı ve realist bir biçimde düşünürseniz sevinirim. Aşağı yukarı yirmi senedir, açıkça söylemek gerekirse, Batı Trakya Türk Azınlığı’nın kimliksel uyanışa geçtiği 1980’lerin sonundan bu yana, Batı Trakya’da bir müftülük sorununun olduğu bir gerçektir. Bu sorunda üç tarafın da (Yunanistan, Türkiye, Azınlık) ilerleme kaydetmek için gayret göstermesi zamanının geldiğini düşünüyorum.
Durum kısaca şöyle: Batı Trakya’da hukuksal olarak 3, fiili olarak 2 adet müftülük makamı bulunmakta. Bu makamların, hem Yunanistan’daki azınlık rejiminde, hem de Yunanistan’da din ve devlet işlerinin genelde ayrılmamış olmasından dolayı, kişisel ve ailevî hukuk alanında bir takım görevleri mevcut. Ayrıca bu müftülüklere bağlı din görevlileri aracılığıyla insan kaynakları görevleri ve Vakıflar aracılığıyla da finansal görev (ve güç)leri var.
1980’lerin sonunda bir taraftan azınlık ileri gelenlerince kabul edilmeyen 2 müftü merkezden atanırken, diğer taraftan camilerde erkekler tarafından yapılan seçimlerle de 2 yerel müftü görevlendirildi. Camilerde yapılan seçimle işbaşına gelen müftülerin varlığı merkezî yönetim tarafından tanınmamakta.
Asıl konuma gelebilmek için giriş kısmını özellikle kısa tuttum. Hem hukukî hem de siyasî olarak durum elbette çok daha çetrefilli, ancak okuyucularımız yine dergimizin yazarı olan Konstantinos Tsitselikis’in çalışmalarına başvurabilirler.
Şu anda mevcut sorunun çözümünde izlenebilecek 4 yol olduğunu düşünüyorum.
1. Status quo: diğer bir deyişle bu ikili (dörtlü) durumun değişmeden devam etmesi. Ancak bu durumun bazı hukukî ve sosyal sorunlar yarattığı yadsınamaz. Bu sorunları şöyle sıralamak mümkün: Hukukî olarak seçilmiş müftülere başvuranların mağdur durumda kalmaları; sosyal olarak bu durumun azınlık kimliğinin reddine devam edildiğinin kanıtı olarak kalması ve siyasî olarak da Azınlık ve Yunanistan Yönetimi arasındaki ötekilik, dışarıdanlık algılamasının devamı.
AİHM tarafından iki kere hukuken de tanınmış din özgürlüğünün engellenmesi konusuna ise şimdilik hiç değinmiyorum.
2. Sistemin yeniden kurulması ve atanmış müftülerin görevden alınarak seçilmiş müftülerin bu görevlere atanmaları. Bu çözüm azınlık tarafından talep edilse de, soğukkanlı düşünüldüğünde, şu anki konjonktürde zor gibi görünüyor. Ayrıca Müftülerin hukukî görevlerinin devamı için bir atama şart olduğundan gelecekteki seçimlerde merkezî yönetime yakın kişilerin öne çıkmaları riski de yok değil.
3. Atanmış müftülerin hukukî ve idarî görevlerine devam etmeleri ve seçilmiş müftülerin sadece dinî lider olarak kalmaları.
Bu durum, ilk bakışta ideal gözükse de içerden bakıldığında bir kavram, temsil ve meşruiyet kargaşası yaratacaktır kanısındayım. Böyle bir çözümde iki başlılık resmîleştirilecek, gerginlik devam edecektir.
4. Cesaretli bir reform yapılarak, Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde olduğu gibi, azınlığın dinî bir cemaat olarak kendi liderini kendisinin seçmesinin önünün açılması. Ancak seçilen liderin gerçekten dinî bir lider olabilmesi için hukukî ve idarî görevlerinin yeni bir yasayla iptal edilmesi.
Bu son şıkkın biraz daha derin tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Yunanistan açısından bakıldığında bu çözüm demokratik bir ülkenin gereklerinin yerine getirilmesi olarak görülebilir. Son tahlilde Fransa Hükümetinin Fransız vatandaşı Yahudilerin, Protestanların, Müslümanların liderlerini, adı geçen cemaatlerin karşı çıkmalarına rağmen seçmesi nasıl düşünülemezse, Yunanistan hükümetinin Müslüman cemaatin dinî liderini seçmesi de kabul edilemezdir. Ancak işin içine idarî ve hukukî sorumluluklar girdiğinden bu atamalar bir anlamda meşrulaşmaktadır. Bu idarî ve hukukî sorumlulukların kaldırılması, tam aksine Azınlığın kendi dinî liderini seçmesi, haklı isteğini daha da meşrulaştıracak, güçlü kılacaktır. Böylelikle Yunanistan AİHM kararlarına da uymuş olacaktır.
Bu tip bir reform karşısında Türkiye’nin ağırlığını göz ardı etmek gerçekçilikten uzak bir düşünce olur. Türkiye hem kendini Batı Trakya Türk Azınlığ’ının koruyucusu olarak görmekte, hem azınlık tarafından bu rolü içselleştirilmekte, hem de azınlığa dair bütün Yunanistan politikaları, aslında varolmayan ve olmaması gereken “karşılıklılık” politikası çerçevesinde değerlendirilmektedir. Türkiye laik bir devlet olarak (ilkenin açılımı Türkiye’ye özgü olsa da) din adamlarının hukukî sorumluluklarının olmadığı bir ülkedir. Kendi iç gelişiminin, yani hukukî sekülerleşmenin, Batı Trakya Azınlığı’na da yansıdığını görmek Ankara’yı mutlu etmelidir; aynı konu Medreseler için de geçerlidir. Kaldı ki, 1926’dan beri bu konuda bir “karşılıklılık” da kalmamıştır. Zira İsviçre Medenî hukukukun kabülü sürecinde Türkiye’deki gayrimüslim azınlıklar (meşruiyeti tartışılır bir yöntemle olsa da) kişisel ve ailevî hukuk rejimlerinden feragat etmişlerdir. Kısaca söylemek gerekirse, Türkiye vatandaşı iki Rum ancak belediyelere bağlı nikâh memurlarının önünde evlenirlerse bu geçerli sayılmaktadır. Bu durum kilisede de evlenmelerine engel teşkil etmez. Aynen imam nikahının resmî nikahtan sonra yasak olmaması gibi. Bu tip bir durum Batı Trakya için de düşünülebilir olmalıdır.
Azınlık açısından bakıldığında, ilk gelecek duygusal tepkileri tahmin edebiliyorum. Genelde azınlıklar kendilerine verilen hakların geri alınmasına son derece sert bir biçimde karşı çıkarlar. Çünkü bur durum cemaatin varlığına bir darbe olarak görülür. Bu yüzden de azınlık içinde bazı toplumsal reformların yapılması dile getirilse dahi, dışarıya karşı bu tepkisel davranış biçimi sürdürülür. Gelecek ilk tepkilerin de bu yönde olacağını tahmin etmek zor degil, “Lozan’la verilen haklarımız geri alınıyor !”
Ancak biraz daha derin düşünüldüğünde bu çözümün azınlığın birçok davasına katkıda bulunacağı görülebilir. Birincisi, azınlık dinsel degil ulusal bir azınlık olduğunu duyurmaya çalışmaktadır. Yunanistan tarafından Müslüman azınlık olarak isimlendirilmesi tepki çekmekte, dernek isimlerinde ulusal nitelendirmelerin bulunmasına izin verilmemesi haklı olarak şikayet konusu olmaktadır. Bu şartlar altında din görevlilerinin hukukî ve idarî sorumluluklarının devam etmesini savunmak, kanımca paradoksal bir durum yaratmaktadır. Böylelikle azınlık ulusal kimliğinin tanınmasında önemli bir adım atmış olacaktır. Kısacası dinî liderler gerçekten inananların dinî liderleri olmalıdırlar, ulusal bir azınlığın hukukî ve idarî liderleri değil. Osmanlı’dan miras kalan millet sistemini tarih sayfalarında bırakmanın zamanı gelmedi mi?
Diğer taraftan bu tip bir çözüm, azınlık vakıflarının yönetiminin tamamen azınlığın eline geçmesine de fırsat tanıyacaktır, ki bu da en doğal haklarıdır.
Nihayetinde, evlenme, boşanma, velayet, nafaka ve miras gibi konularda ne kadar azınlık bireyinin müftülüklere başvurduğunun istatistikî olarak ortaya koymanın da zamanı gelmiştir. Tamamen şahsi fikrim olarak bu rakamın oransal olarak çok da büyük olmadığını tahmin ettiğimi belirtmek istiyorum.
Son olarak bu yazının demokratik bir fikir tartışmasını başlatmak, varolan tartışmaya katkıda bulunmak amacıyla yazıldığının göz önüne alınmasını arzuluyorum. Ama ne olursa olsun müftülük sorununa azınlığın lehinde bir çözüm bulunması gerektiğine olan inancımı da muhafaza etmekteyim.
Sayı:44
Şubat 2009
Samim Akgönül
akgonul@umb.u-stasbg.fr
Makaleyi Azınlıkça'da yayımlanan şekliyle PDF formatında okumak için TUŞLAYINIZ
Benimle beraber, soğukkanlı ve realist bir biçimde düşünürseniz sevinirim. Aşağı yukarı yirmi senedir, açıkça söylemek gerekirse, Batı Trakya Türk Azınlığı’nın kimliksel uyanışa geçtiği 1980’lerin sonundan bu yana, Batı Trakya’da bir müftülük sorununun olduğu bir gerçektir. Bu sorunda üç tarafın da (Yunanistan, Türkiye, Azınlık) ilerleme kaydetmek için gayret göstermesi zamanının geldiğini düşünüyorum.
Durum kısaca şöyle: Batı Trakya’da hukuksal olarak 3, fiili olarak 2 adet müftülük makamı bulunmakta. Bu makamların, hem Yunanistan’daki azınlık rejiminde, hem de Yunanistan’da din ve devlet işlerinin genelde ayrılmamış olmasından dolayı, kişisel ve ailevî hukuk alanında bir takım görevleri mevcut. Ayrıca bu müftülüklere bağlı din görevlileri aracılığıyla insan kaynakları görevleri ve Vakıflar aracılığıyla da finansal görev (ve güç)leri var.
1980’lerin sonunda bir taraftan azınlık ileri gelenlerince kabul edilmeyen 2 müftü merkezden atanırken, diğer taraftan camilerde erkekler tarafından yapılan seçimlerle de 2 yerel müftü görevlendirildi. Camilerde yapılan seçimle işbaşına gelen müftülerin varlığı merkezî yönetim tarafından tanınmamakta.
Asıl konuma gelebilmek için giriş kısmını özellikle kısa tuttum. Hem hukukî hem de siyasî olarak durum elbette çok daha çetrefilli, ancak okuyucularımız yine dergimizin yazarı olan Konstantinos Tsitselikis’in çalışmalarına başvurabilirler.
Şu anda mevcut sorunun çözümünde izlenebilecek 4 yol olduğunu düşünüyorum.
1. Status quo: diğer bir deyişle bu ikili (dörtlü) durumun değişmeden devam etmesi. Ancak bu durumun bazı hukukî ve sosyal sorunlar yarattığı yadsınamaz. Bu sorunları şöyle sıralamak mümkün: Hukukî olarak seçilmiş müftülere başvuranların mağdur durumda kalmaları; sosyal olarak bu durumun azınlık kimliğinin reddine devam edildiğinin kanıtı olarak kalması ve siyasî olarak da Azınlık ve Yunanistan Yönetimi arasındaki ötekilik, dışarıdanlık algılamasının devamı.
AİHM tarafından iki kere hukuken de tanınmış din özgürlüğünün engellenmesi konusuna ise şimdilik hiç değinmiyorum.
2. Sistemin yeniden kurulması ve atanmış müftülerin görevden alınarak seçilmiş müftülerin bu görevlere atanmaları. Bu çözüm azınlık tarafından talep edilse de, soğukkanlı düşünüldüğünde, şu anki konjonktürde zor gibi görünüyor. Ayrıca Müftülerin hukukî görevlerinin devamı için bir atama şart olduğundan gelecekteki seçimlerde merkezî yönetime yakın kişilerin öne çıkmaları riski de yok değil.
3. Atanmış müftülerin hukukî ve idarî görevlerine devam etmeleri ve seçilmiş müftülerin sadece dinî lider olarak kalmaları.
Bu durum, ilk bakışta ideal gözükse de içerden bakıldığında bir kavram, temsil ve meşruiyet kargaşası yaratacaktır kanısındayım. Böyle bir çözümde iki başlılık resmîleştirilecek, gerginlik devam edecektir.
4. Cesaretli bir reform yapılarak, Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde olduğu gibi, azınlığın dinî bir cemaat olarak kendi liderini kendisinin seçmesinin önünün açılması. Ancak seçilen liderin gerçekten dinî bir lider olabilmesi için hukukî ve idarî görevlerinin yeni bir yasayla iptal edilmesi.
Bu son şıkkın biraz daha derin tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Yunanistan açısından bakıldığında bu çözüm demokratik bir ülkenin gereklerinin yerine getirilmesi olarak görülebilir. Son tahlilde Fransa Hükümetinin Fransız vatandaşı Yahudilerin, Protestanların, Müslümanların liderlerini, adı geçen cemaatlerin karşı çıkmalarına rağmen seçmesi nasıl düşünülemezse, Yunanistan hükümetinin Müslüman cemaatin dinî liderini seçmesi de kabul edilemezdir. Ancak işin içine idarî ve hukukî sorumluluklar girdiğinden bu atamalar bir anlamda meşrulaşmaktadır. Bu idarî ve hukukî sorumlulukların kaldırılması, tam aksine Azınlığın kendi dinî liderini seçmesi, haklı isteğini daha da meşrulaştıracak, güçlü kılacaktır. Böylelikle Yunanistan AİHM kararlarına da uymuş olacaktır.
Bu tip bir reform karşısında Türkiye’nin ağırlığını göz ardı etmek gerçekçilikten uzak bir düşünce olur. Türkiye hem kendini Batı Trakya Türk Azınlığ’ının koruyucusu olarak görmekte, hem azınlık tarafından bu rolü içselleştirilmekte, hem de azınlığa dair bütün Yunanistan politikaları, aslında varolmayan ve olmaması gereken “karşılıklılık” politikası çerçevesinde değerlendirilmektedir. Türkiye laik bir devlet olarak (ilkenin açılımı Türkiye’ye özgü olsa da) din adamlarının hukukî sorumluluklarının olmadığı bir ülkedir. Kendi iç gelişiminin, yani hukukî sekülerleşmenin, Batı Trakya Azınlığı’na da yansıdığını görmek Ankara’yı mutlu etmelidir; aynı konu Medreseler için de geçerlidir. Kaldı ki, 1926’dan beri bu konuda bir “karşılıklılık” da kalmamıştır. Zira İsviçre Medenî hukukukun kabülü sürecinde Türkiye’deki gayrimüslim azınlıklar (meşruiyeti tartışılır bir yöntemle olsa da) kişisel ve ailevî hukuk rejimlerinden feragat etmişlerdir. Kısaca söylemek gerekirse, Türkiye vatandaşı iki Rum ancak belediyelere bağlı nikâh memurlarının önünde evlenirlerse bu geçerli sayılmaktadır. Bu durum kilisede de evlenmelerine engel teşkil etmez. Aynen imam nikahının resmî nikahtan sonra yasak olmaması gibi. Bu tip bir durum Batı Trakya için de düşünülebilir olmalıdır.
Azınlık açısından bakıldığında, ilk gelecek duygusal tepkileri tahmin edebiliyorum. Genelde azınlıklar kendilerine verilen hakların geri alınmasına son derece sert bir biçimde karşı çıkarlar. Çünkü bur durum cemaatin varlığına bir darbe olarak görülür. Bu yüzden de azınlık içinde bazı toplumsal reformların yapılması dile getirilse dahi, dışarıya karşı bu tepkisel davranış biçimi sürdürülür. Gelecek ilk tepkilerin de bu yönde olacağını tahmin etmek zor degil, “Lozan’la verilen haklarımız geri alınıyor !”
Ancak biraz daha derin düşünüldüğünde bu çözümün azınlığın birçok davasına katkıda bulunacağı görülebilir. Birincisi, azınlık dinsel degil ulusal bir azınlık olduğunu duyurmaya çalışmaktadır. Yunanistan tarafından Müslüman azınlık olarak isimlendirilmesi tepki çekmekte, dernek isimlerinde ulusal nitelendirmelerin bulunmasına izin verilmemesi haklı olarak şikayet konusu olmaktadır. Bu şartlar altında din görevlilerinin hukukî ve idarî sorumluluklarının devam etmesini savunmak, kanımca paradoksal bir durum yaratmaktadır. Böylelikle azınlık ulusal kimliğinin tanınmasında önemli bir adım atmış olacaktır. Kısacası dinî liderler gerçekten inananların dinî liderleri olmalıdırlar, ulusal bir azınlığın hukukî ve idarî liderleri değil. Osmanlı’dan miras kalan millet sistemini tarih sayfalarında bırakmanın zamanı gelmedi mi?
Diğer taraftan bu tip bir çözüm, azınlık vakıflarının yönetiminin tamamen azınlığın eline geçmesine de fırsat tanıyacaktır, ki bu da en doğal haklarıdır.
Nihayetinde, evlenme, boşanma, velayet, nafaka ve miras gibi konularda ne kadar azınlık bireyinin müftülüklere başvurduğunun istatistikî olarak ortaya koymanın da zamanı gelmiştir. Tamamen şahsi fikrim olarak bu rakamın oransal olarak çok da büyük olmadığını tahmin ettiğimi belirtmek istiyorum.
Son olarak bu yazının demokratik bir fikir tartışmasını başlatmak, varolan tartışmaya katkıda bulunmak amacıyla yazıldığının göz önüne alınmasını arzuluyorum. Ama ne olursa olsun müftülük sorununa azınlığın lehinde bir çözüm bulunması gerektiğine olan inancımı da muhafaza etmekteyim.
Etiketler: 44. SAYI, Samim Akgönül
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)