Salahaddin Galip'in ardından - II


Azınlıkça 41
Kasım 2008

İbram Onsunoğlu
ibram@tellas.gr

Salahaddin Galip, kendisini saran çemberin gittikçe daraldığını hissetmektedir. İçinden “artık burada yaşanmaz” demekteyse de, bunu açıkça hiçbir zaman itiraf etmeyecektir. Böylesi, yenilgiyi kabul etmek demekti. Karısı Leman hanım, İstanbul’daki oğullarının yanına yerleşmek zorunda kalır. O ise İstanbul’a gidip gelmektedir, her defasında ailesinin yanındaki ikametini daha da uzatarak. Uzun süredir bir bunalımın içindedir, karamsardır, kararsızdır. Azınlık Postası’nı boşlamaya başlar. Gazete, son üç yıldır daha çok Mustafa Hafız Mustafa Bacaksız’ın sayesinde çıkıyordu. Azınlık Postası’nın son sayısı Aralık 1981’de çıktı.
Gazete kapandıktan sonra da Salahaddin Galip Gümülcine’ye birkaç kez daha gidip geldi. Son olarak 1984’te geldi. Pasaportunun süresi dolmuş, yenisini çıkarmak için müracaat eder. Yönetim kendisine pasaport vermez. Bu yüzden İstanbul’a dönemez ve Gümülcine’deki ikametini uzatmak zorunda kalır.
O yıllarda Yönetim, önce belirli kişilerle yetinirken daha sonra gittikçe yaygınlaştırdığı “çelişkili bir önlem” olarak azınlık insanına pasaport kısıtlamasına gidiyordu. Tabiî hiçbir gerekçe göstermeden ve yasaya aykırı olarak. Sana pasaport vermeyeceğim de demiyordu. Demesi için yargı kararı gerekiyordu, oysa böyle bir karar yok. Bugün git yarın gel, aylar boyu, hatta yıllar boyu pasaport kuyruğunda bekliyordun. İzlenen siyasetin ve Azınlık aleyhindeki tüm uygulamaların esas amacı Azınlığı kaçırtmak olduğu için, pasaportun olmayınca Türkiye’ye ve yurtdışına da kaçamıyordun. Onun için çelişkili bir önlem. O halde pasaport kısıtlamasıyla hangi amaca hizmet ediliyordu ki? Bunun bir açıklaması olmalı. Yönetim, azınlık insanına istenmeyen mesajını iletmek ve yaşamın her kesiminde, her konuda, en küçük bir ayrıntıda bile ayrımlara ve hak kısıtlamalarına maruz kaldığını göstermek ve onu bezdirmek için her yolu kullanıyor, çelişkili önlemlere bile başvuruyordu. Herhalde azınlık insanına şunu bile dedirtmek istemiyorlardı: “Baskı ve ayrımlar var, var olmasına. Ama baksana, hiç olmazsa seyahat özgürlüğümüz de var. Pasaportlarımız elimizde, Türkiye’ye serbestçe gidip geliyoruz.” (!!) Sonra, daha önemlisi, pasaport kısıtlamasının, azınlık insanının kaçma kararını kesinleştirici ve hızlandırcı ayrı bir işlevi de vardı. Uzun bir oyalamadan sonra eline pasaport geçiren kişi, bir kere daha bana pasaport ya verilir ya verilmez korkusuyla onu son yolculuğu için kullanıyordu. Bunu daha da kolaylaştırmak isteyen Yönetim, yeni bir pasaport çeşidi bile icat etmişti, bir yıl içinde yapılacak tek seyahat için geçerli yeni bir pasaport çeşidi.
Son gelişinde Sabahaddin Galip’in üstünde gözle görünür bir değişiklik vardı. Son yıllarda o gülmeyen durgun yüzü kaybolmuş, eski canlı ve mütebessim halini almıştı. Bir süre insanlardan, sohbetlerden âdeta kaçıyordu, şimdi ise eski dost ve tanıdıklarıyla buluşmayı ve onlarla konuşmayı arzuluyordu. Eski Selaytin abi oluvermişti. Pareyalar, rakı masaları, sohbetler ve azınlık sorunları. Aklındaki planı kimseye ifşa etmedi. Azınlık Postası’nı yeniden çıkarmayı tasarlıyordu. Yönetimin onun için hazırladığı tuzaktan habersiz.
Hayret, çok geçmeden kendisine pasaport verilir, hem de dört yıl geçerli. Bir süredir azınlık insanına bir yıl geçerli ve yurtdışına bir tek seyahat için kullanılabilen pasaportlar verilmektedir. Yasada böyle bir pasaport çeşidi öngörülmemektedir. Ama Azınlık, anayasa ve yasa teminatının kaldırıldığı özel bir sıkıyönetim altında yaşamaktadır. Yönetim, baskı yapabilmek için tüm hayal gücünü kullanarak yeni yeni yöntemler keşfetmektedir. Bir yıl içinde tek seyahat için kullanılabilen pasaportla “git ve dönme” mesajı iletilmek istenmektedir. “Bu son yolculuğun olsun!” Yok döndün, yeni pasaport için şimdi çok beklersin. Veya bu pasaport, onunla son yolculuğunu yapanları ardından vatandaşlıktan silmek için kullanılmaktadır. Salahaddin Galip’e verilen pasaport ise dört yıllıktır, normal pasaport, sayısı sınırlı olmayan seyahatler için geçerlidir, o yüzden güvencelidir.
Salahaddin Galip, elindeki yeni dört yıllık pasaport güvencesiyle (!) 1984 Aralık sonunda Türkiye’ye gider. Sınırda özel olarak görevlendirilmiş bir yetkili, Türk tarafına geçinceye dek ona refakat eder ve orada ona iki ay önce karısıyla birlikte Yunan vatandaşlığından silindiklerini ve artık yurda giriş yapamayacaklarını açıklar.
Şimdi burada Yönetimin yalnızca yasadışı bir işleme başvurması değil, aynı zamanda adi bir dolandırıcı düzeyine düşmesi söz konusudur. Ayrıntı, belki.
Yönetim tarafından bu şekilde dolandırılmış olmak duyumu, onu, daha sonra, Fransız yazar Jean Leune tarafından 1923’te kaleme alınmış “L’ Eternel Ulysse” (Ebedî Odysseus –Daima Hilekâr) başlıklı -zamanında Osmanlıcaya çevrilmiş ama unutulmuş- bir kitabının “Megali İdea’nın Yalancı Cenneti” adıyla dilsel güncelleştirmesini yapmaya itmiştir (1995). J. Leune, Balkan Savaşlarında Yunan saflarında yer almış, devamında araya giren olaylardan sonra yavaş yavaş Yunan aleyhtarına dönüşmüş bir asker ve gazetecidir ve kitapta hatıralarının yanı sıra yakından yaşadığı bir Yunanlı yöneticinin entrikacılığını ve Türkler aleyhinde çevirdiği dolapları anlatır. Sabahaddin Galip bu kitapta kendini bulmuştur.
Salahaddin Galip ikamet etmekte olduğu İstanbul’dan vatandaşlığını yeniden kazanmak için Yunan Yönetimine karşı beş yıl sürecek bir hukuk mücadelesi verecek ve sonunda “yenik düşecektir”. İlk raunt onundur. Vatandaşlık yasasının 19. maddesi gereğince vatandaşlıktan ıskat edilmiştir, ama onun olayında ilgili ırkçı hükümlerin öngördüğü koşullara bile uyulmamıştır. Dolayısıyla ıskat kararı göz çıkarırcasına keyfîdir ve Yunan Danıştayı kararı bozarak Salahadin Galip ve eşine vatandaşlıklarını iade eder. Ama Yönetimin Salahaddin Galip’i bertaraf etme niyeti kesindir. Yurda dönüş yapmaya zaman bulamaz. Zira hemen ardından bu kez Vatandaşlık Yasasının 20. maddesi ileri sürülerek yeniden vatandaşlıktan çıkarılır. Danıştaya yeniden itiraz eder ve davanın görüşülmesi yedi kez ertelenir. Zira bu arada yeni 1975 Anayasasına göre 1930’lu yıllardan kalma 20. maddenin aykırılık nedeniyle hükümsüz olduğu keşfedilmiştir. Danıştay, vatandaşlıktan ıskat gerekçesi olarak gösterilen 20. maddeyi bir yana bırakarak, itirazı Anayasanın 4. maddesi nedeniyle reddeder. Kasım 1989, Türk Azınlığı yüzünden Yunan-Türk geriliminin doruğa çıktığı dönem. Bir yenilgiye daha tahammülü olmayan Yönetimin prestiji kurtarılmıştır. Salahadin Galip’i bu uğurda harcarlar. Hakların kaldırıldığı sıkıyönetim veya totaliter rejim, ne yakıştırma yapılırsa yapılsın, herhalükârda burada devlet erki karşısında vatandaşın çaresiz kaldığı “Kafka atmosferi” hüküm sürmektedir. Azınlık konusunda Dışişlerinde hâlâ Yannis Kapsis ekolü egemendir ve devamcısı Antonis Samaras’tır.
Anayasanın 4. maddesi, “yabancı bir ülkede ulusal çıkarlara aykırı bir görev üstlenilmesi” halinden söz eder. Sadede gelecek olursak, Sabahaddin Galip için “Türk casusu” olduğu suçlamasıydı bu. Sabahaddin Galip bir Türk casusu muydu? Hadi canım sen de! Hangi askerî sırlara ve devlet sırlarına vakıftı ki, onları düşmana teslim etmiş olsun? Ha şimdi cunta idaresi sırasında mahkum edildiği ve o dönemde de içerdikleri hâlâ aynen geçerli olan makalesine gelince, ve daha sonraki bazı yazılarına, orada, doğrudur, bazı “devlet sırlarını” ifşa ediyordu, Yönetimin var gücüyle gizlemeye çalıştığı “sırları”. Azınlık üzerinde izlenen siyasetin ne olduğunu anlamak için o makaleyi okumak yeterliydi. Dört başı mamur, kendinden emin, şişirme olduğu izlenimi hiç vermeyen, hatta alçakgönüllü, kanıtlı ve belgeli, ikna edici, azınlık politikasını bütün çıplaklığıyla teşhir ediyordu. Onun “casusluğu” buydu.
Daha sonra, Azınlık Postası’nda yayımlanan önemli yazılarını “Batı Trakya’da Yazabildiklerimden” başlıklı bir kitapta topladı (1998).
Ulusal çıkarlara ters düşen ve suç oluşturan bir “görev” üstlenmiş olsaydı, niye yargı önüne çıkarılmadı? Kaçtı mı da tutuklanıp yargılanmadı?
Salahaddin Galip, en büyük hayal kırıklığını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde yaşadı. Oraya yaptığı başvuruyu görüşmeyi, mahkeme çoğunlukla reddetti. Red kararının gerekçesi, iç yargı yollarını tüketmemiş olması idi. Tüketmiş olduğu halde. Danıştayın kararından sonra oraya başvurmuştu, daha başka bir yargı yolu yoktu ki. Devlet erkinin keyfî karar ve uygulamalarına ve insan hakları ihlallerine karşı bireyleri korumakla görevli AİHM’nin davayı görüşmeyi doyurucu olmayan bir gerekçeyle (ve çoğunlukla) reddetmiş olması, yarın ilgili bir araştırma yapıldığında mahkemenin “hatalı kararlar” listesinde yer alacaktır. AİHM, Salahaddin Galip’i en büyük insan hakkı ihlaline uğradığı bir olayda himaye etmemiştir.
Geleneksel Yunan milliyetçiliği açısından şöyle bir soru daha sorulabilir: Salahaddin Galip bir “Yunan düşmanı” mıydı? Tersine, o, kendi çapında bir “Yunan dostu” idi. En öfkeli anında bile yüreğinde ırkçı duyguların doğmasına müsaade etmeyecek demokratik kültüre sahip dengeli bir insandı. Eski kuşaktan onun kadar Yunanlı aydınlar arasında dostu olan biri daha yoktur. Onun öfkesi, bir “Ulysse” benzeri hareket ederek Azınlığı ezen Yönetimlere karşıydı. Salahaddin Galip, tabiî, bir Türk milliyetçisi idi, çağdaş ve “ılımlı” bir milliyetçi. Sonra, Koca Kapı’yla ilişkilerini de hiç bozmamıştır, orasının izlediği azınlık politikalarından çok rahatsız olduğu zamanlar bile. İstanbul’a yerleştikten sonra Gümülcine’de konsolosluk görevinde bulunmuş artık emekli Türk diplomatlarından bazıları ile dostluk ilişkilerini ömrünün sonuna dek sürdürdü.
Yönetimin hışmına uğramasına ve vatandaşlıktan atılmasına Koca Kapı’yla bu genel ilişkileri mi neden olmuştur?
1990’lı yılların başında Azınlıkta en geniş araştırmalardan birini yapmış olan Norveçli tarihçi Vermond Aarbake, bu çerçevede karıştırmadığı arşiv, görüşmediği insan bırakmadı. Salahaddin Galip’le görüşmek için İstanbul’a gitti. Onunla ilgili olarak “Türk dışişleri sözcüsü gibi konuştu. Resmî Türk tezlerini dile getirdi.” diyordu. Selaytin abi “resmî tezlerle” yetinmişse, az etmiş. Çünkü onun kişisel deneyimleri o tezlerin yanında hiç kalırdı.
Salahaddin Galip, “Yunan usulü etnik arındırma”nın on binlece Batıtrakyalı kurbanlarından biridir, ama bu uygulamada onun özel bir yeri vardır. O yüzden yorumlanmaya ve üzerinde durulmaya değer. Yukarıda sayılan nedenler, onun olayını açıklamaya yetmiyor.
Ben burada kendi kişisel duyumlarımdan da hareket ederek, bir başka açıklama getirmek istiyorum. Salahaddin Galip’i vatandaşlıktan ıskat kararı, diğer benzeri kararlar gibi, şeklen İçişlerine ait olsa da, esasen Dışişleri mekanizmasının bir kararıdır. Tabiî merkezin değil, Trakya’daki yerel mekanizmanın. Azınlığı gözetlemek, yönetmekle görevlidir bu mekanizma ve İstihbaratla içiçe çalışır. Şimdi ben buna “yandevlet” diyorum. Kendini hep gizlemeye çalıştığı, “yarı resmî” ve gayrişeffaf bir kurum olduğu, hangi yasayla kurulduğu, ne yetkiler kullandığı ve nasıl denetlendiği konusunda belirsizliğin hüküm sürdüğü için değil yalnızca. Azınlık insanı hakkında “yargısız infaz” yetkisiyle donatıldığı ve yasadışı işlerde kullanıldığı için. Bir azınlık mensubunu vatandaşlıktan ıskat edilmesini, bu mekanizma öneriyor ve raporlarıyla destekliyordu. O gizli raporlarda neler yazıldığını tahmin edebilirsiniz. Örneğin, bir münasebetle, daha öğrencilik yıllarımdan şahsımla ilgili olarak “anarşist, terörist ve muhtemelen bombalı eylemci” diye kaydın bulunduğunu öğrenince, hem gülmüş hem de ürkmüştüm. Daha sonraları, kendimi korumak amacıyla bilinçaltından öyle olmadığımı kanıtlamak kaygısına düştüm mü, bilmiyorum. Barışçı ve şiddet aleyhtarı görüntümü işlerken o suçlamaların bir etkisi olmuş mudur, bilemiyorum. Herhalükarda daha sonraları o mekanizmadaki kişilerle yeri geldikçe arada bir temas etmekten ve görüşmekten çekinmedim. Bu halim, bilinçli bir siyasî tavırdan kaynaklanıyordu. Ama şimdi kendi kendimi sorgularken, acaba terörist olmadığımı göstermek telaşı içine düşmüş olabilir miyim diye de düşünüyorum. Salahaddin Galip hakkında o raporlarda “Türk casusu” suçlaması bulunduğunu kolayca tahmin edebilirsiniz. Yalnızca bir tahmin değil bu, o mekanizma çevresinden bizzat işittiğim bir suçlama. Gerçi gizli raporlarda böyle bir suçlamadan hiçbir azınlık bireyi muaf değildi. Onun için Salahadin Galip’in bertaraf edilmesinin esas nedenini bu suçlama oluşturmamıştır kanımca. Ciddi bir devlet, bu şekilde bir suç isnat ettiği vatandaşını yakalar ve yargı önüne çıkarır. İsnat ettiğin suçu kanıtlayabilecekse tabiî. Sonra, devletten değil, yandevletten söz ediyoruz.
Şimdi, yandevlet mekanizmasının görevlerinden biri, Azınlıkta göze batan kişileri yakın takibe almak, ne halt karıştırdıklarını öğrenmek, onları analiz etmek, zayıf ve güçlü noktalarını saptamak, “muzır” faaliyetlerini önlemek, yönlendirmek, elde etmek, yönetmek, kullanmak idi. Bu amaçla o kişilerle doğrudan temas sağlamak gerekirdi. Doğrudan temas çok kolay sağlanırdı. Devlet dairelerinde bir işin vardır, herhangi bir işin, ve olmaz. Biliyorsundur veya birileri sana fısıldar, işinin olması için 105’ten geçmen gerektiğini. Sen işin için gitmişşsindir, yukarıda anlatılan çerçevede sorgudan ve elekten geçirilirsin. Oradan öte ne çıkarsa. Kendini nasıl kullandıracağın sana kalmış bir şey. Orasıyla ilişkiye girdikten sonra şöyle veya böyle kendini kullandırmaman mümkün değil. Sonra, 105 ve genel olarak tüm mekanizma, yalnızca azınlık insanının karşılaştığı ayrım konularında değil, aynı zamanda azınlık sorunlarında da muhatap alınacak yer gibi görünüyordu. Azınlık ileri gelenlerinden 105 ile ilişkiye girmeyen kişi yoktu. Müftülerden tutun da, milletvekillerine, milletvekili adaylarına, yerel yöneticilere, gazetecilere kadar. 105’in görevi azınlık aleyhtarı politikaları yürütmek olduğu için, orasıyla ilişkiler de ister istemez böyle bir boyut kazanıyordu. Bir tek Salahaddin Galip orasıyla ilişkiye girmeyi reddetmiştir. Mekanizma, bir tek onunla doğrudan temas sağlayamamış, onu sorgulayamamış ve elekten geçirememiştir. Ve “kullanamamıştır”. Yalnız o değil. Mekanizmayı çileden çıkaracak ölçüde gururlu ve küçümseyici davranıyordu oraya karşı, “ben sizi muhatap almıyorum”. Onun bu tavrı, bir yandan aleyhindeki raporların gittikçe daha uyduruk ve şişirme iddia ve suçlamalarla doldurulmasına yol açtı. Öbür yandan mekanizma içinde ona karşı öfkeyi kabına sığmaz bir düzeye taşıdı. Kan davası gibi bir şey. “Biz de senin burnunu kırmazsak!” Ne yaptılarsa Salahaddin Galip’i bükemediler. Engeller, baskılar, cezalandırmalar, oğlunun vatandaşlıktan ıskatı, hiçbir olayda 105’in kapısını çalmadı. Milletvekili adaylığı için bile kendisine yaklaşıldı, böyle bir hevesi olmadığı için o da tutmadı. “Biz de senin burnunu kırmazsak! İbret olsun diye!”
Koca Kapı’yla yakın ilişkilerinin Salahaddin Galip’i kısmen himaye edici bir fonksiyonu vardı. 1984’lerde Dışişlerinde Azınlığa Yannis Kapsis bakmaktadır, bu ilişkiler himaye edici fonksiyonunu artık yitirmiştir. Onu kesin olarak bertaraf etme kararına o zaman onay çıktı. Öneri, yerel yandevlet mekanizmasınındı ve mekanizmanın Salahaddin Galip aleyhinde güttüğü “kan davasından” kaynaklanıyordu. Onun öyküsü, 1998 yılı ortalarında 19. madde kaldırılıncaya dek azınlık insanının nasıl bir himayesizlik ve güvensizlik ortamında yaşadığını da simgeler.
Salahaddin Galip’le 12 yıllık bir aralıktan sonra İstanbul’da son buluşmamızda (10.5.1996) beni evinde misafir etti, on saate yakın sohbet ettik. Bu sohbetten, yalnızca bu sohbetten, bazı anılarımı aktarmak istiyorum.
Yunanistan’da bir fobi vardır, daha doğrusu bir paranoya, Türkiye’nin Batı Trakya’yı işgal ve ilhak etme emelleri olduğuna dair, zaman zaman yaygın bir hal alır ve açıkça dile getirilir. Yönetim düzeyinde ise bu tartışma hep gündemdedir. Ve Azınlık aleyhinde alınan önlemler, ırkçılığın bir örtüsü olarak hep bu muhtemel tehlike ile gerekçelenmek istenir. Salahaddin Galip’le o son buluşmamızda bir ara bir gazete fotokopisi çıkardı, eski harflerle basılmış bir İzmir gazetesi. Orada bana Mustafa Kemal’in bir söyleşisini gösterdi. Atatürk, söyleşinin bir yerinde, Batı Trakya’nın niye Misakımillî sınırları içine dahil edilmeyişinin stratejik nedenlerini açıklıyordu. “Al bunu” dedi, “ve gerekli gördüğün yerde kullan. Sen Yunanlılarla böyle tartışmalara giriyorsun. Onların paranoyasını belki biraz yumuşatırsın. Türkiye’nin Batı Trakya üzerinde emelleri yoktur ve bu gerçek Türkiye’ye Atatürk’ün bir mirasıdır.” Bu belgeyi hiçbir zaman kullanmadım, yeri gelmediği için değil, “tenezzül etmediğim” için. Ondan şimdi ilk kez ölümünden sonra Sabahaddin Galip’i savunmak için söz ediyorum.
Gümülcine ve İskeçe’deki yerel Yunanca basını yakından izlediği belliydi. Şu açıklamayı yaptı: “Gümülcineli gazeteci Eleni Antoniadu var ya. Her hafta postadan onun tarafından gönderilmiş bir paket alırım. İçinde yerel Yunanca gazeteler vardır. Her hafta aralıksız, yıllardır. Kendi inisiyatifiyle, ondan böyle bir şey isteyemezdim ki. Eleni’den insanı şaşırtan bir duyarlılık değil mi? Bu hareketi beni nasıl da duygulandırır, bilemezsin.”
Son on yıldır Türkiye’nin Türk Azınlık üzerinde uygulamakta olduğu açıklaması mümkün olmayan siyasetini hiç tartışmaz olur muyuz? Uzun uzun tartıştık, muhtemel nedenlerini, özellikle yanetkilerini, açtığı yaraları. Korkunç rahatsız olduğunu gösterdi. “Sen benim insanımı nasıl cezalandırırsın, bu siyasetle ne kazanacağını sanıyorsun?...” Bildiği ve onaylamadığı bazı şeyleri söylemek istemiyordu.
Bu çerçevede Sadık Ahmet olayından da söz ettik. Sadık on ay önce o malum trafik kazasında ölmüştü. “-Yahu İbram, Sadık köy kahvelerinde “bana oy vermeyeni sınırda MİT arabası bekliyor” diye soydaşları tehdit ediyormuş. Doğru mu?” “-Valla bunu duymamıştım. Başka bir sürü benzeri tehditlerini işittim, ama bunu bilmiyordum. Ama hiç şaşırtmıyor beni. Tam onun ağzına uygun bir söz.” “-Bana söylediklerinde inanamadım. Olmaz öyle şey, böyle bir söz sarfetmiş olamaz, dedim. Bunu bana anlatan (ismini de söyledi), “Selaytin abi” dedi, “ben bu sözleri onun ağzından defalarca işittim. Bağımsızlar ortaya çıktığı günden beri onların ve Sadık’ın peşinden koşup durdum. Görgü tanığıyım.” Hâlâ inanmak istemiyorum.” “-İnan. Üstelik Sadık yalan da söylemiyordu.” Ona benim bildiğim ve yaşadığım benzeri olayları anlattım. Çok sıkıldı ve kızdı. Sonunda belli ki çoktandır vardığı bir hükmü dile getirdi: “Sadık, son yıllarda Azınlığa en çok zarar veren ikinci kişi oldu. Ondan önceki A.B. olmuştur.” Selaytin abinin bu değerlendirmesindeki ikinci ismi ifşa etmeyeceğim.
Hülya Emin’in gazete çıkarmak hazırlıkları içinde olduğunu ondan öğrendim. “-Geçenlerde Hülya Emin geçti. Gümülcine’de bir gazete çıkarmak istiyor. Ama biraz mütereddit. Kadın olarak önemsenmeyeceğinden, sabote edilebileceğinden korkuyor. Sen ne diyorsun?” “-Bana göre korkusu yersiz. Kadın gazeteci olmak dezavantaj değil. Tersine, bir avantaj. Sabote edenler çıkar mı? Sanmıyorum. Ama toplum mutlaka kendisini kucaklayacak ve girişimini destekleyecektir. Korkmasın.”
Azınlık basınından söz ederken Şafak dergisini ne kadar önemsediğini anlatmaktan geri durmadı. Beni orada yazmaya devam etmeye teşvik etti.
Salahaddin Galip, 19 yıl sonra, 2003 yazında sanıyorum, Batı Trakya’yı son olarak ziyaret etti. Yeğeni milletvekili Galip Galip, ona vize verilmesini sağlayabilmişti. Bu ziyaretinde kendisiyle görüşemedim. Ama bize gitmiş, anacığımı görmeye. O ziyaretten bizim bahçede çıktıkları bir fotografı gördüm, ikisi de sigara tüttürüyor. “Ben Kırmahalle okulunda öğretmenken, 1950’li yıllarda, annen gelirdi. Okulun basamaklarına oturur, sarma sigara içer, muhabbet ederdik.” diye anlatmıştı bana. Aynı sahne tam 50 yıl sonra yinelenmişti. Salahaddin Galip, Kırmahalle İlkokulu 1. sınıfında benim ilk öğretmenimdi. Alfabeyi bana o öğretti.
Ölümünden iki hafta önce İstanbul’dan bana selam göndermiş. İletmeyi unutmuşlar. Ölümünün ikinci günü o soydaş telefon etti, “Selaytin abi sana selam göndermişti, emaneti şimdi iletiyorum” diye.
Salahaddin Galip’in şairliğinden ayrıca söz etmek gerek. Gerçi o kendi şairliğini pek önemsemiyordu. Onun için de şiirlerini hiçbir yerde yayımlamıyordu. Oysa Azınlıkta yetişmiş birkaç “iyi şairimizden” biridir o, ve en kalitelisi. Salahadin Galip’in şiir yazdığını, onun şairliğinden hayranlıkla söz eden lise yıllarındaki edebiyat hocamızdan işitmiştim ilk kez. İstanbul’daki son sohbetimizde bana şiirlerini okuyarak “gizlediği” şairliğini de ifşa etmişti. Bundan birkaç yıl önce bazı şiirlerini “Martı Kanadından Damlalar” başlığı altında kitaplaştırabildi. Kapak desenini Fevzi Ali yaptı. Bana bir nüsha göndermişti. Bu şiir kitabının tanıtımı için bir yazı yazmaya kendi kendime söz vermiştim, ama vakit bulamadım.
Türk Azınlığının başı sağolsun.

1 yorum:

Nurten Altınok dedi ki...

Üstteki makaleyi okuyunca bir iki satır da ben yazmak istedim.

Selâhaddin Galip ve Azınlık Postası

Selâhaddin abi sınıf arkadaşım Günseli Galip'in amcasıydı. Gazete çıkardığını ilk ondan duymuştum. sonraları Azınlık postasının müdavimi oldum.

Bir gün gazeteye gittim ve kendisiyle tanıştım. Henüz ortaokuldaydım. Kendisine şiir yazdığımı söyledim ve gazetede yayınlayıp yayınlanmayacağını sordum. Hiç tereddütsüz birkaç şiirimi göndermemi istedi. Ortaokuldaydım ve 1960 lı yılların sonuydu.
İlk çıkan gazetede şiirim yayınlandı ve bu senelerce devam etti.
NUR imzasıyla yayınlanıyordu.
Sonra İstanbul'a geldim. İTÜ Mimarlık fakültesinde okudum. Y. Mimarım.

En son Selâhaddin Abiyi İstanbul'daki evinde ziyaret ettim. Kendi yayınlamış olduğu şiir kitabını imzalayıp bana vermişti.

İstanbul'a ilk geldiğimde Arif hocam ( İdadiye İlkokulunda öğretmenimdi sonra Gümülcine Türk Konsolosluğunda çalışmaya başlamıştı)bir gün beni aradı. Seni dedi Semahat Hanım diye bir öğretmenle tanıştıracağım.

Sabahat Hanım senelerce kendisine gönderilen Azınlık Postası Gazetesinde şiirlerimi takip ediyormuş. İstanbul'a geldiğimi duyunca benimle tanışmak istemiş.

Arif Hocayla ( Nur içinde yatsın) evine gittik bizi kapıda karşıladı. Bak dedi Arif Hoca, sana kimi getirdim.

Şöyle bir süzdü beni baştan aşağıya.
Evladım sen kimsin, dedi. Tanıyamadım.
Arif Hoca da: Sana NUR'u getirdim, dedi.
Şaşkın gözlerle bana baktı, iki kolunu iki yana açtı ve :
- O kocaman şiirleri yazan bu küçük çocuk muydu?
Sonra boynuma sarıldı.
Senelerce irtibatımız kesilmedi. Her buluşmamızda Azınlık Postasından mutlaka söz ediyorduk.

Teşekkürler Selahaddin Abi. Benim çok güzel insanlarla tanışmama sebep olduğun için.
Ben hala şiir yazıyorum.

Nur içinde yat sevgili abim. Teşekkürler bana hocalık ve yol gösterici olduğun için. Teşekkürler o çocuk şiirlerimi büyük bir beğeni ile beni onurlandırdığın ve yayımladığın için. Bu gün bile o şiirlerin getirdiği mutluluğu bana yaşattığın için.

Nur içinde yat sevgili abim. Mekanın Cennet olsun. Helalleşemeden gittin. Hakkını helal et. Benden yana yerden göğe kadar helal olsun...
Meleklerle dualarımı gönderdim. Selamün Aleyküm.

Nurten Altınok
Y. Mimar
nurten.altinok@gmail.com (mail)
nurten.altinok.hotmail.com (facebook)

27.11.2015 İstanbul