RODOPLU’NUN SÖYLEŞİSİ - G


Azınlıkça
Ocak 2007
Sayi 26
İbram Onsunoğlu

RODOPLU’NUN SÖYLEŞİSİ ve yarım gerçekleri
-ve yalnız onlar değil


Refika Nazım’ın anısına

-G-


Psikografema -II-
“Asker oldum piyade”
Sadık’ın karakter yapısına ayna tuttuğu için onun kendi ağzından dinlediğim bir askerlik öyküsünü anlatacağım şimdi.
Sadık, yanılmıyorsam, Mayıs 1974’te askere gitti. Ülkeyi İoannidis Cuntası yönetiyor, faşist yönetim, askerlik için zor bir dönem, hele azınlık mensubu bir asker için. Askerde bizleri eziyorlardı, en ağır ve en pis işlerde Türkler, ayrımlar, hakaretler, “düşman ve casus” gibi muamele görüyorduk, Trakya’dan en uzak bölgelerde. Azınlıkta asker kaçaklarının sayısı gittikçe artıyordu, askere gitmeyi reddedenler, askerliği terkedenler, soluğu Türkiye’de alıyordu. Ama bizim Sadık zorluk tanımıyor ya, kendine güveni tam, uyum yeteneğine de güveniyor, zorluk morluk oralı değil, askere giderken düğüne gidermiş gibi gitti, hiç olmazsa öyle görünüyordu. Ne kadar uyum gösterse ve ne yapsa, iyilik bildiremeyeceğini ve makbule geçemeyeceğini çok sonraları anladı. Sonunda sağlık izni yoluyla askerden bir süre olsun kurtulabilmek için bacağını kırmayı bile denedi.
Haki’den dinliyorum, olay 1989’lardan: “Bir gün yazıhanemde beni İskeçe köylerinden bir okuyucum ziyaret etti. Gümülcine’ye sırf Sadık’ı yakından görmek için gelmiş. Bak ne dedi: Bizim bölgede de bir Sadık ismi aldı verdi, Gümülcineli doktor, şöyle mücadeleci, böyle Türkçü diye. Her yerde o konuşuluyor. Yahu bu benim bildiğim Sadık mı, askerlik arkadaşım, yoksa bir başka Sadık mı? Beni bir merak sardı. Bugün Gümülcine’ye bu iş için geldim, onu yakından görmek için. Meğerse o benim askerlik arkadaşım Sadık’mış. A be bu Sadık ne zaman bu kadar mücadeleci olmuş, Türkçü olmuş? Aynı kışladaydık, bizim Türklere yaklaşmazdı bile, selam vermekten bile çekinirdi, hep Rumların yanında, onlarla sıkı fıkı. Ne zaman Türkçü olmuş bu?”
1974 yazı önemli olaylarla doludur, Kıbrıs’ta İoannidis darbesi, Türkiye’nin adaya askerî müdahalesi, genel seferberlik, diktatörlüğün çöküşü, Karamanlis’in gelişi ve demokrasi, Kıbrıs’taki Yunan-Türk savaşının genelleşme tehlikesi. Askerlik, genel seferberlik koşulları altında daha da sıkıntılı bir hal alır ve süresi 24 aydan 30 aya uzatılır. Azınlıkta ise korkunç hadiseler cereyan etmektedir, terör ortamı, 1975’in ortalarına dek. O sıralarda olmalı, Sadık Patra’da asker, izin alıp gelmiş, onunla izin dönüşü Gümülcine’de tren istasyonunda karşılaştık. Ona askerliği soruyorum, Azınlıktaki hadiseleri anlatıyorum, bizimkisi “mutlu bir ilgisizlik” içinde, iletişim kuramıyorum. “Floret” marka eski bir motosikleti vardı, kırmızı renkli, bu motosiklet te yanında, onu trene yüklemeye hazırlanıyordu. “-A be Sadık, nereye götüreceksin bu külüstürünü?” “-Patra’ya, askere!” O Floret’i trenle Gümülcine’den ta Patra’ya kadar taşıyacaktı, onunla Patra’yı ve Mora’yı dolaşacakmış, oysa erlere motorlu taşıtın her çeşidini kullanmak kesinlikle yasaktı. “-Yahu bu telaşa değer mi? Sonra bu motosiklet orada başına bela olacaktır.”...
Sadık’la Gümülcine’de son olarak terhis olmasına az kala karşılaştık. O mutlu ilgisizliğini üzerinden atmış, şimdi çok huzursuz ve öfkeliydi. Nedenini anlattı. Ait olduğu askerî birlikte ona çile çektiren, emdiği südü burnundan getiren bir üstteğmen vardır. Ama bunu bana açıkça söylemiyor, bu üstteğmen benim anacığımı ağlatıyor diyemiyor, anlattıklarından bu sonuca varıyorum, dolaylı olarak. Halinden yakınıyormuş izlenimini vermekten korkardı, çünkü ona göre böylesi zayıflık işaretidir, yenilmişliğin kabulüdür, kendine acındırmaktır. Oysa güçlü insan başkalarınca yakınma konusu yapılan şeylerin üstesinden gelen insandır, o da güçlü ve dayanıklıdır, onun başlıca değeri. Hep aynı saplantı ve aynı narkisizm, aynı ilkellik, ondan sonra yenik düştüğü veya öyle sandığı hallerde bu saplantısını devam ettirmek için onu öfkeyle ve kinle beslerdi ve korkunç ve anlamsız bir inatçılık sergilerdi. Sadık’ın neresine dokunsan kin ve öfke akar, sonra bunlar saldırganlığa, intikamcılığa ve acımasızlığa dönüşürdü...
Sadık kışlada bir gece nöbet beklerken, bu üstteğmeni birkaç erle birlikte az ilerideki petrol deposundan petrol çalarken görür. Çaldıkları petrolü bir arabaya yükleyip oradan uzaklaşırlar. “-Satmak için mi çaldı acaba petrolü? Çok muydu?” “-Ne bileyim. Belki de evinde yakıt olarak kullanmak için.” “-Orduda oluyor böyle şeyler.”... Bizim Sadık, sonraki sabah etraflıca düşünmeden paldır küldür anafora’da kışladaki tüm subay ve erlerin önünde birlik komutanı albaya olayı ihbar eder. Üstteğmeni petrol hırsızlığı yaparken gördüğünü anlatır. Ondan intikam alacağını sanmaktadır. Birliğin nasıl karıştığını tahmin etmek zor değil. Bir erin, hem de “Türk ajanı zanlısı” Müslüman (Türk) bir erin, Kıbrıs ve Ege’de Yunan-Türk geriliminin sık sık sıcak çatışmanın eşiğine geldiği o koşullarda bir Yunan subayını hırsızlıkla suçlaması. Komutan derhal soruşturma açılmasını emreder. Soruşturmanın sonucuna göre üstteğmen masumdur, er Sadık Ahmet ona iftira etmiştir ve bu nedenle Sadık’a 20 gün ceza (fazla askerlik cezası) verilir. “-Ucuz kurtulmuşsun.” “-Ama benim şikayet ettiğim olay gerçek.” “-A be Sadık, gerçek olması yeter mi? Sen olayı elle tutulur bir biçimde kanıtlayacak durumda da değilsin. Sonra konunun hesap etmediğin başka yönleri de var.”... Bu gelişme üzerine bizimkisinin öfkesi daha da sivrilir ve hırsızlık olayını bu kez bölge birliklerinin başkomutanı generale yazılı olarak ihbar eder. Bu kez generalin emriyle yeni bir soruşturma başlatılır, sonuç aynı, yani bir iftira söz konusudur ve Sadık’a general tarafından 40 günlük yeni bir ceza daha verilir. Böylece bu olay yüzünden ek askerlik cezası iki aya çıkar... Bana şimdi bu işin arkasını bırakmayacağını, Ordu Komutanlığına, Genel Kurmaya başvuracağını, gerekirse Savunma Bakanlığına gideceğini söylüyordu. Ona başına gelenlerin soğukkanlı bir değerlendirmesini ve yorumunu yapıyorum, hatalarını gösteriyorum, hesap etmediği noktaları işaret ediyorum, ama anlamıyor veya anlamak istemiyor. “Senin gibi dosyasında millî bakımdan sakıncalı ve tehlikeli, güvenilmez ve muhtemel Türk casusu olduğu kayıtlı bir erin, çünkü hepimizin dosyalarında bu kayıtlar var, böyle bir erin ihbarı üzerine Ordunun bir subayını cezalandırmasını mı bekliyordun? Hele şimdi bu safhada koskoca bir generali yalancı çıkarmayı mı ümit ediyorsun? Savunma Bakanı Sadık haklı, general haksız diyecek, öyle mi?” Anlamak istemiyor, kızıyorum, bu kez tahrik ederek konuşuyorum: “Yahu ne yapmak istiyorsun, neyi kanıtlamak istiyorsun? Sana çektirilen bütün çilelere rağmen sen Yunan Ordusunun en küçük çıkarlarını bile korumaya ve sadık bir er olmaya devam ettiğini mi göstermek istiyorsun? Yaranmak mı istiyorsun?”... Ona bu kavgasını ille de sürdürmek istiyorsa, ordu yolunu bırakıp, siyasî yollara başvurmasını salık veriyorum.
(Sadık’ın psikografemasını yaparken, apolitik, ilgisiz, bilinçsiz ve “uzlaşmış” bir azınlık mensubunun karşılaştığı olay ve engellerle nasıl yavaş yavaş kendine göre politize olduğu ve karakterine uygun bir şekilde gecikmeli ve yönsüz bir ilkel milliyetçilik patlamasına girdiği süreci de anlatmış oluyorum. Sonunda Sadık, azınlık sorunuyla uğraşmaya hastane doktorluğu dilekçesi reddedildikten sonra karar verdi. Uysal ve uyumlu bir azınlık ferdi olarak bir şey kazanamayacağını anlamış ve bunun tam tersi bir konuma girmeye karar vermişti.)
Sadık’ın daha sonra ne yaptığını bilmiyorum, Genel Kurmaya kadar gidip gitmediğini, bana anlatmadı, ben de sormadım. Yıllar 1977, Sadık birkaç ay önce terhis olmuştur, ben askerim. Bir işim için Selanik’te avukat Kostas Mamelis’i ziyaret ettim. Mamelis, Selanik’te Pasok partisinin ileri gelenlerinden, Gümülcine kökenli, onunla 1974’te siyasî değişiklik günlerinde Pasok kurulurken tanışmıştım. 1967 öncesinde Merkez Birliği partisinden Bleças’a karşı Gümülcine belediye başkanı adayı olan yaşlı babasıyla ise daha eskiden tanışıyordum, benim “gazeteci olarak” kendisiyle ilk röportaj yaptığım kişiydi, Selanik’te “Trakya Ocağı” derneğinin başkanı... Kostas Mamelis bana birkaç gün önce bizimkilerden birinin kendisini ziyaret ettiğini söyledi, adını şimdi hatırlamıyordu, şeklini şemalini tarif etti. Ordudaki bir petrol hırsızlığından bahsetmiş, olayın Meclise taşınıp taşınamayacağını sormuş, Kostas konuyu pek anlayamamış ama, kendisini ziyarete gelen bu genç azınlık mensubunu pek sempatik bulmuş, pek cana yakın, bilinçli bir Pasok yanlısı olduğu besbelli diyordu. Onu tanıyor musun diye sordu, Pasok Azınlıkta kendisinden yararlanabilir mi?... Sadık, Mamelis’in gönlünü fethetmişti.
Ayrı dünyaların insanları, onu biraz yakından tanısa, kendisiyle anlaşıp uyuşması mümkün olmayan gazeteci Cengiz Çandar’ın da gönlünü böyle fethetmişti bizimkisi.

Psikografema -III-
“Benim vatanım çocukluk yıllarımdır”

Daha eskilere gideceğim, Celal Bayar’daki öğrencilik yıllarımıza. “Benim vatanım çocukluk yıllarımdır” diye bir söz vardır, onun için “vatana” döneceğim. Lise II’de bizi daha önce resim atölyesi olarak kullanılan bir odaya taşıdılar, II. ve III. sınıfları bu küçük odada okuyacaktık. Elene elene 45 öğrenciden yalnızca 7 öğrenci kalmış ve daha sonra bize katılan 5 öğrenciyle toplam 12 öğrenciden ibaret küçük bir sınıftık ve 40 kişilik bir dershaneyi işgal edemezdik, onu öğrenci sayısı 80’leri bulan ve ikinci bir dershane gerektiren ortaokul I’e tahsis ettiler. İkişer kişilik 6 sıranın zor sığdığı bu küçük odaya yerleştiğimiz ilk gün aramızda eşleşiyoruz. Hasan Kaşıkçıoğlu eski sıra arkadaşı Sadık’la eşleşmek istemediğini gösterdi. Diğerleri de açıkça Sadık’tan uzak duruyorlardı, biliyorum, kabalığı ve hırçınlığı yüzünden kimse onunla oturmak istemiyordu. Bir an için Sadık aleyhinde nahoş bir durum ortaya çıktı, dışlanmış ve boynu bükülmüş bir halde bir köşede duruyordu. Manzaradan rahatsız oldum, bir şeyler yapmak ihtiyacını hissettim, daha fazla beklemeden yanına gidip benimle oturur musun diye sordum. Sadık’ın gözleri parlayıverdi, şaşkınlık ve memnuniyet ifadesi, belli ki benden bunu beklemiyordu. Beklemiyordu, çünkü öteden beri beni “rakip” olarak bellemişti, kendisiyle eşleşmeyi düşündüğü en son kişi belki de bendim. Böylece Sadık’la iki yıl aynı sırada yan yana oturduk.
Bu iki yıllık birliktelikten birkaç anı. Sadık, bütün öbür köylü çocukları (ve İskeçeliler) gibi yurtta kalıyordu. O dönemde yurt tıklım tıklım dolu. Ve genel olarak öğrenciler üzerinde korkunç ve anlamsız bir disiplin var, akşam saat 7’den sonra sokağa çıkmak yasak, sinemaya gitmek yasak, kahveye ve oyun yerlerine gitmek yasak... aşık olmak yasaktı. Şapkasız dolaşmak ta yasaktı, ama bereket bir yıl önce bu şapka mecburiyeti kaldırılmıştı. Öğretmenler öğrencileri denetlemek için şehir sokaklarında devriye geziyorlardı. Beni bir kez bizim Kırmahalle’de bir kahvede yakalamışlardı, cinayet işlemiş gibi bir suçluluk duygusuna kaptırmıştım kendimi, soruşturmalar, kulak çekmeler, sonunda cezalandırmadılar ama, aylar boyu korkudan bizim mahalle kahvesine sokulamadım. Kusur işlerken yakalanan öğrenci cezalandırılırdı veya cezayla tehdit edilirdi. Celal Bayar yurdunda ise bu disiplin daha da sert, öğretmenler oraya denetim için sık sık girip çıkarlardı. Akşamın belirli saatinde yurdun kapıları kapanır, kaçaklar yurda girmek veya yurttan çıkmak için duvardan atlamak zorunda kalırlardı. Yurtta lise son sınıf öğrencilerinden biri disiplin sorumlusu tayin edilirdi. Sadık sorumlu olduğu günlerde yurtta kuş uçurtmazmış, küçük öğrencilere sert ve kırıcı davranır, duvardan atlayan kaçakları yakalar, “disiplin suçu” işleyenleri öğretmenlere bildirirmiş veya onları tehdit edermiş. Böyle “suç” işlerken Sadık tarafından yakalanmış ortaokul öğrencileri bir iki kez bana geldiler, onu şikayet etmek için, araya girip olayı öğretmenlere bildirmesini engellememi ve kendilerine daha hoşgörüyle davranmasını söylememi istiyorlardı benden.
Ama beni en çok şaşırtan ve biraz güldüren yine yurtta kalan öğrencilerin Sadık’la ilgili bir başka konuda gelip beni ikaz etmeleri olmuştur, hem de birkaç kez. “Aman, dikkat et, Sadık çok çalışıyor, ders kitaplarından başını kaldırdığı yok, notlarda seni geçmesin ve sınıf birincisi olmasın. Buna müsaade etmemelisin. Onun sınıf birincisi olmasını istemiyoruz, yoksa yanına varılmaz... ” Sadık’a o kadar kızıyorlardı demek.
Sınıf birincileri 6 kişilik bayrak takımını oluşturur, resimgeçitlerde okulun en önünde yürürlerdi ve lise son sınıf öğrencisi bayrağı taşır, diğerleri de bayrakaltı olurlardı. Bugün de aynı kural geçerli. Sadık’ın sınıf birincisi olup bayrak takımına girme hırsının yalnızca rekabetten kaynaklanmadığını, araya bir de gönül işinin girdiğini sonradan öğrendik. Bayrakaltında güzel bir kız var, ortaokul öğrencisi, Sadık ona aşık olur, o da rahmetli olduğu için adını ifşa edeyim, Boyacı Arif ağabeyin kızı Faize, o zaman henüz 15 yaşında, erkeğimiz ise 18. Faize, ak tenli, sarışın, yeşil gözlü, hanım hanımcık çok güzel bir kızdı, ve gönlünü ona kaptıran öğrencilerin sayısı oldukça çoktu. Sadık’la aynı sırada oturuyoruz, ama bana bir şey söylemiyor. Bir gün Faize’nin çantasına ona aşkını ilan eden bir mektup bırakmış gizlice. Sonraki gün Faize okulun bahçesinde başka öğrencilerin de önünde bu mektubu Sadık’ın suratına çarpar: “Terbiyesiz!”... Olay bizi hem şaşırtmış hem de çok güldürmüştü. Zira ders çalışmak ve cimnastik yapmaktan başka gözü bir şey görmeyen ve okuldaki yasaklara kesinlikle uyan Sadık’tan böyle bir hareket beklemiyorduk ve ilan-ı aşkının bu şekilde boşa çıkışı ise, eh, bize pek komik görünmüştü.
Başka bir şeyi daha anımsadım şimdi, bir ayrıntıyı. Sadık, ortaokul I’de, okulların açıldığı Eylül 1960 tarihinde, ilk tanıştığımız sahneyi bana yıllar sonra üniversite öğrencisiyken ve daha sonraları birkaç kez anlatmış ve kakmıştı, besbelli önemseyip unutmadığı için. Ben ona “biliyor musun ama, giriş imtihanlarında en iyi notu ben tutturdum” diye böbürlenmişim, canı sıkılmış çalım satışımdan, beni bu olumsuz ilk anıyla belleğine yerleştirdiğini söylemek isterdi. Nedense, dokunurdu bana bu anlatı. Madem o öyle anımsıyordu, aramızda böyle bir sahne geçmiş olmalıydı, ancak benim belleğimde yer etmemiş. Fakat en azından o tarihte değil, belki bir buçuk ay sonra diye düzeltirdim kendisini. Zira ortaokul giriş sınavlarında en iyi notu tuttuğumu 28 Ekim yortusu öncesi beni bayrakaltına koydukları zaman ilk kez öğrendim, o nedenle ödüllendirildiğimi söylemişlerdi. o zamana kadar bilmiyordum.
Lise II. ve III. sınıflarda aynı sırada yan yana oturduk, “başarılı bir biçimde”, aramızda kavga etmeden. Çünkü Sadık’ın huylarını yönetmek pek kolay bir iş değildi. 1966’da mezun olduktan sonra tahsile devam edenlerimizin tümü İstanbul Üniversitesine girdik, Sadık hariç, o Ankara’ya gitti. Onun bu yalnız yolculuğunun nedenini hiçbir zaman öğrenmedim. Bir yıl sonra sınıf arkadaşı üç Celalbayarlı Selanik Üniversitesine aktarma yaptık. Bir arada kalmayı tasarlıyoruz, bize dördüncü kişi olarak ağabeyimiz Sabahattin Emin Salepçi katılacak. Bir daire kiralamayı Selanik’in eskisi sayılan Salepçi ile Hasan Kaşıkçıoğlu üstlendiler. İki odalı bir daire bulmuşlar, müstakil odaları bu ikisi paylaşmış, Sadık ile bana evin salonu kalmış. Adil bir dağılım değildi, ama başka bir yolu da yoktu. İstanbul’da daha küçük bir odada üç kişi kalmıştık, Selanik’te iki kişi, üstelik oda olarak kullanacağımız bu salon oldukça genişti. Sadık ta bu dağılıma itirazı olmadığını söyledi. Böylece onunla bir yıl aynı odada yaşadık. Bu iç içe ortak yaşam sorunsuz geçmiyordu. Benim evdeş sürekli ders çalışıyordu, ve beş vakit namazında, ben ise biraz uçarı, ama onun bu haline saygı göstermek zorunda kalıyordum, özetle odanın temposunu o tayin ediyordu. Huylarımızın ve tempolarımızın ne kadar farklı olduğunu gören Salepçi, Sadık’a İbram’la aynı odada kalabilir misin diye sorduğunda bir de onun “Oho, elbette, İbram benim en anlaştığım kişi” diye yanıt verdiğini gülerek anlatırdı. Evin sahibi daireyi satışa çıkardı, biz de sonraki yıl oradan ayrıldık. Dört evdeş ikiye bölündük, Hasan ile Sadık ve Sabahattin ile ben ayrı birer küçük daire kiraladık.

Psikografema -IV-
“Hem ziyaret hem ticaret”
1968 yaz tatilinde bizim Sadık Türkiye ve Orta Doğu ülkelerini dolaşmaya çıkacağını ilan etti, otostop’la ve tek başına. Selanik’ten hareket ederken omuzunda küçük bir torba vardı, giysi olarak sırtında bir yazlık gömlek ve kıçında bir kısa pantolon, ayağında ise plastik terlikler, o kadar. Bu kılıkla İran’a kadar gitmiş. İlk durak İstanbul ve orada Batıtrakyalı üniversite öğrencilerinin kaldığı Kadırga Yurdu. Onlardan dinliyorum, bir gün bizimkilerin karşısına “Ben geldim!” diyerek çıkıvermiş. Onu bu hırpani haliyle gören Batıtrakyalılar önce şaşırmışlar, sonra yurtta Türkiyeliler halleri ve kılığı yüzünden Sadık’ı alaya almaya başlayınca bizimkilerin canı sıkılmış... Ama benim asıl anlatmak istediğim bir başka ayrıntı. Selanik’te Sadık’ın bu gezisinden izlenimlerini dinliyoruz. Bize bir avuç gökmavisi taş çıkarıp gösterdi, birkaçı fındık büyüklüğünde, öbürleri daha küçük, kıymetli taşmış bunlar, elmas ve zümrüt gibi, firuze taşları, ilk kez duyuyorum, İran’dan almış. Şimdi bu firuzeleri Selanik’te kuyumculara satacakmış. Hem ziyaret hem ticaret. A be Sadık, sen bu taşların kıymetli olduğunu nereden biliyorsun, bu işten ne anlarsın, seni aldatmış olmasınlar, kaç paraya aldın, kimlerden aldın, kaç paraya satmayı umuyorsun, gümrüklerden geçirmeyi nasıl başardın... bu soruları yanıtsız bırakıyor.
Hem ziyaret hem ticaret. İstanbul’da ikamet eden ve biribirimizi Celal Bayar’dan tanıdığımız İskeçeli Seyit anlatıyor. Sadık, milletvekili seçilmiş olarak İstanbul’a yaptığı ilk ziyaretlerinin birinde, 1989’un Eylülü olmalı, kalmakta olduğu otelde Batıtrakyalılar diasporasını kabul edecektir. Kalabalıkça bir grup, tümü Sadık’ı seçtirmek için uğraşanlardan, onunla görüşmek ve azınlık sorunlarını tartışmak için sabırsızlanmaktadırlar. Ama “millî şefi” meşgul eden başka şeyler vardır. Kollarını ticaret ve para kazanmak için sıvamıştır. Grubu, beraberinde getirdiği iki Yunanlı tüccarla karşılar. Onlarla İstanbul’da bazı ticarî temaslarda bulunmak istemektedir. Şimdi bu tüccarların yanında görüşme olur mu? Batıtrakyalılar grubu ne yapacağını bilemez, şaşkın şaşkın birbirlerine bakarlar... Seyit devam ediyor: “Yahu bu adam artık milletvekili, Türkiye’ye gelirken yanında Yunanistan’dan tüccar getirmesi, bu ne biçim iştir? Onun ticaretinden bize ne? Bu hareketinin yakışıksız kaçtığını farketmiyor mu? Birisi ona söylemeli, bir kere daha böyle bir şey yapmasın.”
Aklında hep para kazanmak ve zengin olmak düşüncesi. Sadık’ın en çok dedikodusu yapılan ticarî girişimlerinden biri, milletvekilliğinden önce, İzmir’deki kiremit fabrikasıdır. 1980’li yılların başında oradaki bir kiremit fabrikasına ortak olmuş. Hangi sermayeyle, parayı nerede bulmuş? Kıymetli taş kaçakçılığından mı? (!)... Zira hepimiz yoksul aile çocuklarıyız. Ve Sadık milletvekili olduktan sonra çok para topladı, bu paranın önemli bir kısmını Abdullah Çatlı ile olan ilişkilerine borçludur. Ama milletvekilliğinden önce? O zaman üç yıllık sünnetçiliğinden mi kazandı bu sermayeyi? Neyse. O dönemlerde İzmir’de yabancı uyrukluların taşınmaz mal alması ve işletme açması gibi konularda kısıtlamalar vardır ve bizimkisinin İzmirli fabrikatörle ortaklığı bir “halvacı kağıdından” ibarettir. Bir süre sonra İzmirli ortak, kiremit fabrikasını Sadık’ın payına da el koyup damadına devreder. Bizimkisi açıkta kalır, hakkını aramak için yargıya başvuracak belgelerden de yoksundur. Sadık’ın Abdullah Çatlı ile tanışması, İzmir’de kaybettiği sermayesini yeniden kazanma yollarını araştırırken olmuştur, Almanya’da. Sadık’a bu sorununda yardımcı olmak için araya giren Batıtrakyalı soydaşın, Sendellili Mustafa Necip’in, kendi ağzından dinledim öyküyü. Çatlı’nın kim olduğu ve ne gibi işler çevirdiği o zaman bilinmemektedir. Başka bir isimle bilinen bu kişinin, Derin Devletin en önemli tetikçilerinden biri olan, bir sürü yasadışı faaliyetlerde yer alan, bunların arasında uyuşturucu kaçakçılığı da var, ve bu yüzden Türkiye ve Avrupa ülkelerinde aranan Abdullah Çatlı olduğu, Susurluk’taki o malum trafik kazasından sonra ortaya çıktı. Çatlı, Türkiye’deki çetesiyle İzmirli fabrikatörü tehdit edip Sadık’ın parasını geri alır. Devamında Sadık ile Abdullah Çatlı arasında derin bir dostluk ve işbirliği gelişmiştir. Sadık’ın milletvekilliği döneminde sık sık Almanya’ya gidip gelmesi bu yüzdendir. Yalnızca ideolojik olmayan bu işbirliğinin içeriği araştırmaya açık bir konu olmaya devam ediyor. Sadık’ın hayatını kaybettiği Susurköy’deki trafik kazası, Abdullah Çatlı’nın hayatını kaybettiği Susurluk’taki trafik kazasından bir yıl kadar önce vuku buldu. Çatlı, Sadık’ın cenaze törenine katılmak üzere Almanya’dan Gümülcine’ye gelmiştir, bazı tehlikeleri göze alarak, zira yakalanabilirdi. Bu son tanıklık ta, GTGB bahçesinde aynı masada kendisiyle çay içmiş ve bu taraklarda bezi olan (ilgisi olan demek istiyorum, katılımı değil) Gümülcineli bir soydaştan. O da, Sadık’ın defnedildiği gün Gençler Birliği bahçesinde tanıyıp konuştuğu yabancının Çatlı olduğunu Susurluk’tan sonra yayımlanan fotograflardan hayret ve dehşetle keşefeder, bunu kendisine Çatlı’yı tanıştıran kişi de doğrular. (Soydaşın ismini ifşa edersem, biliyorum, çok rahatsız olacak, vazgeçiyorum.)
Bütün bu yukarıdakiler spekülasyon gibi oldu. Spekülasyon yakıştırması yapılamayacak kayıt, Sabah gazetesinin tek sütunluk bir haberinde vardı. Susurluk’tan sonra Derin Devlet ilişkilerini araştırmak üzere TBMM’de Meclis soruşturması başlatıldı. İlgili komisyona ifade vermeye çağrılanların arasında Çatlı’nın şöförü de var. Sabah’ta şöförün verdiği ifadenin iki cümlelik bir bölümü yayımlandı: “Çatlı ile Sadık Ahmet dost idiler. Sadık İstanbul’a geldikçe onu hava limanından arabamla alır, Çatlı’nın evine götürürdüm.” (Bu haberi yorumlarken ilgili yazıya o zaman şöyle bir başlık atmıştım: “Ha Susurluk ha Susurköy”.) Şöförün ifadesinde bu ilişkinin içeriği konusunda yaptığı ifşaatların gizli kalıp açıklanmaması kararlaştırılmıştır. İlgili tutanakların gizli dosyası belki hiçbir zaman gün ışığına çıkmıyacaktır, ama bunu bilen milletvekilleri var. Bir gün onlardan biriyle karşılaşırsanız sorabilirsiniz.

Psikografema -V-
Erk kokusu, “kadın kokusu” gibi

Sadık’ın psikografeması dedik, biyografisi oluyor. Uzayacak, ama yok zararı.
Sadık askerlik hizmetini bitirdi, sonra taşra doktorluk hizmetini, evlendi, ve Gümülcine’ye dönüp muayenehane açtı. Gümülcine devlet hastanesinde cerrahlık ihtisasına başladı, bu arada ilk sünnetçi doktor oldu, devamında ihtisasını tamamlamak üzere Dedeağaç tıb fakültesi hastanesine geçti.
O dönemde “ΕΣΥ” –Ulusak Sağlık Sistemi henüz hayata geçirilmiş değil ve hastane doktorlarının, ihtisas yapanlar da dahil, özel çalışmalarına da müsaade edilmektedir. Sadık, Dedeağaç’a ihtisas yapmaya giden ikinci azınlık doktorudur. Kısa bir süre önce oraya dahiliye ihtisasını tamamlamaya giden ilk azınlık doktoru Necati Sütçüoğlu olmuştur. Necati’nin oraya kabulü kolay olmadı, “millî sebepler” yüzünden bekletildi, daha doğrusu başvurusunun reddedildiğine dair söylentiler çıktı önceleri, ve Necati benim Dedeağaç işi yatıyor diye oradan vazgeçip Selanik’i veya bir başka yeri düşünmeye başlamıştı. Yerel millî servislerin Necati aleyhindeki vetosu, dahiliye kliniği şefi profösörün diretmesi ve çabasıyla bakanlık düzeyinde aylar sonra aşılabildi. Sadık’ın başvurusu ise herhangi bir engelle karşılaşmadan ve bekletilmeden kabul edildi. Necati Sütçüoğlu yolu açmıştı, ama bizim Sadık önce Gümülcine’deki hem 105’in başı Pavlidis hem de Asfalya’nın diikitis’i İoannidis’le tanışıp ilişki kurmayı ihmal etmemişti. Bu “millî servisler” ve erk odakları, Azınlık insanı için, hele o dönemde, “şeytan yuvalarıdır”. Ama Sadık böyle şeyleri takmamakta, her zamanki gibi paldır küldür hareket etmekte veya eşeğini sağlam kazığa bağlamak istemektedir, zira öteden beri seçmesini çok iyi bildiği erk kokusunu almıştır buralardan ve yaklaşıp ilişki kurarken bütün o uysallığı ve sempatikliği üzerindedir. O devirde oralara kuyruğunu apışarana sokmadan yaklaşamazsın.
Bir başka olayı anımsadım, Selanik tıbbıyesindeki öğrencilik yıllarımızdan, onu da araya sıkıştıracağım. Tüm öğrenciliğimiz cunta yıllarında geçti, büyük şanssızlığımız. O dönemde üniversitelerde de cuntacılık ve faşizm egemen, tüm demokrat öğretim üyeleri görevlerinden azledilmişlerdi. Tıbbıyede kürsü şefi profesörler ise tam bir diktatör, yanlarına yaklaşılacak gibi değil. Bizim Sadık bazı profesörlere Sirkeli’den çok makbul bir meze kabul edilen kırtavşanı taşıyormuş, öğrenince afallamıştım.

Burada yeniden bir parantez açacağım. “Millî servisler” ve “erk odakları” dedik. Bunların başında 105’ler var. Bu dışişleri servisinin ne olduğunu, ne iş gördüğünü, nasıl çalıştığını ve bu bilgileri yavaş yavaş toplayıp 105 numara muammasını (!!) kendime göre nasıl çözdüğümü iki yıl önce ŞAFAK dergisinde anlatmıştım. 1974’ten bu yana tüm azınlık basınını açıp okuyun, Azınlığın kaderini tayin eden 105 hakkında şurada burada bir sürü şeylerin yazıldığını göreceksiniz, ama ne olduğu konusunda doyurucu hiçbir bilgi bulamayacaksınız ve kafanız daha da karışacaktır. Orası bir “öcü” gibi gösterilmektedir, o kadar. “Sakın 105’e girmeyin! Onun önünden bile geçmeyin! Yoksa çarpılırsınız!” Ama nedir bu vilayet konağında kapısında “Kültürel İlişkiler Bürosu” tabelasını taşıyan 105 numaralı esrarengiz servis, bu konuda hiçbir esaslı anlatım bulamazsınız. Neyse. Hükümetler, azınlık politikasını 105 aracılığı ile yürütüyordu. Azınlık üzerindeki en büyük yerel erk 105 idi, ayrım ve baskı merkezi, ve oranın Gümülcine’deki amiri ise Theodoros Pavlidis.
1980’li yıllarda 105’le ilgili azınlık basınına geçmiş olay ve kavgalardan birkaçını anlatayım. Hasan Hatipoğlu Akın’da yazıyor: Bir gün Pavlidis Akın’ın bürosuna uğramış ve tesadüfen buluşup konuşmuşlar... Yine bir gün tesadüfen yolda karşılaşmışlar... Sonra geçen perşembe Müftülüğe uğramış, orada kimi görse beğenirsiniz, Pavlidis’i, ve fırsattan istifade oturup konuşmuşlar ve ona demiş ki, “Size kulak çekin diyorlar, ama siz yumruk atıyorsunuz, öldürmeye kastediyorsunuz Azınlığı.”... Bu arada Pavlidis sık sık Gerçek gazetesini ve Rodoplu’yu da ziyaret etmektedir... Haki, İleri’de tepki verir, Pavlidis’le bu buluşmalar konusunda tesadüfen diyerek kime ne yutturuyorsunuz, benim onunla tesadüfen mesadüfen hiç karşılaştığım yok ya, hep siz mi karşılaşıyorsunuz gibilerden. Hatipoğlu’nun da Haki’ye yanıtı: “Seni ise 105’ten çıkarken görmüşler, elinde kapalı bir zarf varmış”, ve o zarfın içinde Haki’nin satılmışlığının belgeleri olan paraların bulunduğunu da açıkça ima ediyordu yazısında Hatipoğlu. Haki’nin bir süredir Koca Kapı’yla arası açıktır, başkonsolos Şükrü Tufan’la, hakkında böyle bir suçlama “resmen” (!) vardır, öyle olmasaydı, Hatipoğlu o büyük çamuru atamazdı. Bu olayın üzerinden 24 yıllık bir zaman geçmiştir ve Haki, yeri geldikçe, bugüne dek bu iftirasından dolayı Hasan Hatipoğlu’nu asla affetmediğini tekrar edip durur. Ben o zaman Haki’ye, üzülüp kahrolmaktansa, Hatipoğlu hakkında iftira davası açmasını önermiştim, “Beni şahit yazdır, Hasan İmamoğlu’nu da avukat tut. Attığı çamuru yalasın.”, ama kabul etmedi, “Yok şimdi Hatipoğlu’nun ..aşağından bir kıl koparacağız da” diyerek. Azınlık üyeleri arasında dalaşmalarda yargıya başvurulmasına elbet karşıyım, ama bu olayda kimsenin ayıpettiniz diyemeyeceğine inanıyorum. Öte yandan Hatipoğlu’nun kendisi, bir yazısında ona çamur atan medrese muallimi Paşaoğlu’nu dava etmekten hiç çekinmemişti... Yine Haki, İskeçe 105’inin şefi Kandas’la bir buluşmasını ve aralarında geçen konuşmaları, söz verdiği için isim ifşa etmeden, uzun bir yazısında konu etmişti, “Adalı Arkadaş”, bu yazı yüzünden hakkında dava açıldı, mahkum oldu, ama bugün bile o kişinin kim olduğunu açıklamamakta ısrar eder... Velhasıl 105’lerle ilgili azınlık basınında esrarengizlik sürüp gider, bunun bir nedeni de korkudur. Zira 105 devletin kendisidir, ancak yandevlet kurallarıyla hareket etmektedir, kapalı ve gizli, denetimsiz ve sorumsuz ve Azınlık üzerinde yasadışı engin yetkilerle donatılmıştır.
Pavlidis, 1989’da Sadık’ın patlayışını izah etmekte zorlandığını söylüyordu bana, itiraf ederim ki Sadık’la dost olmuştuk, onu yakından tanıdım, böyle değişeceğini gösteren hiçbir işaret müşahede etmemiştim üstünde, bu adam “απρόβλεπτος” (ne yapacağı belli olmayan biri)... Tabiî Pavlidis’in her dediğini harfiyen kabul etmek büyük safdillik olur. Onun itiraf etmediği, ancak benim müşahede ettiğim bir durum: Sadık’ın bir zamanlar Pavlidis’in gönlünü fethetmiş olduğu idi, gizlemediği sukutuhayali o yüzden.
Azınlık içindeki bir erk ise, haydi öyle diyelim, Müftülük idi. Sadık Gümülcine Müftüsü Mustafa Hüseyin’i de fethetmişti.
Azınlıkta 105’in karşıtı ve rakibi “büyük erk” Koca Kapı –T.C. Gümülcine Başkonsolosluğudur. 1970’li yılların sonları ile 1980’li yılların başları arasındaki zaman dilimini inceliyoruz. Baskı ve ayrımlara karşı ilk kıpırdanmaların başladığı günler. Sadık, Yönetim kesiminden iki yerel erk odağı 105 ve Asfalya’nın şefleri ile ilişki kurmuştur, herkes oralardan şeytan görmüş gibi kaçarken. (İşini yapmak için, oralardan önüne çıkarılacak engelleri önlemek için, başka hiçbir şey kastetmiyorum, haşa! Bir saptama yapıyorum, suçlama değil. Zira unutmayalım ki, o dönemde muayenehanesine bir telefon takabilmesi için 105’in ve Asfalya’nın onayı gerek. Göze batmışsan telefon bile takmıyorlar, bir başka meslektaş Mehmet Nuri’de olduğu gibi.) Şimdi aynı dönemde Sadık’ın Konsolosluk ile ilişkileri nasıldı?

arkası gelecek

0 yorum: