Azınlığın yakın geçmişine bir göz atarken - K

Azınlıkça
Sayı 31
Ağustos 2007

İbram Onsunoğlu

Refika Nazım’ın anısına


-K-


1981-1985 DÖNEMİ

Azınlıkta mücadele nasıl başladı nasıl devam etti
İlk toplu mücadele, 1981 yılında 1091 sayı ve 1980 tarihli yeni Vakıflar Yasasına karşı verildi. Bu amaçla Gümülcine Müftülüğünde sonradan Yüksek Kurul diye adlandırılan geniş katılımlı toplantılar yapılmaya başladı, Kemalistinin ve İslamcısının, sağcısının ve solcusunun, eski ve yeni kuşakların yer aldığı toplantılar, böylesi azınlık tarihinde ilk kez oluyordu. Azınlık, yeni yasanın kötü niyetli olduğunu, vakıfları dağıtma amacını taşıdığını ve kabul edilemeyeceğini söylüyor, eski yasanın yeniden yürürlüğe getirilmesini istiyordu. Bakanlıklara Azınlığın itiraz ve şikayetlerini dile getiren bir muhtıra yazıldı, muhtırayı hazırlamayı rahmetli avukat Sabahattin Emin Salepçi ile bu satırların yazarı üzerimize aldık, ayrıca Müftü Mustafa Hüseyinoğlu başkanlığında bir heyet temaslarda bulunmak üzere Atina’ya gitti.
Yüksek Kurula getirilip görüşülen azınlık sorunları hakkında birçok kez böyle muhtıralar yazıldı, sonra bunlar imzaya açılıp Bakanlıklara gönderildi ve yine birçok kez heyetler oluşturulup Bakanlarla görüşmek üzere Atina’ya gidildi.
(Şimdilerde açıklama çıkarmak bir moda halini aldı, o zamanlar ise muhtıra hazırlayıp ilgili makamlara göndermek yoluna başvuruluyordu. Şu farkla ki, muhtıralar Azınlığın kendi ürünüydü, Danışma Kurulunun açıklamaları ise zahmet çekmeden hazır geliyor, bu süre içinde Azınlıkta meydana gelen “teknolojik gelişmenin” sonucu olarak.)
Aynı dönemde İnhanlı Direnişi, Kozlukepir nahiye mücadelesi, Yüksek Tahsilliler Derneği’nin kuruluşu, Yaka Direnişi, “Dikaça” mücadelesi ve daha başka toplu mücadeleler patlak verdi. Bu sayılanlar, Yüksek Kurul öncülüğünde yürütülmedi, onlara Yüksek Kurulun katkısı hiç olmadı veya az oldu. İnhanlı Direnişi en büyüğü idi, onu sonradan Yüksek Kurul çerçevesine taşıdık, ama orada yeni oluşan Takım sayesinde öylesine iç kavgalara neden oldu ki, mücadeleyi yönünden saptırıp durduracak noktalara varıldı. O zaman dehşetle gördüm ki, Takım için önemli olan egemen olmak, denetimi ve yönetimi ele geçirmek, bu isterse verilen mücadeleyi durdurmak anlamına gelsin. Ardından gelen mücadelelerde İnhanlı’dan örnekle Yüksek Kurula bir çeşit mesafe kondu. Bu arada Azınlıkta yeni oluşan bu organı ve toplantılarını kargaşa ortamından çıkarıp kurallı bir çalışma düzenine kavuşturmak için uğraşıldı. Yüksek Kurulun öncülüğünde mücadele verilen sorunlar arasında Karaçanlar köyü öğretmen sorunu, azınlık liselerinde değiştirilen mezuniyet sınavları, “maliye terörü”, açık hava hapishanesi için Şapçı ovasında yapılması kararlaştırılan geniş kamulaştırma ve bu dönemin sonunda Müftülük sorunu var.
(Azınlık rençperine ait topraklarda yapılan büyük kamulaştırmalardan Sanayi Bölgesi için Yahyabeyli altındaki ile askerî “ihtiyaçlar” için Kum Yolu’ndaki hakkında mücadele verilmemiştir, hele bu ikincisi hakkında. Zira birinci kamulaştırma, Azınlıkta mücadele başlamazdan önce gerçekleştirilmişti, yerel tepkilerle yetinildi. İkincisinde ise tarlalara birkaç yıl boyunca ordu tarafından geçici olarak el konuldu, kamulaştırmaya sonradan geçildi ve bu nedenle ve daha başka nedenlerle Azınlıktan hiç tepki gelmedi. Kum Yolu, İsmail Rodoplu’nun köyü Semetli’nin altındadır. Rodoplu, o sırada palazlanan Takımın parlayan yıldızlarındandır, İnhanlı ile Yaka direnişlerinde çıkan iç kavgalarda en çok konuşanıdır ve gazetesi Gerçek’te Takımın bir çeşit sözcülüğüne soyunmuştur. Yürütülen kavgaların tekerine çomar sokmakta oldukça başarılıdır. Ona takılıp tahrik ediyoruz: Kum Yolu senin bölgen, hodri meydan, oradaki mücadeleyi sen diğerleriyle örgütle de görelim bakalım.)

Yüksek Kurul toplantıları ve Takım
İlk Yüksek Kurul toplantılarından bazı olayları daha önce anlatmıştım. Eski kuşak ileri gelenleri arasında “ideolojik” ayrılıkların ve özellikle eski kişisel kinlerin ve yine onların yeni kuşağın “hırslı” temsilcilerine karşı rekabet ve husumet duygularının zaman zaman belirgin bir şekilde ortaya çıktığı ve anlamsız kavgaların da yapıldığı bu toplantılar, her şeye rağmen azınlıksal birliği simgeliyor ve bir çeşit “katılımlı doğrudan demokrasi” koşullarında yürütülüyordu. Bunlar benim ilk izlenimlerim.
Azınlığın belleğinde Yüksek Kurul bu ilk olumlu izlenimleriyle yer etti ve daha sonra Takım sayesinde çalışması yozlaştıktan sonra bile olumlu izlenimler silinmedi. 1986’larda Yüksek Kurul gerçekte dağılmış, yeni bir döneme girilmiş bulunmaktadır. Yüksek Kurulun yerini alan Takımın Azınlık içinde astığı astık kestiği kestiktir on yıl boyunca. Faşizm ve terör. 1991’de Yunanistan’in tenkil politikasının gevşemesi ve daha başka gelişmelerlerle birlikte Takıma karşı sessiz bir direniş oluşmaya başlar. Türkiye’nin çıkmazdaki azınlık politikası iyice iflasa gitmekte ve “korkutarak Türkiye’yi sevdirmek” çabaları artık geri tepmektedir. Bu arada bazı kesimlerden Yüksek Kurulun o ilk demokratik şekliyle yeniden kurulmasına müsaade edilsin diye baskılar gelmektedir, zira on yıl boyunca yerle bir edilen Azınlık kendi kendine örgütlenmekten acizdir. Yıllar 1997. Koca Kapı, Yüksek Kurul yerine bir hilkat garibesi olan Danışma Kurulunu kurdurur. Size böylesi layık diyerek. Aradan bir on yıl daha geçti. Bu günlerde Danışma Kurulu tüzüğünün daha demokratik olacak, Yüksek Kurula da rol verilecek bir şekilde değiştirileceği ve görev kadrosunun tayinle değil de seçimle belirleneceği söylentileri ortalıkta dolaşıyor. İnanmayın. Azınlıkta devrim olmadan hiçbir şey değişmeyecektir.
Toplantılar, sayıları 50-60 kadar olan belirli kişilerin Müftülük tarafından davet edilmesiyle oluyordu. Bunların arasında o zaman daha az sayıdaki tüm yüksek tahsilliler vardı, ama toplantılar halka açık olduğu için her isteyen katılıp söz alabiliyordu. Kimse dışlanmıyordu, belirli kişilerin dışlanmaları sonradan başladı, iki yıl sonra.
Gerçi ilk dışlanmalara daha ilk toplantıda teşebbüs edilmişti, hem de dönemin yeni kuşaktan iki azınlık milletvekiline karşı, Hasan İmamoğlu ile Celal Zeybek’e, ama tutmadı. Bu olayı da ileri sürülen nedeniyle birlikte anlatmıştım. Gümülcine’de Hasan Hatipoğlu’nun Hasan İmamoğlu’na, İskeçe’de Mehmet Emin Aga ile Ahmet Faikoğlu’nun Celal Zeybek’e karşı olan kişisel kinleri o koşullarda iki milletvekilini dışlamaya yetmezdi.
Burada şunu da anımsatmakta yarar var: Toplantılara başkanlık eden Gümülcine Müftüsü Mustafa Hüseyinoğlu, onu gazetesi Akın’da “yegâne dinî ve millî liderimiz” diye adlandırıp pohpohlayan Hasan Hatipoğlu’nun etkisi altındaydı, ikisi arasındaki yakın ilişki ta 1967 öncelerine dayanıyordu. Toplantılar, Gümülcine Müftüsünün davetiyle oluyordu, ama onun arkasında akıl hocalığı eden ve gündemi belirleyen Hatipoğlu vardı. Oradan öte sık sık evdeki hesap çarşıya uymuyor, her toplantının kendine göre dinamikleri ortaya çıkıyor ve geniş katılımlı o ilk toplantılardaki demokratik ortamda tartışmalar ve kararlar ona göre yön alıyordu, baştan belirlenmek ve empoze edilmek istenenlerin dışına çıkılarak. Aga ve Faikoğlu ise İskeçe Müftülüğünün kendisi demekti. Gümülcine Müftüsü M. Hüseyinoğlu’nun Gümülcine’deki toplantılara katılmayan ve kendisi yerine oğlu Mehmet Emin’i gönderen yaşlı İskeçe Müftüsü Mustafa Hılmi Aga ile ilişkileri pek iyi sayılmazdı. Bir gün Mustafa Hüseyinoğlu, Agalar’ın bazı davranışlarından canı sıkılmış bir halde, bana Aga sülalesinin geçmişine nasıl küçümseyerek baktığını göstermişti, Azınlıkta birlik adına onlara tahammül etmek zorunda kaldığını söyleyerek. Hatipoğlu’nun ise İskeçe Müftüsüyle de arası pek iyiydi, Agalar’ın “millî cepheye” katılmalarına o aracılık etmişti. Gümülcine Müftüsünün ölümünden sonra, Hatipoğlu ve Akın gazetesine göre “yegâne dinî ve millî liderimiz” İskeçe Müftüsü Mustafa Hılmi Aga oldu. Bu hal, Hatipoğlu’nun Yüksek Kurul toplantılarında baş rolde oynamasına ve şov yapmakta olduğu kadar komplo düzenlemekteki yeteneklerini de sergilemesine meydan veriyordu.
İmamoğlu ile Zeybek’i cezalandırmak unutulmadı, bu ikisi, diğerleriyle birlikte, 1984 sonlarına doğru Yüksek Kurulda Takımın tam egemenliği kurulunca toplantılardan dışlanmaya başladı ve daha sonra kara listeye girdiler. Bu kez olay azınlıkiçi kişisel rekabet sınırlarını aşmış, Ana Vatan’ın mührünü taşıyordu ve karar Derin Devlet mekanizmasından çıkmıştı.
1967 öncesi Azınlıkta mücadele, politikacılar ve ileri gelenler tarafından şimdikinden çok değişik koşullarda ve daha çok kişisel düzeyde yürütülüyordu. Azınlık 1965’ten bu yana son 15 yıldır Büyük Kovma’nın hedefini oluşturarak ayrım ve baskılar altında inliyordu, hiçbir esaslı mücadeleye girişmeden. Araya 7 yıllık diktatörlük girmiş, demokrasi geleli bir 6 yıl daha geçmiş, ama hiçbir şey düzelmemiş, tersine baskı ve ayrım düzeni yeni uygulamalarla gittikçe şiddetleniyordu. Azınlık, şimdiye dek durumların kendiliğinden düzeleceğini beklemiş, bir türlü gerçekleşmeyen yeni bir Yunan-Türk yaklaşmasına veya anlaşmasına bel bağlayarak, ve hiçbir sorununu ne gündeme getirmiş ne de kavgasını vermişti, böyle sayılabilecek ama arkası getirilmeyen birkaç olay hariç. 1981 başlarında toplu mücadele başlıyor, Azınlık kendi göbeğini kendi kesmeyi öğrenmek zorunda kalıyordu, zaten yapılması gereken de oydu, ama büyük bir deneyimsizlik vardı. Ne teori, ne de pratik. Eski kuşak temsilcilerinin en iyi bildiği şey, milletvekili ve cemaat seçimlerinde iç kavgalardı, birbirlerine çelme takmak ve çamur atmak. Az sayıda da olsa okumuşlu yeni bir kuşak yetişmişti, Türkiye’den okuyup dönen birkaç kişi, onların sayısı şimdi artmaya başlamıştı, ve Selanik mezunları, özellikle onlar Yüksek Kurul toplantılarına ton ve yön veriyorlardı. Meydanlarda yapılacak mücadeleyi örgütlemeyi ve yönetmeyi de belirli kişiler ve arkadaş grupları üstüne alacaktı.
Yüksek Kurul toplantıları bir süre “halka açık azınlık meclisi” gibi çalıştı. Birçok işlev bozukluğu ortaya çıkıyordu, ama bunlar zamanla düzelebilirdi. Tersi oldu, Yüksek Kurul düzlüğe çıkacağı yerde Takım sayesinde gün geçtikçe batağa saplandı. Gümülcine ve İskeçe Müftülüklerini elinde tutan Hatipoğlu ve M. Emin Aga, etkiledikleri kişilerle bir fraksiyon gibi çalışıyor, sanki gruplaşmalar varmış gibi hareket edip gereksiz çelişkiler yaratıp nifak çıkarıyor, rakip gördükleri kişileri tecrit ve sabote ediyor ve bu amaçla seviyesiz oyunlara ve hilelere baş vurmaktan çekinmiyorlardı. Takım, Yüksek Kurula hakim olmak istiyordu, ama kime karşı? Sesini hiç yükseltmeyen ve her makul öneriyi onaylayan Hafız Yaşar ve İslamcı gruba karşı mı, oradaki tutucu ortama uyum sağlamış olan birkaç solcu gence karşı mı, birkaç hırslı Selanik mezununa karşı mı, kime karşı, anlamak mümkün değil. Fikir ayrılıkları vardı, ama derin ayrılıklar yoktu, ideolojik çatışma denilebilecek şeyler olmuyordu, paylaşılamayan bir şey yoktu. Gerçi bir nüfuz kazanma ve erk kavgası vardı, ama Azınlıkta erk neydi ki, ve bütün bu oyunlara, hilelere değer miydi? Ve Takımın hedefini, yer yer patlak veren mücadelelerde başı çeken, onları örgütleyen ve Azınlığı sokağa döken ve bu yüzden Azınlık içinde nüfuz kazanmaya başlayan genç kuşak temsilcileri, demokrat kişiler ve birkaç solcu genç oluşturuyordu özellikle. Yüksek Kurulda egemen olmak, Azınlıkta egemen olmak demekti. Takım, “bıçağının aşkıyla” kazanacağı egemenliğini ve erkini, o zamana kadar sergilediği ahlâkına uygun olarak rakiplerini kara listeye sokmakta kullanacaktı. 1988’lerde “Azınlık bizden soruluyor” diye böbürleniyordu, Takım üyelerinden çenesi düşük İsmail Rodoplu. Ayaklarımız çok sonraları suya erdi.

Takımın arkasında Koca Kapı
Gerçi daha ilk zamanlar bile Takım gücünü nereden alıyor diye sorsalar hepimiz yanıtını biliyorduk: Koca Kapı’dan! Ama kimse bu soruyu kendine sormaya cesaret edemiyordu. Bu hal bazılarımızda bugüne kadar devam ediyor. Yoksa hayalimizde inşa ettiğimiz bina o anda yıkılıverecek ve altında kalıp ezileceğiz, ortalıktan sessizce çekilmeyi yeğleyerek ve kendimizi pasifize ederek, veya Koca Kapı’ya karşı tavır koymak ve direnmek zorunda kalacağız. Korkunç bir psikolojik çıkmaz.
Mehmet Müftüoğlu’nun verdiği ve benim önceleri çok garipsediğim erken tepkiyi anlatmıştım. Daha sonra yine Müftüoğlu, çok duygusal ve çok gururluydu rahmetli, milletvekili seçildikten sonra, 1987 miydi yoksa 1988 mi, Azınlıkta yürüttüğü ayrımcılık-kayrımcılık yüzünden, burada yine Takım kastediliyor, Konsolosluğa karşı sert bir kınama çıkardı, kınama Trakya’nın Sesi ve İleri gazetelerinde yayımlandı. Az önce birkaç azınlık nahiye müdüründen yine aynı gazetelerde yayımlanan benzeri bir tepki gelmişti. Böylesi şeyler ilk kez oluyordu. Azınlıkta öfke yükseliyor ve bir tabu aşılıyor muydu? Koca Kapı izlediği azınlık politikasını düzeltecek miydi? Tabiî ki hayır. Azınlığın Türkiye’ye kaçtığı ve kalanın da kaçmaya hazırlandığı baskı koşullarında olacak şey değil. Müftüoğlu’nun emdiği südü burnundan getirdiler. Yatırım çok büyüktü. Birkaç ay sonra terör faslı başlıyor, Takım dışında kalan ileri gelenlerin tümüne Türkiye’ye giriş yasağı konuyor ve Azınlık Takım aracılığıyla Derin Devletin yörüngesine sokuluyordu. Büyük bir “millî hedef” seçilmişti, Türk Azınlığını Yunanistan’ın PKK desteğine karşı koz olarak kullanmak. Ama bunlar bir sonraki döneme ait.
1981-1985 dönemine dönelim. Hepimiz Koca Kapı’nın çocuklarıydık, orasının yanlışlıklarına karşı çıkacak demokratik olgunluğa henüz erişmemiştik. Onun için o zaman ve daha sonraları bütün bu olup bitenleri yalnızca azınlıkiçi çelişkiler çerçevesi içinde değerlendiriyorduk, daha ötesini düşünmekten korktuğumuz için. Azınlığın kısa geçmişinde Koca Kapı’ya karşı tavır alanlar, Yönetimin güdümüne giren İslamcılardı, onları da büyük ölçüde yönlendiren Batı Trakya’ya yerleşen Türkiye kaçakları olmuştu. Aynı pozisyona girmiş gibi görüneceğiz ve Takım tarafından zaten öyle çamurlara hedef olmaya başlamıştık. İslamcı grup, 1974 sonrası, hatta daha önceleri Büyük Kovma dediğim olay belirgin bir hal alınca tavır değiştirmiş, Koca Kapı tarafından 1974’te affedilmiş ve Azınlıkta “ulusal birlik” oluşmuştu. Ama Azınlık 15 yıldır mık diyemeden tükeniyordu. Şimdi kavga zamanıydı, önemli olan başlayan kavgayı devam ettirmekti. Biz de öyle yaptık. 1981-84 dönemindeki tüm mücadelelerde yer alırken, Koca Kapı-Konsolosluk ne diyormuş, ne düşünüyormuş gibi konular bizi pek az ilgilendirdi, oraya ne güdüm almaya ne de danışmaya gittik, böyle şeyler aklımızdan bile geçmiyordu. Azınlık mücadeleye kalkmış ve rüşdünü ispat ediyordu, Koca Kapı bundan tabiî memnun olmalıydı. Belki de derinliğine içimizdeki beklenti, mücadele büyüdükçe Koca Kapı’nın yapmakta olan hatasını nasıl olsa göreceği ve politikasını değiştireceği idi. Tersi oldu. Koca Kapı, tam bir bürokratik devlet anlayışıyla hareket edip, Azınlık üzerinde denetimi elden kaçırıyorum telaşına kapıldı ve denetimsiz kişilerce denetimsiz yürütülen mücadeleyi Takım eliyle sabote etmekten çekinmedi.

Yaka Direnişinden görüntüler
Bundan birkaç ay önce Mehmet Nuri’yle eskileri konuşuyoruz. Üniversite sitesi için yapılan kamulaştırmalara karşı başlayan Yaka Direnişini kim durdurdu diye soruyorum. Çünkü yanıtından korktuğumuz için soramadığımız sorulardandır. Yönetimin oyunlarına mı yenildik te direniş durdu, polisin tehditlerinden mi korktuk, Yakalılar yıldı da mı vazgeçtiler, azınlık kamu oyu desteğini mi çekti de durdu? Mehmet Nuri, Yaka’da dönemin nahiye müdürü idi ve direnişin hazırlayıcısı ve baş sorumlusu. Direniş, Yönetimin kurduğu tuzaklara, polisin terörüne, Yakalıları içten ve dıştan yıldırma çabalarına rağmen durmadı ve devam ediyordu. Ve Eşekçili köyünden çekilip Vilayet önünde tamamlanacak bir yürüyüşte kilitlenmişti, değişik tarihlerde üç kez yürüyüş özgürlüğü yasaya aykırı olarak yasaklanarak ve artık polisin yasadışı hareketi iyice kanıtlanarak. Şimdi, Yönetimin ve Polisin maskesini düşürmüş, daha kararlı bir biçimde dördüncüsüne teşebbüs etmeye hazırlanıyorduk. Yaka sorunu yerel sınırlarını aşmış, ilan edilen tarihlerde mitinge katılmak için Vilayet önünde ve çarşı içinde bekleşen binlerce kişi tarafından genel azınlık sorunu dile getirilecek boyutlara ulaşmıştı, baskı ve ayrımlara ve tenkil politikasına karşı. 29 Ocak 1988, beş yıl öncesine çekilmiş olacaktı. Sonra Yaka Direnişi pat diye durdu, kim durdurdu? Takım, ve Takımın arkasındaki Koca Kapı. Ama neden?
Azınlık, hazır yanıtlarla yönetiliyor, Danışma Kurulunun hazır gelen açıklamaları gibi. Soru sormak yasak, tartışmak, yanıt aramak yasak. Her şeyin yanıtı hazır. Azınlığın çıkmazı bu, gelişiminin önündeki en büyük engel. “Koca Kapı bizi elinden tutulup yürütülen bir bebek gibi gördü hep. Onun için kendi kendimize yürümesini öğrenmedik.”
Yaka olaylarına gelelim. Eşekçili camiinde yapılan ilk genel kurul toplantısında (26.12.1982) cami hıncahınç dolu, herkes orada, ama Takım ve etkilediği kişiler yok. Takım, toplantıyı boykot etme kararı almıştır. Yeni oluşmaktadır, Yaka’da olduğu gibi çeşitli mücadeleler patlak verdikçe bunları örgütleyenlere karşı muhalefet ede ede, yerine göre mücadeleyi boykot ve sabote ederek veya yokuşa sürerek gittikçe güçlenecek ve deneyim kazanacaktır. Gerçi iktidar partisi milletvekili Ahmet Mehmet Muncura, Takımı o gün hiç aratmadı, toplantının ertelenmesini, o günlerde Libya’da bulunan Gümülcine Müftüsünün başkanlığında yürütülmesini istiyordu, yalnız kaldı. Ahmet’in oyalama taktikleri beni çok uğraştırdı. Boykot çabası suya düşünce, öbür genel kurullarda Takım yekvücut Eşekçili camiine gelecek ve bu kez Yaka sorununun Yakalılar toplantısında yerinde değil de, kendi sahası saydığı Müftülükte Yüksek Kurul çerçevesinde ele alınması gerektiğini inatla savunmaktan geri durmayacaktır, ama bu öneriler hep geri püskürtülecektir. Paralel olarak sorunla ilgili Yakalılar davet edilmeden ve onların gıyabında Müftülükte sınırlı Yüksek Kurul toplantıları da yapılacaktır, daha sonra bunlara Yakalılar da katılacaktır, ama sonunda mücadele merkezinin Yaka’da Eşekçili’de kalmasını sağlayacağız.
İlk genel kurul toplantısı sona erdikten sonra, Gümülcine’ye yapılması kararlaştırılan büyük yürüyüşün bir provası olarak, katılımcılar Eşekçili köyünde bir yürüyüş gerçekleştirdiler, slogan attılar. Bu toplumun insanı ömründe herhangi bir yürüyüşe ve mitinge katılmamıştı, onlara böyle şeyleri göstermek gerekiyordu.
Bir yıl önce İskeçe’deki İnhanlı Direnişinde şehir meydanında gerçekleştirilen “πικετοφορία” eyleminde aynı durumla karşılaşmış ve İnhanlılara yürüyüş nasıl düzenlenir konusunda yerinde seminer (!) yapmak zorunda kalmıştık. Beş-altı slogan seçilmişti, Yunanca, bunlardan bir tanesi ünlü Türkçe slogan “Toprak işleyenindir”in çevirisi, “H γη ανήκει σ’αυτούς που την καλλιεργούν”. Onlara bu sloganları ve hangi tempoyla söyleneceğini öğretinceye kadar akla karayı seçmiştim. Sonunda herbirinin eline sloganların yazılı olduğu birer kâğıt tutuşturduk, buradan okuyacaksınız diye. Mehmet Emin Aga da orada, şehir meydanında, beni şaşkın şaşkın izliyor. Bir kartona eğilmiş bir şeyler yazıyordum ki, beni sol omuzumdan tuttup kaldırdı, ayaklarımın yerden kesildiğini hissettim: “Doktor, şimdi ne yapacağız!” Çünkü hazırlıklar uzayıp gidiyordu. “Beşer kişilik saflar halinde bir kuyruk oluşturacağız, herkes boynuna bu yazılı kartonlardan birini asacak. Sonra bu platiyanın çevresinde öğrendiğimiz bu sloganları bağırarak yürümeye başlayacağız, ayaklarımıza sarı su ininceye kadar veya polis gelip bizi dağıtıncaya kadar.” Yıllar sonra rahmetli vaiz Koca Sabri bir gün bana “Doktor, o gün bize, bizim gibi din adamlarına bile, komünist sloganları söylettin” diye takılıyordu gülmekten kırılarak. Haşa!
Eşekçili’deki ikinci genel kurul toplantısında (2.1.1983) birincisinde ilk büyük eylem olarak yapılması kararlaştırılan yürüyüşün tarihi tesbit edildi (18.1.1983).
Bu ikincisinde bütün Takım oradaydı. Gümülcine Müftüsü Mustafa Hüseyinoğlu da, Sabahattin Galip te. Takım ilk toplantıyı boykot etmişti, ikincisini sabote etmeye geliyordu. Toplantıyı yönetmeye yine ben geçiyorum. Hasan Hatipoğlu itiraz ediyor, toplantının Müftü tarafından yönetilmesi gerektiğini söylüyor, kendisine özgü demagojik kısa bir nutuk atarak. Yegâne dinî ve millî liderimiz Müftü efendinin hazır bulunduğu yerde toplantıya bir başkası başkanlık edemezmiş diye falan. Benim için sorun değil, hemen oracıkta genel kurul başkanlığını Müftüye terkedebilirdim. Ama biliyorum ki, bu olursa Takım cirit atacak ve toplantı batağa sürüklenecek, yürüyüş mürüyüş te bekleme. Bunu benim bildiğim kadar Yakalı da biliyor. Müftü mü Onsunoğlu mu diye oylamaya gidiliyor. Müftü lehinde Takım üyeleri dışında kimse oy kullanmıyor. Genel kurul beni seçiyor.
18.1.1983 tarihindeki yürüyüş salı gününe rastgeldiği ve ekonomik yaşamı felce uğratacağı (!) gerekçesiyle yasak edildi. 1974’ten bu yana Yunanistan’da ilk kez bir yürüyüş yasak ediliyordu, zira yürüyüş ve miting yapmak 1974 siyasî değişikliğinden beri izne bağlı değildi. Biz de polise yürüyüşü ve güzergahını bildirerek, asayiş için önlem almasını istemiştik, izin istememiştik. Çünkü yandevlet bir kez daha Azınlığı açıkça tehdit ediyordu, 1975 yılında belediye seçimleri münasebetiyle Azınlık aleyhinde estirilen terörü bir kez daha yinelemek için Hristiyanları tahrik etmeye başlamıştı. Bu çirkin rolü üstlenenlerden başlıcası yine “Hronos” gazetesi. Yürüyüş için gidilen Eşekçili’deki toplantıda (18.1.83), yasaka rağmen o gün yürüyüşün yapılıp yapılmayacağı uzun tartışmalara yol açtı, özellikle Takım üyeleri uzattıkça uzattılar. Yakalılar kararlı, ama saatler geçti, saat 12’de başlaması beklenen yürüyüşe bunca gecikmeden sonra artık teşebbüs edilemezdi. Salı gününe mi itiraz edilmişti, bu kez yürüyüşün çarşamba günü (2.2.83) ve muhtemel yasağa rağmen yapılacağını ilan ettik.
Bu toplantıdan bir ayrıntı. Dağılırken, Mehmet Emin Aga yanıma yaklaşıyor, “Doktor” diyor, “bir kere daha bizi buraya konuşmak için çağırma. Öbür toplantıda emir ver, hep birlikte kazıkları çıkarmaya gidelim”. Kamulaştırılan arazi az aşağıda başlıyor, demir kazıklar ve tel örgülerle çevrili, Aga bu kazıkları kastediyor. Başımı kaldırıp yüzüne bakıyorum, samimî mi yoksa provokasyon mu yapıyor diye, çıkaramıyorum.
Bu yürüyüş te yasaklandı. Ama bu arada araya giren 15 gün içinde büyük gelişmeler ve korkunç şeyler oldu. Bunlardan birçoğunu çok sonradan öğrendim. Yönetim, Gümülcine Müftüsüne ve milletvekili Ahmet Mehmet’e Yaka toplantılarını durdurmaları için büyük baskılar yaptı. Ama onların elinde değil. Takım ise etkilemekte olduğu Müftüyle birlikte Yaka köylerini dolaşıp köylüleri korkutarak yürüyüşten vazgeçmeye çağırıyordu.
Polisin sorgulamalarına ve tehditlerine daha baştan beri en çok ben maruz kalıyorum, defalarca çağrılıp tehdit ediliyorum. Muayenehanemin karşısına dikilen sivil polis artık oradan hiç ayrılmıyor. Daha sonra polis tarafından Mustafa Mustafa’ya da göz dağı veriliyor. Mustafa resmen KKE üyesi, ben ise “gizli komünist”, öyle diyorlar. Takım, Yaka’daki toplantıların komünistler tarafından düzenlendiği dedikodusunu yayıyor, alakası yok tabiî. Bu konuda Yunan polisini bile kandırıyor. Son olarak Atina dönüşü Yakalılar yürüyüşte israr edince, Emniyet binasında bütün yüksek rütbeli polisler toplanmış, 6-7 kişi, beni ortalarına aldılar, Trakya polis komutanı olanı “Yürüyüşe teşebbüs ederseniz, orada ilk önce senin ayaklarını kıracağım!” diye bağırıyordu.
Bu arada milletvekili Ahmet Mehmet aracılığıyla Hükümetin Yakalılarla dialog istediği mesajı iletiliyor ve Atina’ya davet ediliyoruz. Öneri Müftülükte tartışılıyor, davete icabet edelim mi etmeyelim mi, ama toplantıya Yakalıları çağırmıyorlar. Atina’da Bakanla randevu 3 Şubatta, öneri Müftülükte ikinci kez 1 Şubatta görüşülüyor, sonraki gün 2 Şubatta Atina’ya hareket etmek gerekecek. Ama 2 Şubatta yürüyüş var, Atina’ya gidilirse yürüyüş ertelenecek. Davetiyenin bu amaçla yapıldığı besbelli, oyalamak ve vazgeçtirmek, o halde icabet etmeyelim ve yürüyüşü gerçekleştirelim. Bu görüş taraftar bulmuyor. Müftü ve Takım ille de Atina’ya gidilmesi ve yürüyüşün ertelenmesi üzerinde diretiyorlar. Bu ikinci görüşe sonunda ben de katılıyorum. “Biz sorunu görüşmek üzere koskoca Hükümet onları davet ettik, ama daveti ve dialogu kabul etmediler” dedirtmemek için. Mehmet Nuri de aynı görüşte. Top bizim elimizde kalmamalıydı. Türkiye’de okuyan birkaç hızlı öğrenciden, anımsıyorum, bana tepki geldi, “Atina’ya gitmeyi niye kabul ettiniz, bu davet direnişçilerin azmini kırmak için bir oyundan başka bir şey değildir, mücadeleye ihanet ediyorsunuz!” Onlara kararlığımız ve bilincimizin oyunlara gelmeyecek kadar yüksek olduğunu söylüyorum. Nitekim Atina ziyaretinden sonuç alınamayınca, yürüyüş için hemen yeni bir tarih tesbit ediyoruz: 13 Şubat.
Bu arada öğreniyorum ki, Müftü Yakayı ziyaret edip köylülerle konuşmuş ve Bakanlarla görüşme önerisinin kabul edilmesi ve 2 Şubat yürüyüşünün ertelenmesi için onlara baskı yapmış. Takımla özdeşleşmiş olan Müftüye köylülerin güveni sarsılmış durumda, öte yandan bir aydır devam eden direnişin tabiî liderleri başkaları, Müftü değil, onu dinlemiyorlar. Yakalılara Atina’daki görüşmelerden umutlu olduğunu söylemiş, yok eğer görüşmelerden bir sonuç alınmazsa, düzenlenecek yeni yürüyüşte kendisinin başa geçeceğine dair söz vermiş. Yaşlı Müftünün bu coşkusunu her şeye rağmen sevimli bulmamak elde değil.
Zira yine öğreniyorum ki, daha önce Müftü yanına Takım üyelerini alarak, daha doğrusu Takım yanına Müftüyü de alarak bir akşam Yakaya çıkmış ve orada camideki cemaate hitaben yapılan konuşmalarda Yakalıları yürüyüşten ve direnişten vazgeçmeye davet etmiş. Bir görgü tanığından dinledim, Müftünün yanında İsmail Rodoplu, İbrahim Şerif ve daha başkaları, en çok konuşanı Rodoplu. Rodoplu, kendisine özgü kinizmiyle şöyle haykırıyor: “Yönetim, ucu yukarıya gelecek şekilde bıçağını masaya dikmiş. Buna yumruk atacak erkek var mı?” Bu sahneyi bana anlatan Yakalı, “Aga” diyordu, “camide olmasak, Rodoplu’nun karşısına geçip pantolonları indireceğim, işte be, ben erkekim diyerek!”... Bir mücadele yürütülürken, o koşulların duygusallığı içinde, Rodoplu’nun ve Takımın bu hareketi ancak bir tek kelimeyle nitelendirilebilirdi: İhanet.
Sonraki yıllar Rodoplu Koca Kapı tarafından ödüllendirildi, nedenleri arasında, sanırım, Yaka Direnişindeki bu hizmetleri de olmalı. Ayrıca Yunan Yönetimi tarafından da ödüllendirilip ödüllendirilmediğini bilmiyorum.
Aşağıdaki olayı on yıl sonra öğreneceğim, Hafız Yaşar’dan, Gümülcine Müftüsünün ölümünün üzerinden beş yıl geçmiştir. Bir gün Hafız Yaşar’la konuşuyoruz, eskileri yadederek. “Yıllardan beri içimde sakladığım bir sır var, seninle ilgili, oysa daha o zaman sana bildirmeye karar vermiştim. Gel zaman git zaman olmadı, bugüne kısmetmiş.” diyor. “O günlerde beni ve Müftü efendiyi vali çağırdı. Yanında 105’in şefi Pavlidis te var. Konu, Yaka olayları. Bizden bunları durdurmamızı istiyorlar. Müftüye yükleniyorlar, onu yerine göre pohpohlayarak veya tahrik ederek. Müftü bir an patlıyor ve ne derse beğenirsin? “Ben o olayları kimin çıkarttığını çok iyi biliyorum. O komünistin işi bunlar!” Ve senin adını zikrediyor. “Ama ben onun ayaklarını kıracağım!” Aynen böyle dedi. Kulaklarıma inanamadım, arkamdan haşlak sular döküldü.” Hafız Yaşar’ın beni bu gammazlama olayından çok etkilenmiş olduğu anlaşılıyordu. Ben ise doğrusu pek değersemedim, gizli bir iş yaptığımız yoktu ki, öbür yandan aynı suçlamayla polisin tehditlerine daha baştan maruz kalmaya başlamıştım, Müftünün beni gammazlamasından önce. Ağzından kaçırıverdi anlaşılan, o günlerde bana çok kızdığı için, Takım benim aleyhimde kafasını şişirmişti. Bir süre sonra dolaylı bir şekilde bana bunları itiraf etmişti.
“Yaka toplantılarını komünistler düzenliyor” provokasyonu üzerine bir olay daha. Celal Zeybek’ten birkaç kez dinlemiştim. “Eşekçili’deki toplantıya gitmek üzere beş kişi Gençler Birliği önünde Abdulhalim Dede’nin arabasına binmeye hazırlanıyoruz, ben, sen, Orhan Hacıibram, Refika Nazım ve Dede’nin kendisi. Yanıma bir Konsolosluk görevlisi yaklaştı, beni bir kenara çekip kulağıma şunları fısıldadı: Sen o komünistlerle nasıl beraber olabiliyorsun? Ben de teessüf ederim efendim, dedim, hata ediyorsunuz. Onlar komünist değil, azınlık mücadelesinin kalbini teşkil ediyorlar.” Zeybek, bu kişinin kim olduğunu ifşa etmek istemiyordu.
Atina’ya gitmezden önce Mehmet Nuri Yakalılar adına çıkardığı bir açıklamada yürüyüşün süresiz ertelendiğini bildirdi.
Kalabalık bir heyet oluşturup Bakanlarla görüşmek üzere Atina’ya gidiyoruz. Mehmet Nuri ve Yaka’dan üç kişi daha, milletvekilleri Hafız Yaşar ve Ahmet Mehmet, Sabahattin Galip ve ben. Gazeteci Abdülhalim Dede, o zaman çok daha hızlı, o da bizimle birlikte geliyor. Heyet önce iktidardaki Pasok partisinin ilimizdeki diğer milletvekili Dimitrios Vradelis ile buluşacak, Yaka toplantılarından ikincisine onun da katılmasına müsaade etmiştik, amacının tekerimize çomar sokmak olduğunu bile bile. Ama Vradelis’in oyunları bize vız gelir, kendimize güveniyoruz.
Nereye gidiyoruz? Dışişleri Bakanlığında Bakan Yardımcısı Yanis Kapsis’le görüşmeye, zira Azınlıktan o sorumlu. Kapsis bizim karşımızda şov yapıyor, Amerikalı yerlilerden bir heyet kabul eden İspanyol kaptan gibi, Dışişlerindeki o gülünç sahneyi anlatmayayım, ve bizi İçişleri Bakanı Gergios Genimatas’la görüşmeye gönderiyor. Genimatas ciddi ve saygılı, görüşmemiz iki saate yakın sürüyor. Heyetin sözcülüğü bana verildi. “Sayın Bakan, Trakya Üniversitesi için yapılan kamulaştırmayı şikayet etmeye va iptal edilmesini istemeye geldik. Bu kamulaştırmanın Azınlık aleyhinde kasıtlı bir hareket olduğundan emin olmasaydık, bugün bizi huzurunuzda görmeyecektiniz.” diye söze başlıyorum. Ve bu iddiayla ilgili kanıtlarımızı sıralıyorum, tabiî uygulanmakta olan ayrım ve tenkil siyasetini de anlatarak. Genimatas sıkışıyor ve bir noktada artık sıkıştığını itiraf ediyor. Uzatmayayım, beklendiği gibi sonuç fiyasko. Kamulaştırma iptal edilemez, alanı azaltılamaz, ama bölge halkında yol açtığı kötü sonuçların giderilmesi için önlemler alınabilir, bunlar arasında Yakalıların öncelikli olarak işe alınması ve daha başka önlemler var. Siz taleplerinizi tespit edin, ben de konuyla buradan ilgileneceğim. Programımda pek yakında Gümülcine’yi ziyaret etmek var, o zaman sizinle orada yeniden görüşeceğim ve taleplerinizi hayata geçirmeye çalışacağız. Bakan, bu vaadlerde bulundu. Boş vaadler. Genimatas bunları iyi niyetle söylemiş olabilirdi, ama onun iyi niyeti o dönemde şiddetle uygulanmakta olan devletsel tenkil politikasını ne aşmaya ne de delmeye yeterdi. Bakan bunu bilmiyor olabilirdi, ama biz biliyorduk. Yaka kamulaştırması, çok güçlü gerekçelerine rağmen, gerçekte Azınlığı yok etmek planı çecevesinde atılmış adımlardan biriydi, bölgedeki bütün öbür toplu kamulaştırmalar gibi, şimdi bunun yol açtığı yaraların sarılacağından söz ediliyordu. Bu vaadler hiç samimî olabilir ve gerçekleşebilir miydi? Azınlığı yok etmek hedefinden vazgeçilecek te kurtarmaya mı çalışılacaktı? Zaten Yaka Direnişinin ve öbür bütün direnişlerin asıl amacı, açıkça itiraf edilmemesine rağmen, yerel ve belirli sorunların ötesinde, tenkil politikasının kaldırılması idi. Tenkil politikasının kaldırılmasının iki yolu vardı: Ya Yunanistan ile Türkiye arasında yeni bir anlaşlaşmaya varılacaktı, Azınlık yıllardan beri bir türlü gelmeyen bu anlaşmayı bekleyerek tükeniyordu, ya da mücadele edilecekti, yollara dökülerek. Ve Yönetim bu mücadeleyi durdurmaya çalışıyordu. Bir üçüncü yol daha vardı, Avrupa Ekonomik Topluluğu, ama biz orasını daha keşfetmemiştik. Ama herhalükarda örgütlenip mücadeleye soyunmak gerekiyordu.
Atina ziyaretinin sonuçları hakkında Yüksek Kurul ve toplantıya katılan Yakalılar bilgilendirildi. Özetle ziyaretin fiyaskoyla sonuçlandığı anlatıldı. Karamsarlık, ve kararlılık. Bir tek Hasan Hatipoğlu bir yeşil ışık yandığını görüyordu, Bakan da bir gelsin bakalım diye bir şeyler geveleyecek oldu. Ufak tefek kavgalar çıktı. Yüksek Kurul denilip durulmasından canı sıkılan Sabahattin Galip, “Yüksek Kurul yoktur!” diye haykırıyordu.
Onun için 13 Şubat olarak tespit edilen yeni yürüyüş tarihine itiraz eden çıkmadı. Plan hep aynı, Eşekçili camiinde toplanılacak, oradan hareket edilerek Gümülcine’ye kadar yürünecek ve Vilayetin önünde miting düzenlenecekti. Eşekçili’ye gelemeyen kişiler, Vilayetin önünde mitinge doğrudan katılacaklardı. Bu ikinci katılım planda yoktu, daha önce iptal edilen yürüyüşlerde kendiliğinden oluşmuştu. Nitekim 13 Şubat günü Yakalıları bekleyen soydaşların Vilayetin önünü ve cıvar sokakları doldurduğunu ve polis tarafından dağıtılmaya çalışıldığını öğrendik. Hazırlıklar yapıldı, ama Yönetim de yürüyüşü engellemeye hazırlanıyordu. Selanik’ten Gümülcine’ye toplum polislerinin taşındığını öğrendik. Geceleri Yaka’da silahlar patlıyor, evlerin kapıları taşlanıyordu. Yollarda trafik polisi ceza kesiyordu. Kamulaştırılan ve beş yıldan beri işlenmeyen 3500 dönümlük boş arazide sürülerini otlatan Yakalılar hakkında dava açılıyordu. Ben polis tarafından son bir kez daha çağrılıp ikaz ve tehdit edildim. Bunlar bizim saptayabildildiklerimiz.
Takım da boş durmuyor, bozgunculuğunu sürdürüyordu. Eşekçili’deki toplantıya katılacak, ama etkileyebildiği kişileri oraya gitmekten alıkoyacaktı. İskeçe ovasından dayanışma için kalkıp gelen İnhanlıların Takım üyeleri tarafından Gümülcine’de alıkonulduğunu öğrendik. Takımın Yaka Direnişi aleyhindeki büyük sabotajı, 13 Şubat olaylarının sonunda gerçekleşti ve direniş orada noktalandı. Yönetim, doğal olarak ellerini oğuşturuyordu, ama yalnız o değil. Azınlık, denetimsiz başlatıp denetimsiz yürüttüğü bir mücadeleden daha dersini almıştı. Resmî kayıtlara ise Batı Trakya Türk Azınlığına komünistlerin sızma çabasının püskürtüldüğü notu düşmüştü.


arkası var...

0 yorum: