AZINLIKÇA
SAYI 27
ŞUBAT 2007
Herkül Millas
‘Azınlık üyesi olarak doğan biri artık hep azınlık olarak kalır’ diye bir laf duymuştum. Kimdi bunu diyen, ayrıntıları hatırlayamıyorum. En azından benim için geçerlidir bu söz. İstanbul’da da Atina’da da azınlık gibi hissediyorum kendimi sık sık. Bu azınlık olma duygusunun referansı değişiyor: eskiden daha sık gündeme geleni ‘etnik azınlık’ yanıydı. Son yıllarda çoğunluğa ‘siyasal’ ve ‘ideolojik’ olarak uyum sağlayamamak olarak çıkıyor ortaya. Estetik, etik, felsefi bir yanı da var bu marjinalleşmek duygusunun. Ama Batı Trakya’da iken, bir empati ve özdeşleşme mekanizması içinden o eski etnik azınlık tepkisi kabarıyor. Bu kimliğimle kaleme aldım bu yazıyı.
Aslında bu yazı bir tek soru soruyor: eskiden çok mu yanlış işler yaptım yoksa bugün başkaları mı yanılıyor? Yoksa gözümden kaçırdığım bir durum mu var? Açıklayayım sorunsalımı (problematikimi). Gençliğimde Türkiye’de çabam eşit statüde bir vatandaş olmaktı. Derdim anayasal ve yasal haklarımın tanınmıyor olmasıydı. ‘Rum’ diye nitelenen azınlık üyeleri bazı temel haklardan yoksun olmalarının yanı sıra (örneğin memur olamamaları), günlük aşağılamalara da uğruyordu (örneğin kamusal alanda kendi dilinde konuşamama), aralıklarda da daha köklü saldırılar yaşıyordu (1942’de Varlık Vergisi, 1955’de Eylül olayları, 1964’de ihraçlar gibi).
Ben ise eşit yurttaş statüsü edinme derdindeydim. Geniş çevre, yani toplum yada ‘çoğunluk’ diyebileceğimiz kesim ile devlet bana ‘yabancı’ muamelesi, hatta arada ‘düşman’ muamelesi yapıyordu. Bu konuda fazla ayrıntılara girmek gerekmiyor çünkü bu yazı ‘Azınlıkça’da, yani Batı Trakya’da bir azınlık dergisinde yayınlanıyor. Okuyan ne demek istediğimi de hemen anlar sanıyorum. Benim amacım dertleri sıralamak değil zaten, kendi tutumumu ve seçtiğim yolu sorgulamaktır. Bu mücadele biçimi doğru muydu? Örneğin benim sürekli vurguladığım ‘Türkiye vatandaşı’ olduğumdu. Türkçe’yi en iyi bir biçimde öğrenmeye çalıştım, siyasetten tutun da sporuna ve kültürel hayatına kadar toplumun birçok etkinliklerine katıldım.
Bu yolu seçince kendi cemaatimle tam uyum içinde olamadım zaman zaman. Onlar, sanırım güvensizlikten yada beceriksizlikten kaynaklanan bir dürtü ile, içlerine fazla kenetlendiler. Geniş topluma benim kadar açılamadılar. Ama kimseye haksızlık etmek de istemiyorum. Ben şanslı bir çocuktum. Öylesine yaramaz, ele avuca sığmayan, afacan bir çocuktum ki (zavallı anneme ve babama çok acı çektirdim) zaten küçük yaştan evin dar sınırlarını aşmış topluma karışmıştım. Her tür insanla ilişkiler kurmuştum. Dar azınlık kabuklarını aşmıştım. Şanslıydım yani.
Şimdi Batı Trakya’daki azınlığın mücadelelerine bakınca uğraşın genellikle ‘uygulamaya’ ağırlıklı olmadığını daha çok bir ‘tanınma’ ve ‘kimlik’ mücadelesine dönüştüğünü izliyorum. Ben gençliğimde ‘biz Rum değiliz, biz Türkiye vatandaşı Yunan’ız’ demek hiç aklıma gelmemişti. Çünkü toplum ve devlet bizi zaten ‘Yunan’ olarak görüyordu. Sıkıntısı da bundandı. Bizim okullara ve derneklere ‘Yunan Okulu’ ‘Yunan Derneği’ tabelası asılamaması bizim Yunan ve dolayısıyla bir tehdit olarak algılanmamızdan kaynaklanıyordu. Benim derdim tam tersini kanıtlamaktı: ben Yunan değil, sizinle eşit statüde bir Türk vatandaşıyım, demek istiyordum. Tabi bu ne dilimi ve ne dinimi ne de etnik kimliğimi inkar etmek anlamına geliyordu. İlk okulda yıllarca ‘Türk’üm doğruyum’ diye yemin etmiş olmam da beni rahatsız etmemiştir. Yalnız bu okul töreni, teori ile pratik arasındaki ironi uçurumunu sergileyen bir anı olarak kaldı.
Batı Trakya’da ‘kimlik’ sorunu neden ön planda? Neden üzüm yemeğe çalışmak yerine, yani, azınlık statüsünü muhafaza ederek eşit vatandaş statüsü kazanıp bazı temel haklardan yararlanarak, kabul edilmeme duvarını yıkıp toplum içinde rahat yaşama yerine, yani benim yapmış olduğum gibi topluma entegre olmaya çalışmak yerine (asimile olmayı hiçbir zaman istemedim) günümüzde ‘kimlik’ sorunu gündemde. Kuşkusuz kimlik de temel haklardan biridir. Ama öncelik sırası bende farklıydı, şimdi burada farklı. Kim ve neden haklı?
Kimlik sorunu ve özellikle etnik ve milli kimlik Türkiye’de son on-yirmi yılda gündemde, moda sorundur, herkes bunu tartışıyor, bunun kavgasını yapıyor. Bu ilgi oradan sıçramış olabilir mi Batı Trakya’ya? İstanbul Rumlarının benzer bir mücadele içinde olmamaları nasıl açıklanmalı? Aklıma bir sıra yanıt geliyor ama hiçbiri yeterince inandırıcı değil. Belki İstanbul ‘Rumları’, kentli bir nüfus olduğundan kimlikleri ‘takviyeye’ gerek duymayacak kadar zaten gelişmişti. Belki böyle bir mücadele Türkiye’de tahammül edilmeyecek bir tabudur. Belki sorun bir erken/geç uluslaşma prosedürü ile ilişkilidir. Yoksa İstanbul’daki azınlık daha pragmatik ve somut sonuçlar peşinde koşuyordu da Batı Trakya’dakiler daha soyut ve ideolojik bir gündem mi geliştiriyor? Ama neden? Bağcıya çok öfkeli olup çıkarı değil de onu dövmek ön plana çıkıyor olmasın? Temel sorum hala yanıtsız. Ben o zaman yanlış bir uğraşın içinde miydim, yoksa bugünkü gündem mi yanlış ve yanıltıcı?
AZINLIKÇA
SAYI 27
ŞUBAT 2007
Herkül Millas
Bağcıyı Dövmek yada Üzüm Yemek
Etiketler: Herkül Millas
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder