RODOPLU’NUN SÖYLEŞİSİ - H


Azınlıkça
Sayı 27 Şubat 2007
İbram Onsunoğlu

RODOPLU’NUN SÖYLEŞİSİ ve yarım gerçekleri
-ve yalnız onlar değil


Refika Nazım’ın anısına

-H-


Psikografema -VI-
1980’lerde Sadık’ın Koca Kapı’yla ilişkileri
Azınlıkta 105’in karşıtı ve rakibi “büyük erk” Koca Kapı –T.C. Gümülcine Başkonsolosluğudur. 1970’li yılların sonları ile 1980’li yılların başları arasındaki zaman dilimini inceliyoruz. Baskı ve ayrımlara karşı ilk kıpırdanmaların başladığı dönem. Sadık, Yönetim kesiminden iki yerel erk odağı 105 ve Asfalya’nın şefleri ile ilişki kurmuştur, herkes oralardan şeytan görmüş gibi kaçarken.
İşini yapmak için, oralardan önüne çıkarılacak engelleri önlemek için, kişisel savunmasını örgütlemek için, başka hiçbir şey kastetmiyorum, haşa! Bir saptama yapıyorum, suçlama değil. Zira unutmayalım ki, o dönemde muayenehanesine bir telefon takabilmesi için 105’in ve Asfalya’nın onayı gerek. Göze batmışsan telefon bile takmıyorlar, bir başka meslektaş Mehmet Nuri’de olduğu gibi. Sadık ise, Dedeağaç’taki hocasının yaptığı benzetmeye göre “supiça”, göze girmeye çalışmaktadır. İletmek istediği mesaj şu: “Bakınız, ben zararlı biri değilim. Bana engel çıkarmayınız.” O boğucu baskı ve güvensizlik koşullarında böyle bir görünüm ve davranış biçimini tercih etmek zorunda kalanlar az değildi.
Şimdi aynı dönemde Sadık’ın Konsolosluk ile ilişkileri nasıldı? Sadık’tan dengeli ve ölçülü bir hareket beklemeyin. Ya bir tarafa ya öbür tarafa. Cuntanın düştüğü 1974 ile Azınlıkta ilk mücadele kıpırdanmalarının başladığı 1980 yılları arası, Konsolosluğun “erk odağı” olarak Azınlık üzerinde etkisinin en az olduğu, en az hissedildiği bir dönemdir. Dolayısıyla Konsolosluk Sadık için büyük ilgi ve önem konusu değildir. Köy hizmetini bitirdikten sonra 1978’de Gümülcine’ye yerleşen Sadık’ın o dönemde Konsoloslukla olan ilişkileri en düşük bir düzeydedir, yok denecek kadar azdır. Azınlık bireylerinin Konsololukla ilişkileri gayrimeşru kılınmıştır, oraya girip çıkanlar damgalanmakta ve yeri gelince cezalandırılmaktadır. Sadık ta Konsolosluktan olabildiğince uzak durmaktadır, o koşullarda hayatta kalmanın yolu. Ama yalnız o değil, kafasında oraya olan bağımlılığına son vermek planları da vardır, uysal ve uyumlu bir azınlık bireyi görüntüsünü tamamlamak istemektedir. Sadık ile hanımı anacığımla dost olmuşlar, 1980 yılının ortalarına dek bize gidip geliyorlar, anlatmıştım. İçini dökecek birini bulmuştur, para toplayıp Koca Kapı’dan almış olduğu bursu en kısa zamanda iade etmeye niyetli olduğunu söyler benim valideye. İade etmek ve kurtulmak. Zaten daha önce de damgalılığını güçlendireceğinden korktuğu için önerilen benzeri sosyal yardımları reddettiğini de anlatır. Koca Kapı’dan olabildiğince uzak durmaya kararlı olduğunu söyler. Kendime sansür koyarak ayrıntıları ifşa etmeyeceğim.
Yorumlamaya değer bir tavır. Sadık’ın aldığı bursu iade etme kararı, ki gerçekleşmemiştir, belirli bir değerler ölçüsüne göre duyarlı ve sorumlu dürüstçe bir davranış olarak nitelendirilebilirdi, olayı bir vicdan sorunu olarak algılamış olsaydı. Oysa amacı, kendisinin itiraf ettiği gibi, ilişkili olmaktan, bu ilişkinin yol açacağı “yükümlerden” ve engellerden ve Yönetim karşısında damgalı görünmekten kurtulmaktı, ona her zaman yabancı olan vicdan sorunu söz konusu değildi.
Aradan 8 yıl geçti ve koşullar değişti, değerler değişti, takke düştü kel açıldı, Sadık damga olarak gördüğü maddi ilişkiyi şimdi kucaklamış ısrarla talep ediyordu, onu nasıl savurganca kullandığını Rodoplu’dan biraz dinledim, yazacağını söylediği anılarında o anlatsın, ondan dinlediklerimi buraya aktarmayacağım.

Psikografema -VII-
Para, para, para
Hasan Hatipoğlu’ndan dinliyorum. Erdal İnönü, dışişleri bakanıdır, CHP lideri olarak sosyalist partiler konferansına katılmak üzere Atina’ya gelmişti, 1994’ün başlarıydı sanırım. Takım’dan kalabalık bir grup onu görmeye gider, aralarında Sadık ta vardır. “Biz Erdal İnönü’ye azınlık sorunlarını anlatmaya çalışıyorduk, Yunanlı yetkililerle temaslarında neleri şikayet etmesini ve neleri talep etmesini göstererek, Sadık ise kendi dünyasında, partisi adına ondan para istiyordu.” Hatipoğlu dudak bükerek anlatıyor.
1989’dan sonra mücadele adına burada olsun Almanya’da olsun Batıtrakyalılar arasında Takım tarafından birkaç kez ianeler yapıldı, paralar toplandı. Bazen bu para toplama işi âdeta bir haraç toplamaya dönüştü, kapı kapı dolaşıldı, o şartlarda ha verme de gör. Toplanan paraların miktarı ve kullanımı konusunda Takım’dan şeffaflık beklemeyin. Paylaşımda Takım üyeleri arasında çıkan kavgaların yankıları geliyordu kulağımıza, aslan payını hep Sadık’ın kaptığı, ancak kesin olarak nelerin olup bittiği hiçbir zaman öğrenilmedi. Takım kapalı kutu, bu konuda hiçbir bilgi sızdırmıyordu. Hapisten çıktıktan sonra İbrahim Şerif ve Sadık Ahmet için yapılan ianede yine Sadık’ın aslan payını kaptığı, İ. Şerif’e haksızlık ettiği ve bu yüzden aralarında kavga çıktığı dönemin azınlık basınında yer aldı... Özetle Takım sayesinde Azınlıkta bu iane müessesesi de yozlaştı, güveni sarsılan kamuoyu artık eskisi gibi yüz vermemeye başladı. O dönemde olup bitenler, suistimal dedikoduları vs, Azınlıkta genel olarak yardımlaşma ve dayanışma duygularını köreltmiştir. Demiştim, Takım’ın bastığı yerde ot bitmiyordu, el attığı her konuyu bokluyordu.

Yeri gelmişken anlatayım. Azınlık çapında ilk iane, Yüksek Kurul kararıyla İnhanlı Direnişi için 1982’de düzenlendi. Ben de işin içindeyim, kim sorarsa, bu amaçla Gümülcine için oluşturulan heyetin üç üyesinden biriydim. Heyetin gözetiminde paraların Gümülcine Müftülüğünde toplanması kararlaştırıldı. Katılım büyük, Azınlık çapında coşkulu bir dayanışma örneği sergilendi, oldukça çok para toplandı. İanenin siyasî amacı, İnhanlı sorununu tüm Azınlığın ilgi konusu haline getirmekti. Müftülük, Gümülcine’de Takım’ın etkisi altında, İskeçe’de ise Takımın kendisi. Ve benim bütün çabalarıma rağmen sorumlu heyet Gümülcine’de bir kez olsun toplanmadı, paraları denetlemedi, miktarını kaydetmedi, kullanımını denetlemedi, kamuoyunu aydınlatmadı, kısaca sorumluluğunu yerine getirmedi. Şaibelere yol açacak davranışlar, bırak dışarıdaki kamuoyunu, işin içinde olan bende bile. Özetle İnhanlılar için toplanan miktarı meçhul paralar İnhanlılar için harcanmadı veya küçük bir miktarı harcandı, geri kalanı Müftülükte alıkonuldu. Takım, Yüksek Kurul kararlarını uygulamıyor, hiçbir kural tanımıyor, hiçbir hassasiyet göstermiyor, kimseye hesap verme ihtiyacını duymuyordu. Benim bildiğim, bir süre sonra bir başka amaçla Atina’ya giden bir heyetin masrafları bu paralardan karşılandı, bir miktarı ise (ne kadarı?) 1986 yılına dek bankadaydı. Daha sonra Takım yeni Müftü Hafız Cemali’nin onayıyla İnhanlılar için toplanan paraları bankadan çekti, nerede kullandığını da kimseye söylemedi. Yanlış anlaşılmasın, birilerinin İnhanlı paralarını kendi zimmetine geçirdiğini iddia etmiyorum, şaibelere yol açan gayrişeffaf, duyarsız, saygısız ve keyfî davranışlara dikkati çekiyorum. Aynı amaçla İskeçe Müftülüğünde toplanan paraların akibeti ise daha da meçhul. Bunlar daha ilk ianede olan şeyler, “millî birlik ve beraberlik” varken. Sonra kamuoyunun güveni nasıl sarsılmasın? Azınlıkta ianelere karşı duyulan alerji, yardımlaşma ve dayanışmaya karşı duyulan soğukluk yavaş yavaş böyle oluştu.
İnhanlı için yapılan ianeden küçük bir anı. İane kararı alındıktan birkaç gün sonra Çukur Kahve’de Başkonsolos Şükrü Tufan’la karşılaştım, “Bir gün Daireden geç, ianeye ben de katılmak istiyorum, payıma düşeni vereyim.” dedi. Gitmedim. Gerçi kişi olarak konuşmuştu, servis olarak değil, ama ben yine de gitmedim. Azınlık olarak bir kavgaya girmiştik ve rüşdümüzü ıspat etmeliydik, önce kendimize karşı, sonra Koca Kapı’ya karşı. Koca Kapı’nın siyasî desteğine ihtiyacımız vardı, ama başlattığımız bu kavgayı oranın parasal desteğine başvurmadan yürütebileceğimizi kanıtlamalıydık. Azınlık kendi yağında kavrulmasını öğrenmeliydi, gerçek katılım ve dayanışma bunun her türlü külfetine katlanarak sağlanabilirdi, mücadelenin tadı ve özü de buydu.

Bu yakınlarda İleri gazetesi ile Sadık arasındaki eski bir kavgayı anımsattılar bana, 1980’li yılların başlarından, bizimkisi Gümülcine hastanesinde ihtisas yaparken. Bir soydaş, İleri’ye gidip, Sadık’ın hastanede fakelaki-rüşvetçilik konularında azınlık hastaları ile Hıristiyan doktorlar arasında arabuluculuk yaptığını ihbar ve şikayet eder. “Bilmiyor musunuz, balander rolü oynuyor” der, aynen bu tabiri kullanarak. Sadık’ın uyum yeteneği orada da kendini göstermiştir. Öte yandan “bizim bu millet kazıklanmaktan anlar”, onun meşhur sözüdür. Haber, İleri’de “Balander” başlığı altında çıkmıştı. Sadık, bu yazı üzerine Haki’yi hakkında dava açmakla tehdit etti. Tehdit etti etmesine, ama dava açmaya cesaret edemedi, çünkü bazı görgü şahitlerinin mahkemede ifade vermek üzere Haki’nin yanında yer aldıklarını öğrenmişti.
Belleğimde yer eden bir sahne var, gözümün önüne geldikçe beni Batıtrakyalı olarak utandırır ve öfkelendirir. Yıllar 1996 mı ’97 mi, Türk televizyon kanallarında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile Sadık’ın dul hanımı Işık görüntüleniyor. Televizyon kameralarının önünde Işık hanım Demirel’e ağlanıyor, Yunanlılar onu oyalayıp durup hâlâ Sadık’ın emekliliğini vermiyorlarmış, parası yokmuş, geçim sıkıntısı çekiyormuş... Demirel, hiç beklemediği bu ağlanış karşısında önce şaşırıyor, sonra gayriihtiyari elini cebine atıp cüzdanını çıkarıyor, cüzdanındaki paraları Işık’a uzatıyor, “yanımda bu kadar varmış” diyerek, bilmem kaç milyon, Işık hanım Demirel’in uzattığı paraları alıyor...
“Biliyor musun” diyordu Başkonsolos Osman Durak, “Sadık Ahmet’in ölümünden sonra buraya onun birkaç gün önce bir lokantada yediği yemeğin makbuzunu getirdiler, parasını tahsil etmek için.”

Azınlık ile Koca Kapı ilişkileri
1974-1980 dönemi

1974-80 yılları, Büyük Kovma’nın bütün şiddetiyle devam ettiği, Azınlığın panikleyip Türkiye’ye kaçtığı ve esaslı hiçbir mücadelenin verilmediği, Konsolosluğun ise Azınlık üzerindeki etkisinin en az olduğu dönemdir. Yönlendirme ve müdahale denilebilecek hiçbir şey yok, bunlar sonradan ortaya çıktı, o zaman panik halindeki darmadağınık Azınlık içinde böyle bir şey yapmak zaten imkânsız. Yalnızca bu değil, Azınlığa yapılan ayrım ve baskıları Türkiye kınamaya kalktıkça, Yönetim onları daha bir şiddetlendirerek yanıt veriyordu. Ancak buna rağmen, o korkunç Yunan-Türk gerilimi koşullarında merkezî ve yerel makamlarca, çeşitli kişi ve örgütler ve Yunan basını tarafından T.C. Gümülcine Başkonsolosluğu sürekli saldırılara hedef olmakta, Azınlığı Yunanistan aleyhinde örgütlemek, yerel ve genel seçimlerde nasıl oy kullanacağı konusunda yönlendirmekle suçlanmakta ve “ajan yuvası” olarak nitelendirilen bu Türk temsilciliğinin kapatılması için kampanya yürütülmektedir. Azınlık bireylerinin Konsoloslukla ilişkileri gayrimeşru kılınmıştır, oraya girip çıkanlar damgalanmakta ve yeri gelince cezalandırılmaktadır. Gerçi öteden beri süregelen bir durumdu bu, yeni değil, 1980’lerden sonra zaman zaman yumuşamış, zaman zaman şiddetlenmiş ve Konsolosluk bugünkü saygınlığını ancak 1999’lardan sonra, Yunan-Türk yaklaşımıyla kazanmıştır. Ama söz konusu yıllarda (1974-80) koşullar çok daha ağır, saldırılar çok daha yoğun. O yüzden Azınlık içinde Konsolosluk hiç “popüler” değildi, orayı ziyaret etmek için bayağı bir yürek gerekiyordu ve bazı tehlikeleri göze almak.
Recep Karapaça ile bu sorunu tartışıyoruz. Bana Osman Nuri Fettahoğlu’nun başından geçen bir olayı anlatıyor, Cuntanın ilk yıllarından mı yoksa 1967 öncesinden mi, emin değilim. Osman Nuri, İskeçe’den Gümülcine’ye Konsolosluğu ziyaret etmeye geldikçe polis tarafından hissedilir bir biçimde takip edilmekte ve arada bir taciz edilmektedir...

GTGB –Paralel yollar
Başka bir şey aklıma geldi şimdi, Gümülcine Türk Gençler Birliği ile ilgili bir anım, onu da araya sıkıştırayım bari. Yukarıdaki anlatımı daha aşağıda tamamlayacağım.
Gümülcine’de Azınlığın yegâne spor ve kültür derneği Türk Gençler Birliği de Konsolosluğa paralel bir yol izlemiştir. Aynı yıllarda Gençler Birliği de hiç popüler değildir. 1967 Cunta öncesinde azınlık gençlerini –yalnız onları değil– bir araya getiren, o zamanki mevcut imkânlar dahilinde yoğun sportif ve kültürel faaliyetlerin yürütüldüğü ve Azınlık içinde saygınlığı büyük olan dernek, bir tek o vardı, Cuntayla birlikte bir çöküş sürecine girmişti. Gençler Birliği, öteden beri Yönetimin gözüne batmaktaydı, orasını kim bilir ne sanıyordu bilmem. Ve, diğerleri yanında, Yönetimden güdümlü “İslâmî” cemiyetlerin eski açıklamaları incelenecek olursa, onlar tarafından zaman zaman Birlik’in faaliyetlerinin kınandığı, hatta kapatılmasının talep edildiği görülecektir. Sonra, ortaöğretim yıllarımda ve daha önceleri ben yanıbaşındaki Medreseden hiçbir talebenin GB’ye girmeye cesaret edebildiğini hatırlamıyorum. Yönetim, genel olarak Azınlığın ilerlemesine ve bilinçlenmesine katkıda bulunan her şeyden rahatsız oluyordu, örneğin Celal Bayar Lisesinden de. GB’den duyulan rahatsızlık, Cuntayla birlikte iyice hissettirilir oldu ve o diktatörlük koşullarında derneğe üye olmak, oraya girip çıkmak artık basbayağı bir cesaret işi haline geldi. Birlik, eski canlılığını yitirdi, faaliyetleri şunda bunda, gençler katılmaktan çekiniyorlardı, azınlık insanı oradan uzak duruyordu. Cunta, Birlik’in Türkçe tabelasını da söküp çıkardı, yalnızca Yunancası kaldı. 1972’de kapatma sürecini başlattı, sonra vazgeçti, ama gerçekte GB kapanmış gibiydi. O dönemde Birlik lokali bomboş, birkaç yaşlı ve emekli müdavimi var, o kadar. Bu hal, yakına kadar sürdü, resmen kapatılmış GB’nin bugünkü yeniden canlılığı iki yıl önce başladı.
1974 olmalı, lokalde birkaç kişi oturmuş, 1967 öncesi cıvıl cıvıl olan GB’nin düştüğü bu hali tartışıyoruz. Aramızda yönetim kurulu üyesi İbrahim Karagöz de var. Ne yapmalı da kahve ve meyhanelerde zaman öldüren azınlık gençliğini Birlik’e çekmeli ve spor ve kültür faaliyetlerine katılmasını sağlamalı, ne yapmalı da GB’yi eskisi gibi canlandırmalı. İşe lokalin estetiğinden başlamalı, lokali daha çekici yapmalı diye bir görüş ortaya atılıyor. Sandalye ve masalar onlarca yıllık, aşınmış, lokalin köhne bir kahveden farkı yok, önce bunları yenilemek gerek. O sırada Gümülcine’ye ilk kez bir kafeterya açılmıştı, Poala sinamasının yanında, adı “Elysés”, şimdi yerinde banka çalışıyor, o zaman için çok modern sayılan suni deriden koltukları ve ona göre modern masaları vardı, ve gençler, azınlık gençleri de, oraya gitmeye başlamışlardı. O kafeteryadaki gibi modern koltuk ve masalar alalım, lokali modern ve çekici bir hale getirelim, sonra daha başka şeyler. İ. Karagöz GB’nin kasasının tam takır olduğunu söylüyor, para yok. Üyelerden para toplayalım, yönetim kurulu üyeler arasında bir yardım kampanyası açsın. Açamaz, korkar, çünkü Asfalya’nın haberi olursa yönetim kurulunun başı belaya girer. O halde yönetim kurulunu hiç karıştırmayalım, para toplamayı birkaç kişi üstlensin, üyelere ve esnafa gidilsin, Asfalya’nın haberi oluncaya kadar bu işi bitiriversinler. Bu para toplanmaz, bizim insanımız para vermez, sonra bu riskli işi kim üstüne alır ki. Ve tartışma çıkmaza giriyor. Ben üzerime alacağım diyorum, hem de o koltuk ve masalar için gerekli parayı iki gün içinde toplarım, Asfalya’nın haberi oluncaya ve beni yakalayıncaya kadar bu işi bitiririm. Sen paraları toplarsan adaş, diyor İ. Karagöz, ben de o koltuk ve masaları imal etmeyi üzerime alırım. Yapabilir misin adaş? Hem de anacığını bellerim, benim işim bu. İbrahim Karagöz, usta bir soğuk demirci, şehir meydanında Osmanlı’dan kalma geniş bir han vardı, iş yeri orada, şimdi han yok, yıktılar, yerinde modern binalar. İ. Karagöz de yok, sonraki yıllar pek çokları gibi o da Öte’ye kaçmak zorunda kaldı, Keşan’a yerleşti... Sonraki gün İ. Karagöz’le buluştuk, kafeteryayı ziyaret ettik, oradaki masa ve koltukların ölçüsünü aldık, daha sonra o bir hesap çıkardı, 10 masa ve 40 koltuk (kesin sayısını anımsamıyorum), şu kadar eder...
Ben iki gün demiştim, ama gereken miktarı ancak beş gün içinde toplayabildim, herkese laf anlatmak kolay değil, üstelik tek başımayım. Üçüncü gün lokalde beni matbaacı Osman abi tuttu, o da GB yönetim kurulu üyesi, haberi olmuş ve beni arıyormuş, öfkeli mi öfkeli, neredeyse üstüme atılıp dövecek. Ben nasıl yönetim kuruluna sormadan onların adına iane yapıyormuşum, bu ne cüretmiş, yönetim kurulunun başını belaya mı vermek istiyormuşum, Asfalya’ya hesap vermeye onlar çağırılacakmış... ve benden derhal ianeyi durdurmamı istiyordu. Çok kızmış, bağırıp çağırıyordu, kendisine hak veriyordum gerçi, korkuyordu, ama beni adamakıllı bozdu. Bir defa yönetim kurulu adına para toplamıyorum dedim, sizin bu işten haberiniz yok, GB üyeleri kendi aramızda GB için para topluyoruz, derneğe bir hediyemiz olacak, bu iş için yönetim kuruluna haber vermemize ve sizin onayınızı almamıza gerek yok. Asfalya’nın karşısında ise sorumluluğu ben üzerime alıyorum...
Kapısını çaldığım herkes GB deyince elini cebine attı, en başta o zaman az sayıdaki okumuşlu agalarımız, ilk ziyaret ettiğim kişiler onlar olmuştu. Biri hariç, avukat Sebahattin Emin Salepçi, Selanik’ten evdeşim ve Agam, en samimî olduğum insanlardan biri, vermedi. GB denilince eline cebine atması en çok gereken kişi, bunun belirli nedenleri var, anlatmayayım. Salepçi aslında cimri biri değildi, yalnızca onun kafasında yardımlaşma ve dayanışma diye bir mefhum yoktu, başka olaylarla da sabit.
İbrahim Karagöz’ün ustalığı beni şaşırttı. Kısa bir süre içinde koltuk ve masaları imal etti, hiç beklemediğim mükemmeliyette, ve GB’ye teslim etti. Lokalde 15 yıl kadar hizmet gören o yeşil renkli koltukların öyküsü budur. Daha sonra modern mobilyaların Gençler Birliği’ni azınlık gençlerinin gözünde daha çekici kılmadığı anlaşıldı, ama o zaman biz öyle olacağına inanmıştık.

Yukarıda yarıda kalan anlatıma şimdi devam edebilirim.
...Recep Karapaça ile bu sorunu tartışıyoruz. Bana Osman Nuri Fettahoğlu’nun başından geçen bir hadiseyi anlatıyor, Cuntanın ilk yıllarından mı yoksa 1967 öncesinden mi, emin değilim. Osman Nuri, İskeçe’den Gümülcine’ye Konsolosluğu ziyaret etmeye geldikçe polis tarafından hissedilir bir biçimde takip edilmekte ve arada bir taciz edilmektedir
Böyle bir taciz olayında Asfalya’nın diikitis’ine şunları söyler: “Bakınız, orası benim Azınlık olarak garantör devletimin temsilciliğidir. Benim Konsoloslukla olan ilişkilerim meşrudur, siz bana bunu yasaklayamazsınız. Ben oraya gidip gelmeye ve gerek taleplerimi gerekse şikayetlerimi iletmeye devam edeceğim, bilmenizi isterim. Şimdiye kadar bunu açıkça ve gizlemeden yaptım, şimdiden sonra da aynısını yapacağım, ikide bir beni rahatsız etmeyiniz.”...
Osman Nuri’nin bu tezlerini tamamlamak gerekiyordu.
1968’lerde, yirmi yaşlarında delikanlıyım, o dönemin Başkonsolosu Tevfik Ünaydın, aramızda geçen bir sohbette bana Azınlık ile Konsolosluk ve genel olarak Türkiye arasındaki ilişkilerin sınırlarını çizmişti. “Bu çerçeveyi aşmak isteyen girişimlere yüz vermeyeceksiniz. Bu girişim, buradaki herhangi bir memurdan gelebilir. Benden bile gelse, beni de dinlemeyeceksiniz. Sizin konunuz Azınlık olmalıdır, Türkiye değil. Türkiye’nin başında onun sorunlarına bakacak adamları var...” (Bilmiyorum, bir anlamı var mı, burada onun bir sözünü daha anmanın. “Siz Rumeliler” demişti bana, “tarih boyunca Anadoluluları hep sömürdünüz.” Yanıtlamamıştım bu gözlemini, birikimim yoktu.) Herhalükârda Tevfik Ünaydın sanki bir şeylerden korkuyordu da ikaz ediyordu, sanki yıllar sonra neler olacağını tahmin ediyormuş gibi, sözlerinin anlamını o zaman pek kavrayamamıştım. Yirmi yıl sonra “çerçeve” aşıldığında onun öğütlerini yeni Başkonsoloslara kaç kez anımsatmak istedim, diyalog kopukluğundan fırsatını bulamadım. Ama iki yıl önce yeri geldi, Başkonsolos Ümit Yardım’a anlattım.
Tevfik Ünaydın’ın çizdiği çerçeveyi teorikleştirmek gerekiyordu.
Türkiye’nin bir azınlık politikası vardı, gerçi o gerilim döneminde mütekabiliyete dayalı bu politikayı uygulayacak zemin ortadan kalkmıştı. Azınlığın da bir Türkiye politikası (!) olması gerekiyordu, daha doğrusu Türk Azınlığının Türkiye ile olan ilişkilerinde izleyeceği bir dizi ilke saptanmalı ve açıkça ilan edilmeliydi. Azınlık, Türk Konsolosluğu ve Türkiye ile olan ve özellikle olmayan ilişkileri yüzünden ikide bir suçlamalara ve aleyhte kampanyalara hedef yapılamazdı ve bunlar karşısında susmamalıydı.

Yunanistan’daki 1974 siyasî değişikliği Kıbrıs yüzünden genel bir Yunan-Türk savaşının eşiğine gelindiği bir ortamda gerçekleşti. Azınlık, Cuntanın düştüğünü ve demokrasinin geldiğini hissetmedi bile. Tam tersine, 1975 yılının ortalarına dek gerçek bir terör ortamında yaşadık. Ben tıb tahsilime ikinci kez ara vererek Gümülcine’ye dönmüştüm. Yaptığım işlerden biri, o korkunç şövenizm ve Azınlık aleyhindeki terör koşullarında Azınlık-Konsolosluk (Türkiye) ilişkilerine yönelik uyduruk ve asılsız suçlamaları Yunan basınında yanıtlamak ve yalanlamak ve yerine göre alaya almak olmuştur, ve Türk-Yunan yaklaşımını savunmak. Konuyu teorikleştirmeye çalışıyordum ve o koşullarda “renkli bir şahsiyet” gibi görünmek veya “ajan” olarak suçlanmak pahasına bildiğimi okuyordum. Nitekim Cuntanın “ünlü” eğitim bakanı Papakonstantinu, Atina’nın “Akropolis” gazetesinde beni “Atilla’nın Ajanı” ilan ediyordu. (Burada Atilla, Bülent Ecevit’e yapılan yakıştırmadır.). Yerel “Hronos” gazetesi hiç fırsatı kaçırır mı, Akropolis’teki yazıyı “İşte Onsunoğlu’nun gerçek yüzü! Biz demiştik, Türkten dost olmaz!” başlığı altında alıntılıyordu. Yanıt verdim... Böylece benim “gazeteciliğim” 1974’te Yunanca yazılarla başlamıştır.

Yıllar sonra, 1989’larda, bizim Koca Kapı, yukarıda sözünü ettiğim suçlamaları güçlendirecek ne gerekirse onu yaptı, âdeta inadına, kuşkuya yer vermeyecek bir biçimde ve “çerçeveyi” aşarak. Azınlık, Derin Devletin güdümüne sokulmuştu, belirli bir hedef seçilmişti, Azınlıkta bu azınlıkdışı hedef doğrultusunda kullanılan kişilerin başında Sadık Ahmet vardı. “Kullanılan” diyorum, çünkü Sadık’ın kendisinin bir azınlık vizyonu yoktu, olsaydı zaten tercih edilmezdi, politik kişiliği yoktu, politik moral dediğimiz şeyi hiç yoktu, uysal ve uyumlu bir azınlık bireyi görünmenin ne üç yıllık askerliğinde ne de ondan sonra hastane doktoru olma hedefinde bir işe yaradığını görmüş, yolu tıkanmış, şimdi müthiş öfkeliydi ve intikam duygularıyla patlamaya yer arıyordu, çok enerjik, çok hırslı, fikirsiz ve “pır delisi”, vur deyince öldüren... kullanılmaya çok elverişli kişiydi.

“Sen benim Kürtlerimi kaşırsan,
ben de senin Türklerini kaşırım.”
Dizinin en sonuna bırakmaya niyetli olduğum yukarıdaki başlığı oluşturan yargıyı, bu satırların yazıldığı sırada gündemdeki iki olayın etkisi altında dayanamayıp şimdiden ifade etme ihtiyacını hissettim.
Bunlardan bir tanesi, Türkiye’de bir süredir devam eden ve Hrant Dink’in öldürülmesiyle hız kazanan “Derin Devlet” tartışmaları, gazetecisinden aydınına, siyasetçisinden başbakanına kadar kişilerin yer aldığı. Ama ben, Doğru Yol Partisi genel başkanı Mehmet Ağar’ın demeçlerine odaklanıyorum özellikle, konunun uzmanı o. “Derin Devlet” diyor Ağar, “gazeteci Hrant Dink’in öldürüldüğü caddede dolaşmaz. Onunla 1938’lerin Hatay’ında karşılaşabilirsiniz, Ana Vatan’la birleştiği sırada. Soydaşlarımız katledilirken 1957’lerin Kıbrıs’ında karşılaşabilirsiniz...” Biz ise onunla 1988 ve ‘89’ların Batı Trakya’sında karşılaştık. Ama buraya ziyaretinin asıl amacı Türk Azınlığı değildi, ve onun çiğnenen insan haklarını savunmak, Azınlığın sandığı gibi, önceleri buna ben kanak ta dahil.
İkinci olay, Abdullah Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye teslim edilişinin yıldönümü münasebetiyle yapılan bu yakınlardaki yeni ifşaat. Yunanistan’ın, 1999’lara dek gırtlağına kadar PKK terörünü destekleme içine girdiği itiraf ediliyor şimdi. “Ben silahlı mücadeleyi bırakmak istiyordum, ama bırakmamam için Yunanistan baskı yapıyordu.”, Öcalan’ın bu demecini, bir tutukluya ait olduğu için sayımsamıyorum. Ama şunu sayımsıyorum: “Yunan C-130 uçakları, MİT ajanlarının burnunun ucundan kalkıp, PKK’ya silah taşıyordu.” Bu ifşaat yeni değil, bir kaç ay öncesinden, “Ta Nea” gazetesinin son sayfasında yazan Mitropulos’un kaleminden ve yalanlanmamıştır. Demek öyleymiş.
Bu iki olguyu birbiriyle birleştiren yargı da, “Sen benim Kürtlerimi kaşırsan, ben de senin Türklerini kaşırım” şeklinde ifade edilen yargı, Doğu Perinçek’in çıkardığı “2000’e Doğru” dergisinin ta 1990 yılı sayılarından. O zaman bunu pek egzotik bulduğum için uzun süre değersememiştim, zira Türkiye’deki Kürtler ile Yunanistan’daki Türkler ne nicelik ne de nitelik olarak karşılaştırma götürür şeylerdi, sonra Yunanistan’ın PKK terörüne desteğinin boyutları bilinmiyordu, ben bilmiyordum. Ama öte yandan insan eline neyi geçirirse onu kullanır, Derin Devletin elinde de koz olarak biz vardık, biz kullanılmak istendik. Yunanistan’ı çileden çıkaran 1989 müdahalesini ve devamını ve “bağımsız adaylar” konusunu yorumlamaya ve nedenlemeye 15 yıl kafa patlattım, bütün öbür seçenekler birer birer dağıldı, bir tek bu kaldı, ve altına imzamı atıyorum. Azınlığı bu amaçta kullanmak, Koca Kapı’nın yaptığı dehşet verici bir amoralizmdi, onun için bu işi Derin Devlet üstlenmiştir, ismi var cismi yok, resmî devlet sorumluluktan kurtulmak için.
Azınlık milletvekili Mehmet Müftüoğlu ile Türk Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz arasındaki görüşmeleri bir kez daha anımsatmak isterim. Müftüoğlu, 1988’lerde ilk kez Yılmaz’a Türkiye’nin bazı azınlık fertlerini bilinmeyen nedenlerle cezalandırdığını, kara liste uygulamasıyla onların Türkiye’ye girişini yasakladığını vs şikayet edince ve Azınlıkta yol açtığı kargaşayı ve vicdan bunalımını anlatınca, en yetkili kişi olan Dışişleri Bakanının bile olaydan haberi yoktur, ve “Olmaz öyle şey!” diye kükrer. Birinci görüşmede kükrer, ama üçüncü görüşmede artık bilgilendirilmiştir, “Konunun benim bilmediğim yönleri varmış.” diyerek düzeltilmesi için bir şey yapmayacağının sinyallerini verir, ama artık o öğrendiği yönlerin ne olduğunu da Müftüoğlu’na açıklamaz. Açıklanacak şeyler değildir de onun için.
Ne desin? “Hain, satılmış, Yunan ajanı” gibi çamur ve iftiralarla “Ana Vatan onları o yüzden cezalandırmıştır ve Türkiye’ye girişlerini yasaklamıştır” diye teşhir edilen azınlık üyelerinin, gerçekte bilinçleri, azınlıkçılıkları, demokratlıkları, solculukları, kısaca millî, politik ve sosyal ahlâkları yüzünden hazırlanmakta olan kullanıma muhtemelen karşı çıkacaklarından korkulduğu için taktik icabı önceden bertaraf edilmesine gidilmiştir mi desin?
Ve 10 yıl boyunca, ve artık ömürlerinin sonuna dek, çamur içinde tutulan Mehmet Müftüoğlu, Hafız Yaşar, Hasan İmamoğlu, Orhan Hacıibram, Celal Zeybek, Ahmet Muncura, Mustafa Mustafa, Ali Nuri, Halil Haki, Abdulhalim Dede, Aydın Ömeroğlu, Refika Nazım ve diğerleri. Ve 10 yıl boyunca Derin Devletin çaldığı davul önünde oynayan Takım üyeleri, Sadık Ahmet, Hasan Hatipoğlu, Mehmet Emin Aga, İsmail Rodoplu, Sabahattin Emin, İbrahim Şerif, Ahmet Faikoğlu, Mustafa Bacaksız, Ahmet Hacıosman, Aydın Arif ve diğerleri.
1989 müdahelesiyle azınlık mücadelesine arka çıkmak ve Azınlığın çiğnenen insan haklarını savunmak amaçlanmıştır iddiası hiç ileri sürülmesin, çünkü gerçek değildir, ilgisi yok. Bu konuda onlarca kanıt ileri sürebilirim. Birincisi şu: Azınlığın insan haklarını savunmayı, azınlık üyelerinin, bir tek kişi bile olsa, insan haklarını çiğneyerek, faşizan yöntemler kullanarak ve korku saçarak yürütemezsin. 1994’te Gümülcine’de kendisiyle görüşebildiğimiz TBMM İnsan Hakları Komisyonu başkanı milletvekili Eyüp Aşık, bizden işittiklerinden şaşkın bir halde, “Bu anlattıklarınız doğruysa, o zaman benim devletim buradaki Türk Azınlığının insan haklarını çiğniyor.” diye haykırmıştı. O görüşmede Takım üyelerinden ve Sadık’ın başlıca götdeşlerinden Ahmet Hacıosman ile Mustafa Bacaksız da hazır bulunuyordu.
Ve bizi kara liste döneminde Türkiye’den gelen siyasiler, bakan ve milletvekileri, ve gazeteciler ile görüştürmüyorlardı. Karalisteliler Türkiyelilerin yanlarına yaklaşamıyorduk, gelen misafirlerin çevresine âdeta surlar dikiliyor ve bu surları aşamıyorduk. Görüşebilsek ve olanları anlatabilsek, belki çirkin oyunu bozacağız. Eyüp Aşık, bu surları aşarak kendisiyle görüşebildiğimiz tek siyasi olmuştur.
Son olarak: 1999’da başlayan Yunan-Türk yaklaşımının iki ülkede meydana gelen depremlerin halklar arasında yol açtığı insanî duyguların etkisi altında filizlendiği ve bu akıma hükümetlerin da kapıldığı söylenedurur. Gerçek olmayacak kadar güzel ve romantiktir bu iddia, ama her iki tarafın da işine gelen. Oysa gerçek olan şudur: Simitis hükümeti Öçalan’a sığınma hakkı tanımamış ve PKK’ya desteğini durdurmuş, ayrıca Avrupa Birliği’nde Türkiye’nin önüne koyduğu engelleri kaldıracağını açıklamıştır. Buna karşılık Türkiye de teröre destek verirken suçüstü yakalanan Yunanistan’ı şikayet etmeyeceğine ve olayı unutacağına söz vermiştir. Yaklaşım, iki taraflı bu siyasî ödünlerle başlamıştır. Tabiî daha bir sürü perdearkası ayrıntı var, bizi yakından ilgilendirmeyen.
Bu yakınlarda Koca Kapı’dan bir resmî zat, Sadık için “Türk dünyasının yetiştirdiği en büyük devlet adamlarından biridir” demiş. Cart, kaba kağat! Ama hani az bile demiş. Ortada Koca Kapı adına işlenmiş korkunç bir amoralizm ve büyük bir ayıp var. Gerçek bir özeleştiri yapılmadan, “çevir kazı yanmasın” taktiğinin yeterli olmadığı anlaşıldıkça, o ayıbı örtebilmek için Sadık ölümünden sonra da hep kullanılacak. Ve propaganda sis perdesi aralanıp gerçekler gösterildikçe, bu konuda ben yalnız değilim, benden önce Takım üyeleri var, daha başkaları var, ama ben açıkça ve “saygısızca” yazıyorum, diğerleri bunu daha yapamıyor, bazıları o karanlık dönemi benden çok daha fazla bildikleri halde, evet, gerçekler gösterildikçe, Sadık için bu kocaman laflar söylenmeye hep devam edecek, gittikçe hep daha kocaman, daha abartılı, daha inanılmaz daha gayri ciddi ve daha gülünç. Onu Azınlığın Atatürk’ü de ilan edecekler, rahmetli Müftüoğlu’nun korktuğu gibi, heykellerini dikecekler, adını yollara, meydanlara, camilere verecekler. Zor değişeceği anlaşılan zihniyet değişinceye kadar.

arkası var

Azınlıkça
Sayı 27 Şubat 2007
İbram Onsunoğlu

0 yorum: