Azınlıkça Dergisi
Sayı: 25
Aralık 2006
Yazı Dizisi
İbram Onsunoğlu
RODOPLU’NUN SÖYLEŞİSİ ve yarım gerçekleri
-ve yalnız onlar değil
Refika Nazım’ın anısına
-F-
“Müftü şakır şakır eşiyor”
Ben Sadık’ı Celal Bayar’dan ortaokul 1’den beri tanıyordum, çocukluk arkadaşım, aynı sırada oturmuş, aynı odada kalmıştık, ciğerinin içini biliyordum. Hafız Yaşar onu ne zaman ve nereden bu kadar iyi öğrenmişti ki, yaşadığı hangi olaylardan, karakteri hakkında öyle başarılı saptamalar yapabiliyordu, şaşmak için iş. Anlatmıştım, 1988’lerde Bursa’da bir “görevli” tarafından kendisine sorulduğu zaman, onu “frenleri patlamış bir arabaya” benzetmişti, kime çarpacağı, nerede duracağı belli olmayan, ve “bu toplumu onun arkasına takmayın” demişti. Bu benzetmesine gülmekten kırılmıştım.
Hafız Yaşar’ın Sadık hakkında hükme vardığı olaylardan biri, eski Gümülcine Müftüsü Mustafa Hüseyin’nin yaşadığı ve Sadık’ın doktor olarak karıştığı prostat macerası idi. Bu macerayı o da biliyordu. Aklıma geldi, anlatayım.
Yıllar 1982 olmalı, bir gün meslektaş Necati Sütçüoğlu geldi. “İbram” dedi, “şu Sadık’a laf anlatamıyorum, beni dinlemiyor. Bir de sen söylesen, senin sözünü daha çok dinler.” Anlatmaya koyuldu. Bir süre önce Gümülcine Müftüsü Mustafa Hüseyin rahatsızlanmış, onu çağırmışlar. “Gerçi beni Müftülükten pek aramazlar, orasının doktoru Sadık’tır. Ama Sadık bir yerlere gitmiş, onu bulamayınca bana telefon ettiler. Müftü birkaç saattir idrarını yapamıyormuş, besbelli ilerlemiş bir prostat hipertrofisi. Kateter takmaya ben hiç niyetlenmedim. Böyle durumlarda, biliyorsun, lastik kateterle her zaman mesaneye girmek mümkün olmuyor, metal olanı gerekli, o da urologun işi. Hemen urolog Pantazis’e telefon ettim, acil bir durum, Müftüyü hastaneye götürmemi söyledi, o da derhal gelecekti. Pantazis, hastanede Müftünün mesanesini boşalttı, bir de ona daimî kateter taktı, ve gerekli tavsiyelerde bulundu. En önemlisi, prostat ameliyatına hazırlanmalıydı, bu arada bazı muayeneler yapmalıydı, kateteri değiştirmek üzere bir hafta sonrasına randevu verdi. Müftüyü rahatlamış olarak evine götürdüm, Pantazis’in dediklerini uygulayacaksınız dedim. Benim işim o noktada bitmişti.” Ama bizim Necati, ince fikirlidir, kafasına bir şeyi taktı mı onu sonuna kadar götürür, yoksa rahat etmez. Sonraki gün ve haftalarda Müftünün rahatsızlığıyla ilgilenmeye uzaktan da olsa devam etmiş. Müftüyü takip etmeyi birkaç gün sonra Gümülcine’neye döner dönmez Sadık üzerine almış, zira Müftülüğün doktoru o, ve Sadık’ın yönlendirmesiyle Pantazis’in randevusuna gidilmediğini, tavsiye ettiği muayenelerin yapılmadığını öğrenmiş. Pantazis de Necati’ye Müftü ne oldu da gelmedi diye soruyormuş. Necati bunun üzerine Sadık’ı tutmuş, ona yaşlı Müftünün durumunu sormuş, birkaç kez tartışmışlar, biraz da atışmışlar. “Müftü turp gibi, bir şeyi yok.” “A be nasıl olur, prostatı var, ameliyatlık.” “Müftüde prostat mrostat yok, Müftü şakır şakır eşiyor!” Necati anlatmaya çalışmış, ihmal edilen bir prostat hipertrofisinin nelere yol açabileceğini, böbreklerde meydana getirebileceği zararları vs, ve eşiyor görünmesinin aldatıcı olduğunu. Sadık bunları bilmiyor değil, ama Müftüde prostat yok, “Müftü şakır şakır eşiyor” diyormuş, başka bir şey demiyormuş. Sadık’ı bir tütlü ikna edememiş. “Müftünün başına bir hal gelmesinden korkuyorum. Sadık beni dinlemiyor. Seni daha çok dinler, bir de sen söylesen. Müftüyü bir urologa gitmeye, gerekli muayeneleri yapmaya ve gerekirse prostat ameliyatına yönlendirsin.”
Bir türlü denk getirip te bu konuda Sadık’la konuşamadım. Aradan ne kadar zaman geçti, bilmiyorum. Mehmet Devecioğlu’nun oğlunun sünnet düğünündeyiz. Hepimiz oradayız, bütün azınlık doktorları. Necati Sütçüoğlu bunu bir fırsat bilip, Sadık’ı Müftünün prostatı konusunda ikna etme etmek üzere tümümüzü topladı. Necati Hasanoğlu, Hikmet Cemiloğlu, Mehmet Bağdatlı, Sütçüoğlu ve ben, Sadık’ı ortamıza aldık, Müftüyü bir urologa göndermesi için ikna etmeye çalışıyoruz. Sadık Nuh diyor peygamber demiyor. Müftü şakır şakır eşiyormuş, prostatı yokmuş. Teşhisi koyan Pantazis’i o çok iyi tanıyormuş, onun ne dolandırıcı olduğunu biliyormuş, Gümülcine hastanesinde ihtisas yaparken onun ameliyatlarına birkaç kez girmiş, hiç gerekmediği halde para alsın diye ceviz kadar prostatları ameliyat ettiğine bizzat şahit olmuş, ona hiç güveni yokmuş. “Bırakın şu Pantazis’i!”... Tamam, hadi onu bıraktık, ama Müftüyü bir başka urologa gönder!... Devecioğlu’nun evinde beş doktor Sadık’ı ikna edemedik.
Olayın üç kahramanı da, Müftü, Sadık ve Pantazis, yıllar önce vefat etmiş oldukları için, gizlilik ilkesinin geçerli olmadığına inanıyorum.
Urolog Pantazis’i, daha sonra Yeni Demokrasi partisi Rodop ili yönetim kurulu başkanlığı yaptı ve 1990’lı yılların ortasında beyin tümöründen öldü, Sadık kadar değilse bile ben de tanıyordum. Tıbbı 5. sınıfa kadar Türkiye’de okumuştu, yanılmıyorsam Ankara’da, bana kütüphanesindeki Türkçe tıb kitaplarını göstermişti, urolojiyle ilgili gelişmeleri hâlâ Türk literatüründen izlediğini söylüyordu. Şimdi onun aleyhinde böyle atıp tutması, hepimizi rahatsız etti. Sanki kendisi Gümülcine hastanesinde ihtisas yaparken “fakelaki” konusunda suçladığı Pantazis’ten değişik bir yol izliyormuş gibi ve hepimiz bunu bilmiyormuşuz gibi. İşin kötüsü, Pantazis te, Müftünün durumuyla ilgilendiği için kulağı delik, koskoca Müftü bu sana, onu Sadık’ın yönlendirdiğini öğrenir, Sadık tarafından kendi aleyhinde söylenen bazı sözleri de işitir ve doğal olarak öfkelenir. Bu arada Müftüden de bir ses çıkmadığı için ona da kızar, kendisini savunmasını beklemektedir. Ve birgün Müftüye öfkesini dile getiren bir mesaj iletir, bütün bunlardan sonra yarın öbürgün sıkışınca artık onu doktor olarak hesaba katmamasını söyler.
Burada bir parantez açayım. Sadık öteden beri iki çeşit kokuyu çok iyi seçmesini bilen bir kişiydi: erk ve para kokusunu. Bu gözlemin altını çizin. Gümülcine hastanesinde cerrahî ihtisası yaparken bu kokulardan ikisini de saçan cerrahî kliniği şefi Gimnopulos idi ve onunla hemen yakın ilişki kurup özdeşleşivermişti. Diğer cerrahları pek takmıyordu, örneğin o zaman 2 numara olan Yannis Babaciklis’i, ve Sadık onunla çatışmaktan geri durmuyordu, çünkü arkasında Gimnopulos var. Gimnopulos ile Babaciklis de zaten pek anlaşamıyorlardı. Ben Babaciklis’i eskiden beri tanırım, ama Gimnopulos’u tanımıyordum, onunla ilgili bazı söylentilerin dışında. Bunlar arasında kulağıma gelen çok katı bir milliyetçi olduğu idi, bizim Sadık onunla nasıl sıkı fıkı olmuştu ki... eh kendisinin bileceği iş. Ama bu kadarını da tahmin etmiyordum, anlatayım. Hasan İmamoğlu’nun oğluna araba çarpmış ve çocuğu ölümcül beyin travmasıyla koma halinde hastaneye kaldırmışlardı. Gerçi ben psikiyatrisim, ama o kargaşada nöroloji bilgim vardır diye bana da başvurdular ve Gimnopulos’la o zaman tanıştım. Onun hastanedeki doktorluk bürosunda duvarda asılı bir harita dikkatimi çekti, İstanbul, Bozcaada, Gökçeada, İzmir ve daha başka bölgelerde iğneyle iliştirilmiş küçük Yunan bayracıkları, başka yerde değil, hastanedeki bürosunda (!). O kadar fanatizm. Abdulhalim Dede de büroda, duvardaki haritayı alaylı bir tebessümle yorumlamakla yetindik. Yıllar 1993, Sadık gecikmeli milliyetçi patlamasını yapalı çok olmuştu, ama yine de 1980’li yıllarda bizimkisi bu Gimnopulos’la nasıl anlaşıyormuş diye aklımdan geçirmekten kendimi alamadım. Sadık, genel cerrah ihtisasını tamamladıktan sonra Gümülcine hastanesinde kadro açılması için dört yıl bekledi ve Mehmet Bağdatlı’dan sonra “full time” hastane doktoru olmak için başvuran ikinci azınlık doktorudur. Bağdatlı’yı “Büyük Kovma” döneminde, nasılsa işte, besbelli göstermelik, hastaneye almışlardı. Şimdi ikinci bir Türk azınlık doktoru? Bu işin biraz zor olacağı belliydi, sistem bu kadarını kaldıramazdı (!). Yine de başvurmakla iyi etmişti, başvurusu reddedilecek olsa bile bu da bir kavga yoluydu. Ama Sadık umutluydu, zira ilgili ayrım ve baskı odaklarından kendisi hakkında önemli bir sakınca öne sürülmeyeceğine inanıyordu, ne 105’teki Pavlidis’ten ne de Asfalya’dan. Çünkü ismi hiçbir azınlık kavgası olayına karışmamıştı. Böyle işlere karışan Bağdatlı’yı kesmemişlerse, onu da kesmeyeceklerdi. Nitekim Sadık’ın hastane doktorluğu başvurusu o odakların müdahalesi gerekmeden kesildi. Doktorların başvuruları, aynı ihtisas dalından meslektaşları tarafından oluşturulan komisyonda görüşülür ve notlandırılır. Yannis Babaciklis komisyonda Sadık’ın kesilmesine ve hastaneye alınmamasına kendisinin sebep olduğunu söylemiştir bana, öfkeli bir halle, tabiî urolog-cerrah Pantazis’in de katkılarıyla. Vetosunun kendine göre meslekî ve kişisel nedenlerini saymıştı, “klinikte asla anlaşamayacağım ve işbirliği edemeyeceğim biri”, ve bu nedenlerin arasında milliyetçilik yoktu, olsa da bana söyleyemezdi. Ama bir azınlık mensubunun yolunu tıkamak o kadar kolaydı ki. Hastaneye alınmayışı Sadık’a çok koydu, zira muayenehanede cerrahlık yapamazdı, cerrah olarak kariyerinin engellendiğini hissediyordu, bir tek sünnetçilikle mi yetinecekti, ve bu olay yaşamında bir dönüm noktası oluşturmuştur. Azınlıkta Hanya’yı Konya’yı şimdi farkediyor, o zamana kadar görmek istemiyordu. Şimdi bizim Sadık 40’ından sonra politize oluyor ve azınlıklaşıyordu. “Ben politikadan anlamam, var mı bana para kazanmak!” deyip dururdu. “Bizim bu halk kazıklanmaktan anlar” sözü de onun, veteriner Ali Nuri’ye söylediği. Haki “İleri” gazetesinde Sadık’ı sünnetten fakir fukara demeden çok ücret alıyorsun diye eleştirdiğinde, Sadık besbelli bu “kazıklama” ilkesini uyguluyordu. Onun Haki’nin eleştirisine verdiği ve İleri’de yayımlanan yanıtı, düşünce dünyasını ifşa etmesi bakımından ilginçtir, çok ücret alışını “Aç ayı oynamaz” diye bir benzetmeyle gerekçeliyordu.
Müftünün prostat macerasının sonunu getirmedim. Ayrıntılarını bilmiyorum. İşittiğim yalnızca şu: Yaşlı Müftü bir süre sonra yeniden tıkanır ve idrarını yapamaz. Olup bitenlerden sonra Pantazis’e yeniden başvurmaya da cesaret edilemez. Araya 105’in şefi Pavlidis girer, onun vasıtasıyla bir askerî helikopter tahsis edilir ve Müftü bununla acilen Selanik’e sevkedilir. Oradan prostat ameliyatı olup ta döndü. Bu arada Müftünün helikopterle Selanik yolculuğunda Sadık’ın ona refakat edip etmediğini öğrenemedim. Hasan Paçaman bilir, ona sormalı.
“Yalanın ve korkunun gerçeği ve mantığı yenmesine müsaade etmemeliyiz”
Sadık Ahmet’in psikografemasını tamamlamam gerek. Benim için bir tahrike yanıt bu. Niye “Sadık aleyhtarı” olduğumu, Rodoplu kadar değilsem bile, açıklamam gerek. Ama ilke ve vicdan sorunlarıyla zorlandığım için uzatıp duruyorum. Sıfat kullanmaktan kaçınacağım, bazı ilginç ve ifşa edici olaylara ağırlık vereceğim, şimdiye dek yapmaya çalıştığım gibi.
Kabaca 1986-96 dönemi olarak belirleyebileceğimiz karanlık yıllarda Derin Devletin güdümüne sokulan Azınlıkta yalan ve korku egemen kılındı. Derin Devletin en büyük yalanlarından birini Sadık Ahmet oluşturmuştur. Biz bir “Sadık efsanesi” yaratacağız dediler, çünkü böylesi bize lâzım, kararını aldık, siz de bunu yutacaksınız, hem de oynaya oynaya. Olayın nasıl tezgahlandığını, bu iş için en çok koşanlardan biri olan BTT Dayanışma Derneği başkanı Tahsin Salihoğlu’nun ağzından kısmen anlatmıştım. Türkiye’de, Almanya’da azınlık mensupları arasında ve Batı Trakya’da eşi görülmedik bir kampanyayla ve gerektiği yerde cebir ve teröre başvurularak bu efsane de Azınlığa dikildi.
Bugünkü gibi değil, o günün ortamında Ana Vatandan estirilen havaya karşı çıkabilecek yürek kimde var, bu havaya uymamak kimin haddine? Basit azınlık insanının sürüklenmesi ve inandırılması kolaydı. Ayrım ve baskılara karşı mücadele azminin yavaş yavaş sivrildiği koşullarda azınlık mücadelesine Ana Vatan nihayet arka çıkıyor tezine nasıl sarılmasındı bu toplum? Var olmak veya olmamak biçimine dönüştürüldü kavga. Troykadan Rodoplu seçim konuşmalarında “Mübadele istiyoruz!” diye bağırıyordu. Sadık’ın sloganı ise daha saldırgandı: “Yunanistan’ı dize getireceğiz!” Aynen böyle ve aynı anda. Kendi kulaklarımla işitmesem inanmayacağım. Şizofrenik çifte mesaja dikkat ediyorsunuzdur. Bu çerçevede, Bulgaristan örneğinde olduğu gibi, BTT Azınlığını da toplu göçe zorlama ve Meriç’ten öte sürme tehditleri savrulmaya başlayınca, Öte’den buna gelen yanıt “Biz de Batıtrakyalıları Kuzey Kıbrıs’a yerleştiririz” oldu.
Küçük bir parantez. Bu konu hakkında Celal Zeybek’le şakalaşıyoruz. Bizi Kuzey Kıbrıs’a yerleştirirlerse, diyordu Celal, orada çok mütevazi bir görev isteyeceğim, Rumların yaşadığı bir nahiyede nahiye kâtipliği görevini. Yunanistan’da nahiye kâtipliği nasıl yapılırmış, göstermek için. Ben de ona şöyle takılıyorum: Hiç boşuna hayal kurma. Senin gibi karalisteli hainleri Ana Vatan kabul etmeyecekmiş. Sen Şahin’deki kâtibin elinde çile çekmeye hep devam edeceksin. Senin için yol yok, deniz yok...
Bütün bu olup bitenlere itiraz edebilecek ve karşı söylem kullanabilecek kişilerin ise, zaten sayıları azdı, aydınların, bilinçli azınlık üyelerinin, eski yeni politikacıların, neredeyse tümü daha baştan kara listeye alınmış, teşhir, tecrit ve bertaraf edilmişlerdi, ve susturulmuşlardı. Karşı gelmeye kalksalar, ekonomik yaptırımlara da hedef oluyorlardı. Onun için herkes sinmiş, kimsenin ağzını bıçak açmıyordu.
Karalisteliler yolda kendilerine selam verecek insan bulamıyorlardı. Dostluklar, insanca ilişkiler bozulmuş, herkes onlardan kaçıyordu. Az değil, 10 yıl sürdü bu hal. Öyle ki, sular durulduktan sonra bugün artık “o dönemde ben senden selamı kesmedim” sözü bir yüreklilik ve mertlik kanıtı olarak kullanılagelir.
Ali Bağdatlı, GTGB eski başkanlarından ve uzun yıllar belediye meclis azası, kendisiyle Gümülcine’de her karşılaşmamda bana sitem ederek takılır: “Hatırlıyor musun doktor, o zor günlerde rahmetli Ahmet Taşkın’la beraber seni alıp ta kem gözlerden uzakta Kozluköy’e rakı içmeye giderdik. Biz seninle beraber görünmekten korkmazdık. Ama o zaman senden kaçanlar, sana selam vermeyenler, şimdi seni paylaşamıyorlar ve Ali abine sıra gelmiyor. Bir akşam benimle eskisi gibi bir rakı içmeye gelmiyorsun.” Ben o dönemde bereket ki bir ara işsizim ve daha sonra Dedeağaç veya Selanik’te hastane doktorluğu görevindeyim, Gümülcine’de muayenehanem yok, dolayısıyla meslekî sabotaja hedef yapılamıyorum, örneğin İskeçeli avukat Orhan Hacıibram gibi. Mehmet Emin Aga’nın söylediklerini yazmıştım: “Orhan’ı politikacı olarak bertaraf ettik. Şimdi onu avukat olarak ta bertaraf edeceğiz.”
Olayı kısmen yaşadığım için anlatayım. Haftalık dört azınlık gazetesinden parasız dağıtılmayıp satılan ve sonradan karalisteli olan ikisi, İleri ile Trakya’nın Sesi, 1980’li yılların ortalarında tirajlarını 2 binleri aşarak 3’er bine yaklaştırmışlardı. Azınlık ölçülerinde çok büyük bir rakam bu. Aleyhte kampanya başlatıldıktan sonra tiraj çizgileri dikey bir düşüş göstererek kısa bir süre içinde 500’lere ve daha aşağılara indi. Herkes abonelikten siliniyordu. Yıllardır uğraşa didişe taş taş inşa edilen bina, Öte’den gelen bir depremle bir anda yerle bir oluyordu.
İleri’nin sahibi Haki’yi daha sonra harekete katılmak ve “bağımsızların” arkasından koşmak kurtarmadı, aklamadı demek istiyorum, ve kara listeden sildirmedi, cemaat başkanlığından istifa etmek Hafız Yaşar’ı kurtarmadığı gibi. Karalisteci Takımın arkasına taklaşıp sırtladığı bayrakla köy köy ve mahalle mahalle dolaşmasını ve kendi deyimiyle onlara “amigoluk” etmesini Haki’nin kendisi ideolojik ve azınlıkçı nedenlerle gerekçeler. Dışarıdan onun bu hali, vaziyeti kurtarmak ve hayatta kalmak telaşı gibi görünmüştür. Takım ise ona “kapson” yaptırmanın zevkini yaşıyordu.
Mehmet Müftüoğlu, Allah’ın doğru kulu, kurnazlıklara pek aklı ermez, Koca Kapı’nın bu çeşit müdahale ve yönlendirmesine ve olup bitenlere o da bir anlam veremiyor, şöyle diyordu: “Gözüm doldu, hem de bu Sadık’ı Azınlığın Atatürk’ü yapacaklar! Baksana şu Türkiye gazetelerine, televizyonlarına. Türkiye’de ona verilen öneme ve değere. Her yerde Azınlığın Atatürk’ü gibi karşılanıyor.” Sadık’a, ortada elle tutulur hiçbir münasebet yokken, verilen ödül, ünvan ve nişanları sayıyordu, yok Atatürk barış ödülü, yok felsefe fahrî doktorluğu, yok TBMM fahrî üyeliği. Azınlık kamuoyu bunları şaşkınlık ve hayranlıkla izliyor, olayın ciddiyetten uzak bir şova dönüştüğünü kavrayamıyordu, ve kavrayamazdı.
Burada şimdi ortaya çıkan iki soruya yanıt vermek gerek. Bütün bunlar ne amaçla yapılıyordu ve baş rolde oynamak üzere neden Sadık Ahmet tercih edilmişti? Bu sorulara yanıt bulabilmek için karalisteliler aramızda çok kafa patlattık. Birinci sorunun yanıtını en sonraya bırakıyorum. Ama şunu söylemeliyim ki, bir yandan Yönetime karşı o ne idüğü belirsiz, Yunan şövenizmini kışkırtıcı ve yönsüz kavga ve öbür yandan Azınlığın kendi içinde yaratılan iç karışıklık ile baskı ve ayrımları kaldırmak ve azınlık çıkarlarını savunmak gibi amaçlara hizmet edilmediği yargısına kolay varmadık, Türkiye’nin azınlık politikasında belki bizim akıl erdiremediğimiz, dikkatimizden kaçan bir hikmet vardır diye, ve antidemokratik ve faşizan yöntemleri onaylamadığımız için bir türlü göremediğimiz ve saptayamadığımız.
Sadık Ahmet’in niye tercih edildiğini soruştururken de aynısı oldu. Sadık’ın nice apolitik ve “fikirsiz” olduğu ve “frenleri patlamış araba” gibi hareket ettiği görülünce sahneden indirileceğini ve değiştirileceğini sandık. Bunu bizden de çok bekleyenler, Sadık’ın zamanla neredeyse tümüyle gırtlak gırtlağa geldiği Takım üyeleri idi, Salepçi, Rodoplu, Hatipoğlu, Aga, Faikoğlu, İbrahim Şerif, Aydın Arif ve diğerleri. Ama boşuna. Sonradan iplerin hükümetdışı ve hükümetüstü, denetimdışı ve yasadışı bir erk odağının, yeni adıyla Derin Devletin, elinde olduğunu ve müdahalenin hır çıkarmaktan başka bir amacı olmadığını yavaş yavaş anlamaya başlayınca, baktık ki bizim Sadık onlar için biçilmiş kaftandır, tam onların aradığı adamdır. Buna göre bizim onda kusur olarak gördüğümüz özellikler, apolitikliği, düşünmeden hareket edişi, kolay gaza gelişi, kaş yaparken göz çıkarması, sınırsız hırsı, acımasızlığı, vur deyince öldürmeye kalkması, paraya olan düşkünlüğü, antidemokratik yapısı ve faşizanlığa olan eğilimi ile bezenen büyük enerjisi, “meziyetlere” dönüşüyordu. Çok yerinde bir tercih yapılmıştı ve konulan hedef çerçevesinde aranan rol için Takımdan en uygun kişi Sadık idi.
(Çok sonraları, bir noktadan sonra Sadık artık iyice azıtınca ve başkonsolos Hakan Okçal’ı tehdit etmeye kalkınca, Takımın beklediği şey, nihayet, İstanbul’da yapılan I. Batı Trakya Kurultayında oldu. Sadık’ı orada Takımın öbür üyelerinin önünde derindevletçi bir terbiye sürecinden geçirdiler, yeri gelirse anlatacağım.)
Rodoplu anlatıyor: “Seçim konuşmalarında halkın önünde Sadık bağırıyor: Ben deliyim! Benim ne yapacağım belli olmaz! Aynen böyle söylüyor. Ben düzeltiyorum. Arkadaşlar, diyorum, ben deli değilim. Çok şükür aklım yerinde. Ve delilikle bu Azınlık yönetilemez. Bizim akıllı insanlara ihtiyacımız var. Böyle konuşuyorum, ama sonra seçim sonuçlarına bakıyoruz, bütün oyları ben deliyim diyen Sadık süpürmüş. Ha çık işin içinden çıkabilirsen!” Rodoplu bilmiyor mu, biliyor, ama söyleyemiyor. Sadık’a oy vereceksin diye herkesin kulağı çekilmiş, Derin Devlet onun arkasında. Türkiye medyasında her gün Sadık görüntüleniyordu, “Azınlığın Atatürk’ü” (!) olarak o tayin edilmişti, bütün örgütlü güçler ona çalışıyordu, Batı Trakya’da, Türkiye’de ve Almanya’da, Rodoplu ve Salepçi için değil, birer süs saksısı olarak kullanılan bu ikisinin ve diğerlerinin esamesi okunmuyordu. Ama yine de Rodoplu’nun çok oy toplayıp Sadık’ı geçme konusunda elinde bir fırsat vardı ki, değerlendirememiştir. Sadık halk önünde “ben deliyim” dedikçe, Rodoplu da “ben Sadık’tan daha deliyim” diye tepki verecek, “ben ise zır deliyim” diye bağıracaktı. Madem bu toplum “ben deliyim” diyene çok oy veriyordu, “ben ise zır deliyim” diyene mantıken daha çok oy verecekti.
Yine Rodoplu anlatıyor, bir arkadaş topluluğu arasında, kinizminin doruğa çıktığı bir anda: “Türkiye’den buraya insanlar geliyor. Sadık şöyle yamandır, böyle yamandır diyorlar. Şunları yapmıştır, bunları etmiştir. Öyle kahraman bir kişidir. Hayır diyorum, Sadık hiç te öyle değildir ve sizin o dediklerinizi de o yapmamıştır. Çünkü yapamaz, aklı ermez. İtiraz ediyorlar, ben bilmiyormuşum da onlar biliyorlarmış. Yahu diyorum, Sadık benim arkadaşım, ben hergün onunla beraberim, onu hergün yaşıyorum, onu ben bilmeyeceğim de kendisiyle hiç tanışmamış sizden mi öğreneceğim! Bana kızıyorlar, onları ikna edemiyorum. Sanki beyinleri yıkanmış.” Sonra biraz duraksıyor Rodoplu, toplulukta hacılar hocalar da var, onlara yönelip şöyle devam ediyor: “Sakın, arkadaşlar, peygamberleri de bize böyle yutturmuş olmasınlar?”
Özetle, “Sadık efsanesi”, Azınlığın kendisinin değil, Türkiye’de Derin Devletin yarattığı ve Azınlığa zorla diktiği efsanedir ve Sadık’ın ölümünden sonra bugün yine onun tarafından devam ettirilmektedir. Diğerleri, sürüklenenler veya mecbur olanlar. Bu konuda kendisine takıldığımda, “Ne yapayım adaş, mecburum.” diyordu İbrahim Şerif.
Psikografema -I-
Sadık, bir şeyler elde etmek istediği, kendine güveninin düşük olduğu, bir erk sahibinin önünde bulunduğu hallerde büyük bir uysallık gösterir, hoşa giden ve cana yakın davranışlar sergiler, çok sevimli olurdu. Hatta bazen küçülürcesine. Her nedense kendine güven dugusunun yükseldiği hallerde, kendisinden bir şey beklemediği veya rakip gördüğü veya küçük gördüğü kişinin karşısında, hele “erk” kullandığında o uysallığından bir şey kalmaz, yoktan nedenlerle hırçınlaşır, tersleşir, kabalaşır, bazen korkunç küstah ve agresif olurdu, hatta gaddarlaşırdı. Ve nankörleşirdi. İnatçı ve dediği dedik, haklı olsun olmasın. Bir durumdan diğer duruma ne zaman geçeceği de pek belli olmazdı. Uysallığı ve sevecenliği bir çabanın ürünüydü, hırçınlığı, saldırganlığı ve gaddarlığı onun doğal haliydi. Onun içten veya kahkahayla güldüğü hiç görülmemiştir, ne de bir fıkra anlattığı. Sevecen olduğu safhalarda yüzünden tebessüm eksilmezdi, ancak yapmacıklığı açıkça belli olan bir tebessüm. Diplez, atletik yapılı, güçlü ve kuvvetliydi, gözünü daldan budaktan esirgemezdi, ama kendini öyle göstermekten, çok yürekli, korkusuz, güçlü ve dayanıklı olduğunu teşhir etmekten de enikonu hoşlanırdı ve bu meziyetlerini sürekli olarak kanıtlama çabası içindeydi. Herkesin çok zor, sıkıntılı, olmaz, yakışık almaz veya tehlikeli diye üstlenmekten çekindiği bir işi, düşünüp taşınmadan “ne varmış onda” diye öne atılıp paldır küldür yapmaya kalkardı, sonra zorlansa, altından kalkamasa bile bunu göstermemeye ve arkasını getirmeye çalışırdı. Ve kaş yaparken sık sık göz çıkarırdı.
Bu içtepisel (impulsif) davranışlarından mesleği de payını alıyordu. Hemofili hastası olduğu için kimsenin sünnet etmeye cesaret edemediği çocuğuna, “A ne varmış onda, ben öyle bir dikiş atarım ki bir damla kan akmaz” diyerek, yapacağı müdahalede bir sakınca olmadığını babaya temin eder. Ve paldır küldür. Olayı Ahmet Veysel’den dinliyorum, her zaman ölçülü ve nazik, bana sitem ediyordu: “Siz genç doktorlar, niye böyle yapıyorsunuz?... Çocuk kanamadan az daha gidiyordu, hastaneye zor yetiştirdiler.”
Celal Bayar’ın avlusunda, ön tarafında, şimşir ağaççıklarıyla çevrili gül ocakları vardı, parsel parsel, toplam alanı belki iki dönüme yakın, bakımı yapıldığında botanik bahçesi gibi. Celal Bayar’a ayrı bir güzellik katardı. Gül ve diğer çiçeklerin bakımıyla görevli kimse bulunmadığı için, bu işi öğrenciler yapmaya çalışırdı. Olacak şey değil. Bakımsızlıktan ve terkedilmişlikten o güzelim bitkiler kurumaya başladı, sonunda şimşirleri de, gülleri de köklediler. Ortaokul 3’te bedeneğitimcisi Necmi hocanın nezaretinde, Sadık, 16 yaşında, gönüllü olarak bu yerleri tek başına dürüledi, otunu temizledi, güllerini tımar etti, hem de birkaç kez, boş saatlerinde aylarca bu işle uğraşarak. Böylelikle Necmi hocanın gözüne girdi. Sonraki yıl yine dürüye sarılacak oldu, ama arkasını getirmedi. 27 yıl sonra yine tek başına Azınlıkta bir imza kampanyası yürütmeye kalktı, bu işi de bahçede dürü yapmak gibi bir şey sanarak, ama bu kez gözü çok yükseklerdeydi, yeri geldiğinde olayın bildiğim yerlerini anlatacağım.
Kışın soğuğunda herkes sarınıp sarmalanıp ta yola çıkar, bizim Sadık’ı kısa kollu yazlık gömlekle dolaştığını görürdünüz. “A be Sadık üşümüyor musun?” diye soranlara, zaten böyle bir soru beklemektedir, küçümseyerek bakar, neredeymiş o soğuk, o hiç üşümüyormuş gibilerden yanıtlar verirdi, ve “Aa be ne kavi çöcük, baksana hiç üşümey” diye hayranlık duyguları tahsil ederdi. Bir koyunu rekor sayılacak bir sürede nasıl kesip, yüzüp temizlediğini böbürlenerek anlatırdı, bir tavuk kesmeyi yufka yüreklilikten veya aşırı duyarlılıktan üstlenmekten kaçınan bizlerde garip duygulara yol açarak.
Okulda, Celal Bayar’da ve Selanik Üniversitesinde oldukça başarılı bir öğrenciydi ve başarısını çok çalışmasına borçluydu. Sigara ve içki kullanmaz, beş vakit namazında, eğlencelere katılmaz, içeri kapanır ve başını ders kitaplarından kaldırmazdı. Ama ders kitaplarından başka kitap ta okumaz, gazete okumaz, toplumsal ve siyasî konularla ilgilenmezdi. Derslerden başka hiçbir şeye ilgi göstermezdi. Ben onun Yunan gazetesi alıp okuduğunu ilk kez 1987’de mi ne gördüm ve enikonu şaşırdım. Bizim Sadık 40’ından sonra politize oluyordu.
Sadık, dediğim gibi beş vakit namazında, içki kullanmazdı. Selanik’teki öğrencilik yıllarımızda arada bir arkadaşalar toplanır, içki içmeye giderdik, Sadık bunlara katılmazdı. Ama bir gün, yıllar 1970 olmalı, Sadık’ın evdeşi Hasan Kaşıkçıoğlu laf arasında onun içki içmeye başladığını söyledi. Aman bre! O günlerde onları ziyarete gitmiştim, Hasan yok, Sadık evde yalnız. Mutfakta yemek pişiriyormuş, baktım, sehpanın üzerinde reçina şişeleri, üç dört Malamatina. Biz de içki içiyoruz, ama tavernada, eve içki şişesi taşıdığımız yok. Takıldım: “Dikkat et bak, şişede durduğu gibi durmaz ha.” Böyle bir “tahrik” bekliyormuş, “reçina da içki mi yahu” deyip bir şişeyi açtı, ağzına dikti ve su gibi lıkır lıkır içmeye başladı. Dur ne yapıyorsun dedimse de durduramadım, bir nefeste 500 cl’lik şarabı içiverdi. “Aa be ne kavi çöcük, baksana bunu hiç içki tutmey!”, böyle bir hayranlık ifadesi bekliyordu herhalde. Sadık’ın içkiciliği çok sürmedi, müzmin baş ağrıları vardı, alkol baş ağrılarını şiddetlendiriyordu.
Bir ara Sadık ile Işık karı koca anacığımla dost olmuşlar, bize gidip geliyorlarmış, ben taşra hizmetinde olduğum için Gümülcine’de değildim. Bir gün Sadık, askerde çektiği sıkıntıları anlatmış anama, 32 aydan çok süren bir askerlik, üç yıla yakın. Baskılar, cezalandırmalar, ve ona uzun zamandır izin vermiyorlarmış. Sadık, aslında, sıkıntısını, çilesini, üzüntüsünü ve acısını bir başkasına kesinlikle anlatmaz, şikayet etmezdi, zayıf görünecek korkusuyla. Böylesi zayıf insanlara özgüdür, o ise güçlü ve dayanıklıdır, bütün sıkıntıların ve üzüntülerin üstesinden gelir. Askerde çok çile çektiğini bilirim, ama bunları bana hikâye etmekten hep kaçınmıştır. Anamın karşısında ise her zaman sivri tuttuğu rekabet duyguları yumuşamıştır, öyle bir gevşeklik anında dili çözülür ve çektiği sıkıntıları anlatır. Ve ona nefes aldırmıyor ve uzun zamandır izin vermiyorlarmış. Bari sağlık izni alayım diye düşünmüş ve bu amaçla... bacağını kırmaya karar vermiş (!). “Bir gün kocaman bir kaya aldım, kaldırıp olanca gücümle sol bacağıma indirdim. Ama kırılmadı, vurduğum yerde büyük bir çürük meydana geldi, ama ayağım kırılmadı.” Anacığımın tepkisi: “Sadık, dedim, sen aklını oynatmışsın!”
Sadık’ın karakter yapısına ayna tuttuğu için onun kendi ağzından dinlediğim bir askerlik öyküsünü anlatacağım şimdi.
Sayı: 25
Aralık 2006
Yazı Dizisi
İbram Onsunoğlu
RODOPLU’NUN SÖYLEŞİSİ ve yarım gerçekleri
-ve yalnız onlar değil
Refika Nazım’ın anısına
-F-
“Müftü şakır şakır eşiyor”
Ben Sadık’ı Celal Bayar’dan ortaokul 1’den beri tanıyordum, çocukluk arkadaşım, aynı sırada oturmuş, aynı odada kalmıştık, ciğerinin içini biliyordum. Hafız Yaşar onu ne zaman ve nereden bu kadar iyi öğrenmişti ki, yaşadığı hangi olaylardan, karakteri hakkında öyle başarılı saptamalar yapabiliyordu, şaşmak için iş. Anlatmıştım, 1988’lerde Bursa’da bir “görevli” tarafından kendisine sorulduğu zaman, onu “frenleri patlamış bir arabaya” benzetmişti, kime çarpacağı, nerede duracağı belli olmayan, ve “bu toplumu onun arkasına takmayın” demişti. Bu benzetmesine gülmekten kırılmıştım.
Hafız Yaşar’ın Sadık hakkında hükme vardığı olaylardan biri, eski Gümülcine Müftüsü Mustafa Hüseyin’nin yaşadığı ve Sadık’ın doktor olarak karıştığı prostat macerası idi. Bu macerayı o da biliyordu. Aklıma geldi, anlatayım.
Yıllar 1982 olmalı, bir gün meslektaş Necati Sütçüoğlu geldi. “İbram” dedi, “şu Sadık’a laf anlatamıyorum, beni dinlemiyor. Bir de sen söylesen, senin sözünü daha çok dinler.” Anlatmaya koyuldu. Bir süre önce Gümülcine Müftüsü Mustafa Hüseyin rahatsızlanmış, onu çağırmışlar. “Gerçi beni Müftülükten pek aramazlar, orasının doktoru Sadık’tır. Ama Sadık bir yerlere gitmiş, onu bulamayınca bana telefon ettiler. Müftü birkaç saattir idrarını yapamıyormuş, besbelli ilerlemiş bir prostat hipertrofisi. Kateter takmaya ben hiç niyetlenmedim. Böyle durumlarda, biliyorsun, lastik kateterle her zaman mesaneye girmek mümkün olmuyor, metal olanı gerekli, o da urologun işi. Hemen urolog Pantazis’e telefon ettim, acil bir durum, Müftüyü hastaneye götürmemi söyledi, o da derhal gelecekti. Pantazis, hastanede Müftünün mesanesini boşalttı, bir de ona daimî kateter taktı, ve gerekli tavsiyelerde bulundu. En önemlisi, prostat ameliyatına hazırlanmalıydı, bu arada bazı muayeneler yapmalıydı, kateteri değiştirmek üzere bir hafta sonrasına randevu verdi. Müftüyü rahatlamış olarak evine götürdüm, Pantazis’in dediklerini uygulayacaksınız dedim. Benim işim o noktada bitmişti.” Ama bizim Necati, ince fikirlidir, kafasına bir şeyi taktı mı onu sonuna kadar götürür, yoksa rahat etmez. Sonraki gün ve haftalarda Müftünün rahatsızlığıyla ilgilenmeye uzaktan da olsa devam etmiş. Müftüyü takip etmeyi birkaç gün sonra Gümülcine’neye döner dönmez Sadık üzerine almış, zira Müftülüğün doktoru o, ve Sadık’ın yönlendirmesiyle Pantazis’in randevusuna gidilmediğini, tavsiye ettiği muayenelerin yapılmadığını öğrenmiş. Pantazis de Necati’ye Müftü ne oldu da gelmedi diye soruyormuş. Necati bunun üzerine Sadık’ı tutmuş, ona yaşlı Müftünün durumunu sormuş, birkaç kez tartışmışlar, biraz da atışmışlar. “Müftü turp gibi, bir şeyi yok.” “A be nasıl olur, prostatı var, ameliyatlık.” “Müftüde prostat mrostat yok, Müftü şakır şakır eşiyor!” Necati anlatmaya çalışmış, ihmal edilen bir prostat hipertrofisinin nelere yol açabileceğini, böbreklerde meydana getirebileceği zararları vs, ve eşiyor görünmesinin aldatıcı olduğunu. Sadık bunları bilmiyor değil, ama Müftüde prostat yok, “Müftü şakır şakır eşiyor” diyormuş, başka bir şey demiyormuş. Sadık’ı bir tütlü ikna edememiş. “Müftünün başına bir hal gelmesinden korkuyorum. Sadık beni dinlemiyor. Seni daha çok dinler, bir de sen söylesen. Müftüyü bir urologa gitmeye, gerekli muayeneleri yapmaya ve gerekirse prostat ameliyatına yönlendirsin.”
Bir türlü denk getirip te bu konuda Sadık’la konuşamadım. Aradan ne kadar zaman geçti, bilmiyorum. Mehmet Devecioğlu’nun oğlunun sünnet düğünündeyiz. Hepimiz oradayız, bütün azınlık doktorları. Necati Sütçüoğlu bunu bir fırsat bilip, Sadık’ı Müftünün prostatı konusunda ikna etme etmek üzere tümümüzü topladı. Necati Hasanoğlu, Hikmet Cemiloğlu, Mehmet Bağdatlı, Sütçüoğlu ve ben, Sadık’ı ortamıza aldık, Müftüyü bir urologa göndermesi için ikna etmeye çalışıyoruz. Sadık Nuh diyor peygamber demiyor. Müftü şakır şakır eşiyormuş, prostatı yokmuş. Teşhisi koyan Pantazis’i o çok iyi tanıyormuş, onun ne dolandırıcı olduğunu biliyormuş, Gümülcine hastanesinde ihtisas yaparken onun ameliyatlarına birkaç kez girmiş, hiç gerekmediği halde para alsın diye ceviz kadar prostatları ameliyat ettiğine bizzat şahit olmuş, ona hiç güveni yokmuş. “Bırakın şu Pantazis’i!”... Tamam, hadi onu bıraktık, ama Müftüyü bir başka urologa gönder!... Devecioğlu’nun evinde beş doktor Sadık’ı ikna edemedik.
Olayın üç kahramanı da, Müftü, Sadık ve Pantazis, yıllar önce vefat etmiş oldukları için, gizlilik ilkesinin geçerli olmadığına inanıyorum.
Urolog Pantazis’i, daha sonra Yeni Demokrasi partisi Rodop ili yönetim kurulu başkanlığı yaptı ve 1990’lı yılların ortasında beyin tümöründen öldü, Sadık kadar değilse bile ben de tanıyordum. Tıbbı 5. sınıfa kadar Türkiye’de okumuştu, yanılmıyorsam Ankara’da, bana kütüphanesindeki Türkçe tıb kitaplarını göstermişti, urolojiyle ilgili gelişmeleri hâlâ Türk literatüründen izlediğini söylüyordu. Şimdi onun aleyhinde böyle atıp tutması, hepimizi rahatsız etti. Sanki kendisi Gümülcine hastanesinde ihtisas yaparken “fakelaki” konusunda suçladığı Pantazis’ten değişik bir yol izliyormuş gibi ve hepimiz bunu bilmiyormuşuz gibi. İşin kötüsü, Pantazis te, Müftünün durumuyla ilgilendiği için kulağı delik, koskoca Müftü bu sana, onu Sadık’ın yönlendirdiğini öğrenir, Sadık tarafından kendi aleyhinde söylenen bazı sözleri de işitir ve doğal olarak öfkelenir. Bu arada Müftüden de bir ses çıkmadığı için ona da kızar, kendisini savunmasını beklemektedir. Ve birgün Müftüye öfkesini dile getiren bir mesaj iletir, bütün bunlardan sonra yarın öbürgün sıkışınca artık onu doktor olarak hesaba katmamasını söyler.
Burada bir parantez açayım. Sadık öteden beri iki çeşit kokuyu çok iyi seçmesini bilen bir kişiydi: erk ve para kokusunu. Bu gözlemin altını çizin. Gümülcine hastanesinde cerrahî ihtisası yaparken bu kokulardan ikisini de saçan cerrahî kliniği şefi Gimnopulos idi ve onunla hemen yakın ilişki kurup özdeşleşivermişti. Diğer cerrahları pek takmıyordu, örneğin o zaman 2 numara olan Yannis Babaciklis’i, ve Sadık onunla çatışmaktan geri durmuyordu, çünkü arkasında Gimnopulos var. Gimnopulos ile Babaciklis de zaten pek anlaşamıyorlardı. Ben Babaciklis’i eskiden beri tanırım, ama Gimnopulos’u tanımıyordum, onunla ilgili bazı söylentilerin dışında. Bunlar arasında kulağıma gelen çok katı bir milliyetçi olduğu idi, bizim Sadık onunla nasıl sıkı fıkı olmuştu ki... eh kendisinin bileceği iş. Ama bu kadarını da tahmin etmiyordum, anlatayım. Hasan İmamoğlu’nun oğluna araba çarpmış ve çocuğu ölümcül beyin travmasıyla koma halinde hastaneye kaldırmışlardı. Gerçi ben psikiyatrisim, ama o kargaşada nöroloji bilgim vardır diye bana da başvurdular ve Gimnopulos’la o zaman tanıştım. Onun hastanedeki doktorluk bürosunda duvarda asılı bir harita dikkatimi çekti, İstanbul, Bozcaada, Gökçeada, İzmir ve daha başka bölgelerde iğneyle iliştirilmiş küçük Yunan bayracıkları, başka yerde değil, hastanedeki bürosunda (!). O kadar fanatizm. Abdulhalim Dede de büroda, duvardaki haritayı alaylı bir tebessümle yorumlamakla yetindik. Yıllar 1993, Sadık gecikmeli milliyetçi patlamasını yapalı çok olmuştu, ama yine de 1980’li yıllarda bizimkisi bu Gimnopulos’la nasıl anlaşıyormuş diye aklımdan geçirmekten kendimi alamadım. Sadık, genel cerrah ihtisasını tamamladıktan sonra Gümülcine hastanesinde kadro açılması için dört yıl bekledi ve Mehmet Bağdatlı’dan sonra “full time” hastane doktoru olmak için başvuran ikinci azınlık doktorudur. Bağdatlı’yı “Büyük Kovma” döneminde, nasılsa işte, besbelli göstermelik, hastaneye almışlardı. Şimdi ikinci bir Türk azınlık doktoru? Bu işin biraz zor olacağı belliydi, sistem bu kadarını kaldıramazdı (!). Yine de başvurmakla iyi etmişti, başvurusu reddedilecek olsa bile bu da bir kavga yoluydu. Ama Sadık umutluydu, zira ilgili ayrım ve baskı odaklarından kendisi hakkında önemli bir sakınca öne sürülmeyeceğine inanıyordu, ne 105’teki Pavlidis’ten ne de Asfalya’dan. Çünkü ismi hiçbir azınlık kavgası olayına karışmamıştı. Böyle işlere karışan Bağdatlı’yı kesmemişlerse, onu da kesmeyeceklerdi. Nitekim Sadık’ın hastane doktorluğu başvurusu o odakların müdahalesi gerekmeden kesildi. Doktorların başvuruları, aynı ihtisas dalından meslektaşları tarafından oluşturulan komisyonda görüşülür ve notlandırılır. Yannis Babaciklis komisyonda Sadık’ın kesilmesine ve hastaneye alınmamasına kendisinin sebep olduğunu söylemiştir bana, öfkeli bir halle, tabiî urolog-cerrah Pantazis’in de katkılarıyla. Vetosunun kendine göre meslekî ve kişisel nedenlerini saymıştı, “klinikte asla anlaşamayacağım ve işbirliği edemeyeceğim biri”, ve bu nedenlerin arasında milliyetçilik yoktu, olsa da bana söyleyemezdi. Ama bir azınlık mensubunun yolunu tıkamak o kadar kolaydı ki. Hastaneye alınmayışı Sadık’a çok koydu, zira muayenehanede cerrahlık yapamazdı, cerrah olarak kariyerinin engellendiğini hissediyordu, bir tek sünnetçilikle mi yetinecekti, ve bu olay yaşamında bir dönüm noktası oluşturmuştur. Azınlıkta Hanya’yı Konya’yı şimdi farkediyor, o zamana kadar görmek istemiyordu. Şimdi bizim Sadık 40’ından sonra politize oluyor ve azınlıklaşıyordu. “Ben politikadan anlamam, var mı bana para kazanmak!” deyip dururdu. “Bizim bu halk kazıklanmaktan anlar” sözü de onun, veteriner Ali Nuri’ye söylediği. Haki “İleri” gazetesinde Sadık’ı sünnetten fakir fukara demeden çok ücret alıyorsun diye eleştirdiğinde, Sadık besbelli bu “kazıklama” ilkesini uyguluyordu. Onun Haki’nin eleştirisine verdiği ve İleri’de yayımlanan yanıtı, düşünce dünyasını ifşa etmesi bakımından ilginçtir, çok ücret alışını “Aç ayı oynamaz” diye bir benzetmeyle gerekçeliyordu.
Müftünün prostat macerasının sonunu getirmedim. Ayrıntılarını bilmiyorum. İşittiğim yalnızca şu: Yaşlı Müftü bir süre sonra yeniden tıkanır ve idrarını yapamaz. Olup bitenlerden sonra Pantazis’e yeniden başvurmaya da cesaret edilemez. Araya 105’in şefi Pavlidis girer, onun vasıtasıyla bir askerî helikopter tahsis edilir ve Müftü bununla acilen Selanik’e sevkedilir. Oradan prostat ameliyatı olup ta döndü. Bu arada Müftünün helikopterle Selanik yolculuğunda Sadık’ın ona refakat edip etmediğini öğrenemedim. Hasan Paçaman bilir, ona sormalı.
“Yalanın ve korkunun gerçeği ve mantığı yenmesine müsaade etmemeliyiz”
Sadık Ahmet’in psikografemasını tamamlamam gerek. Benim için bir tahrike yanıt bu. Niye “Sadık aleyhtarı” olduğumu, Rodoplu kadar değilsem bile, açıklamam gerek. Ama ilke ve vicdan sorunlarıyla zorlandığım için uzatıp duruyorum. Sıfat kullanmaktan kaçınacağım, bazı ilginç ve ifşa edici olaylara ağırlık vereceğim, şimdiye dek yapmaya çalıştığım gibi.
Kabaca 1986-96 dönemi olarak belirleyebileceğimiz karanlık yıllarda Derin Devletin güdümüne sokulan Azınlıkta yalan ve korku egemen kılındı. Derin Devletin en büyük yalanlarından birini Sadık Ahmet oluşturmuştur. Biz bir “Sadık efsanesi” yaratacağız dediler, çünkü böylesi bize lâzım, kararını aldık, siz de bunu yutacaksınız, hem de oynaya oynaya. Olayın nasıl tezgahlandığını, bu iş için en çok koşanlardan biri olan BTT Dayanışma Derneği başkanı Tahsin Salihoğlu’nun ağzından kısmen anlatmıştım. Türkiye’de, Almanya’da azınlık mensupları arasında ve Batı Trakya’da eşi görülmedik bir kampanyayla ve gerektiği yerde cebir ve teröre başvurularak bu efsane de Azınlığa dikildi.
Bugünkü gibi değil, o günün ortamında Ana Vatandan estirilen havaya karşı çıkabilecek yürek kimde var, bu havaya uymamak kimin haddine? Basit azınlık insanının sürüklenmesi ve inandırılması kolaydı. Ayrım ve baskılara karşı mücadele azminin yavaş yavaş sivrildiği koşullarda azınlık mücadelesine Ana Vatan nihayet arka çıkıyor tezine nasıl sarılmasındı bu toplum? Var olmak veya olmamak biçimine dönüştürüldü kavga. Troykadan Rodoplu seçim konuşmalarında “Mübadele istiyoruz!” diye bağırıyordu. Sadık’ın sloganı ise daha saldırgandı: “Yunanistan’ı dize getireceğiz!” Aynen böyle ve aynı anda. Kendi kulaklarımla işitmesem inanmayacağım. Şizofrenik çifte mesaja dikkat ediyorsunuzdur. Bu çerçevede, Bulgaristan örneğinde olduğu gibi, BTT Azınlığını da toplu göçe zorlama ve Meriç’ten öte sürme tehditleri savrulmaya başlayınca, Öte’den buna gelen yanıt “Biz de Batıtrakyalıları Kuzey Kıbrıs’a yerleştiririz” oldu.
Küçük bir parantez. Bu konu hakkında Celal Zeybek’le şakalaşıyoruz. Bizi Kuzey Kıbrıs’a yerleştirirlerse, diyordu Celal, orada çok mütevazi bir görev isteyeceğim, Rumların yaşadığı bir nahiyede nahiye kâtipliği görevini. Yunanistan’da nahiye kâtipliği nasıl yapılırmış, göstermek için. Ben de ona şöyle takılıyorum: Hiç boşuna hayal kurma. Senin gibi karalisteli hainleri Ana Vatan kabul etmeyecekmiş. Sen Şahin’deki kâtibin elinde çile çekmeye hep devam edeceksin. Senin için yol yok, deniz yok...
Bütün bu olup bitenlere itiraz edebilecek ve karşı söylem kullanabilecek kişilerin ise, zaten sayıları azdı, aydınların, bilinçli azınlık üyelerinin, eski yeni politikacıların, neredeyse tümü daha baştan kara listeye alınmış, teşhir, tecrit ve bertaraf edilmişlerdi, ve susturulmuşlardı. Karşı gelmeye kalksalar, ekonomik yaptırımlara da hedef oluyorlardı. Onun için herkes sinmiş, kimsenin ağzını bıçak açmıyordu.
Karalisteliler yolda kendilerine selam verecek insan bulamıyorlardı. Dostluklar, insanca ilişkiler bozulmuş, herkes onlardan kaçıyordu. Az değil, 10 yıl sürdü bu hal. Öyle ki, sular durulduktan sonra bugün artık “o dönemde ben senden selamı kesmedim” sözü bir yüreklilik ve mertlik kanıtı olarak kullanılagelir.
Ali Bağdatlı, GTGB eski başkanlarından ve uzun yıllar belediye meclis azası, kendisiyle Gümülcine’de her karşılaşmamda bana sitem ederek takılır: “Hatırlıyor musun doktor, o zor günlerde rahmetli Ahmet Taşkın’la beraber seni alıp ta kem gözlerden uzakta Kozluköy’e rakı içmeye giderdik. Biz seninle beraber görünmekten korkmazdık. Ama o zaman senden kaçanlar, sana selam vermeyenler, şimdi seni paylaşamıyorlar ve Ali abine sıra gelmiyor. Bir akşam benimle eskisi gibi bir rakı içmeye gelmiyorsun.” Ben o dönemde bereket ki bir ara işsizim ve daha sonra Dedeağaç veya Selanik’te hastane doktorluğu görevindeyim, Gümülcine’de muayenehanem yok, dolayısıyla meslekî sabotaja hedef yapılamıyorum, örneğin İskeçeli avukat Orhan Hacıibram gibi. Mehmet Emin Aga’nın söylediklerini yazmıştım: “Orhan’ı politikacı olarak bertaraf ettik. Şimdi onu avukat olarak ta bertaraf edeceğiz.”
Olayı kısmen yaşadığım için anlatayım. Haftalık dört azınlık gazetesinden parasız dağıtılmayıp satılan ve sonradan karalisteli olan ikisi, İleri ile Trakya’nın Sesi, 1980’li yılların ortalarında tirajlarını 2 binleri aşarak 3’er bine yaklaştırmışlardı. Azınlık ölçülerinde çok büyük bir rakam bu. Aleyhte kampanya başlatıldıktan sonra tiraj çizgileri dikey bir düşüş göstererek kısa bir süre içinde 500’lere ve daha aşağılara indi. Herkes abonelikten siliniyordu. Yıllardır uğraşa didişe taş taş inşa edilen bina, Öte’den gelen bir depremle bir anda yerle bir oluyordu.
İleri’nin sahibi Haki’yi daha sonra harekete katılmak ve “bağımsızların” arkasından koşmak kurtarmadı, aklamadı demek istiyorum, ve kara listeden sildirmedi, cemaat başkanlığından istifa etmek Hafız Yaşar’ı kurtarmadığı gibi. Karalisteci Takımın arkasına taklaşıp sırtladığı bayrakla köy köy ve mahalle mahalle dolaşmasını ve kendi deyimiyle onlara “amigoluk” etmesini Haki’nin kendisi ideolojik ve azınlıkçı nedenlerle gerekçeler. Dışarıdan onun bu hali, vaziyeti kurtarmak ve hayatta kalmak telaşı gibi görünmüştür. Takım ise ona “kapson” yaptırmanın zevkini yaşıyordu.
Mehmet Müftüoğlu, Allah’ın doğru kulu, kurnazlıklara pek aklı ermez, Koca Kapı’nın bu çeşit müdahale ve yönlendirmesine ve olup bitenlere o da bir anlam veremiyor, şöyle diyordu: “Gözüm doldu, hem de bu Sadık’ı Azınlığın Atatürk’ü yapacaklar! Baksana şu Türkiye gazetelerine, televizyonlarına. Türkiye’de ona verilen öneme ve değere. Her yerde Azınlığın Atatürk’ü gibi karşılanıyor.” Sadık’a, ortada elle tutulur hiçbir münasebet yokken, verilen ödül, ünvan ve nişanları sayıyordu, yok Atatürk barış ödülü, yok felsefe fahrî doktorluğu, yok TBMM fahrî üyeliği. Azınlık kamuoyu bunları şaşkınlık ve hayranlıkla izliyor, olayın ciddiyetten uzak bir şova dönüştüğünü kavrayamıyordu, ve kavrayamazdı.
Burada şimdi ortaya çıkan iki soruya yanıt vermek gerek. Bütün bunlar ne amaçla yapılıyordu ve baş rolde oynamak üzere neden Sadık Ahmet tercih edilmişti? Bu sorulara yanıt bulabilmek için karalisteliler aramızda çok kafa patlattık. Birinci sorunun yanıtını en sonraya bırakıyorum. Ama şunu söylemeliyim ki, bir yandan Yönetime karşı o ne idüğü belirsiz, Yunan şövenizmini kışkırtıcı ve yönsüz kavga ve öbür yandan Azınlığın kendi içinde yaratılan iç karışıklık ile baskı ve ayrımları kaldırmak ve azınlık çıkarlarını savunmak gibi amaçlara hizmet edilmediği yargısına kolay varmadık, Türkiye’nin azınlık politikasında belki bizim akıl erdiremediğimiz, dikkatimizden kaçan bir hikmet vardır diye, ve antidemokratik ve faşizan yöntemleri onaylamadığımız için bir türlü göremediğimiz ve saptayamadığımız.
Sadık Ahmet’in niye tercih edildiğini soruştururken de aynısı oldu. Sadık’ın nice apolitik ve “fikirsiz” olduğu ve “frenleri patlamış araba” gibi hareket ettiği görülünce sahneden indirileceğini ve değiştirileceğini sandık. Bunu bizden de çok bekleyenler, Sadık’ın zamanla neredeyse tümüyle gırtlak gırtlağa geldiği Takım üyeleri idi, Salepçi, Rodoplu, Hatipoğlu, Aga, Faikoğlu, İbrahim Şerif, Aydın Arif ve diğerleri. Ama boşuna. Sonradan iplerin hükümetdışı ve hükümetüstü, denetimdışı ve yasadışı bir erk odağının, yeni adıyla Derin Devletin, elinde olduğunu ve müdahalenin hır çıkarmaktan başka bir amacı olmadığını yavaş yavaş anlamaya başlayınca, baktık ki bizim Sadık onlar için biçilmiş kaftandır, tam onların aradığı adamdır. Buna göre bizim onda kusur olarak gördüğümüz özellikler, apolitikliği, düşünmeden hareket edişi, kolay gaza gelişi, kaş yaparken göz çıkarması, sınırsız hırsı, acımasızlığı, vur deyince öldürmeye kalkması, paraya olan düşkünlüğü, antidemokratik yapısı ve faşizanlığa olan eğilimi ile bezenen büyük enerjisi, “meziyetlere” dönüşüyordu. Çok yerinde bir tercih yapılmıştı ve konulan hedef çerçevesinde aranan rol için Takımdan en uygun kişi Sadık idi.
(Çok sonraları, bir noktadan sonra Sadık artık iyice azıtınca ve başkonsolos Hakan Okçal’ı tehdit etmeye kalkınca, Takımın beklediği şey, nihayet, İstanbul’da yapılan I. Batı Trakya Kurultayında oldu. Sadık’ı orada Takımın öbür üyelerinin önünde derindevletçi bir terbiye sürecinden geçirdiler, yeri gelirse anlatacağım.)
Rodoplu anlatıyor: “Seçim konuşmalarında halkın önünde Sadık bağırıyor: Ben deliyim! Benim ne yapacağım belli olmaz! Aynen böyle söylüyor. Ben düzeltiyorum. Arkadaşlar, diyorum, ben deli değilim. Çok şükür aklım yerinde. Ve delilikle bu Azınlık yönetilemez. Bizim akıllı insanlara ihtiyacımız var. Böyle konuşuyorum, ama sonra seçim sonuçlarına bakıyoruz, bütün oyları ben deliyim diyen Sadık süpürmüş. Ha çık işin içinden çıkabilirsen!” Rodoplu bilmiyor mu, biliyor, ama söyleyemiyor. Sadık’a oy vereceksin diye herkesin kulağı çekilmiş, Derin Devlet onun arkasında. Türkiye medyasında her gün Sadık görüntüleniyordu, “Azınlığın Atatürk’ü” (!) olarak o tayin edilmişti, bütün örgütlü güçler ona çalışıyordu, Batı Trakya’da, Türkiye’de ve Almanya’da, Rodoplu ve Salepçi için değil, birer süs saksısı olarak kullanılan bu ikisinin ve diğerlerinin esamesi okunmuyordu. Ama yine de Rodoplu’nun çok oy toplayıp Sadık’ı geçme konusunda elinde bir fırsat vardı ki, değerlendirememiştir. Sadık halk önünde “ben deliyim” dedikçe, Rodoplu da “ben Sadık’tan daha deliyim” diye tepki verecek, “ben ise zır deliyim” diye bağıracaktı. Madem bu toplum “ben deliyim” diyene çok oy veriyordu, “ben ise zır deliyim” diyene mantıken daha çok oy verecekti.
Yine Rodoplu anlatıyor, bir arkadaş topluluğu arasında, kinizminin doruğa çıktığı bir anda: “Türkiye’den buraya insanlar geliyor. Sadık şöyle yamandır, böyle yamandır diyorlar. Şunları yapmıştır, bunları etmiştir. Öyle kahraman bir kişidir. Hayır diyorum, Sadık hiç te öyle değildir ve sizin o dediklerinizi de o yapmamıştır. Çünkü yapamaz, aklı ermez. İtiraz ediyorlar, ben bilmiyormuşum da onlar biliyorlarmış. Yahu diyorum, Sadık benim arkadaşım, ben hergün onunla beraberim, onu hergün yaşıyorum, onu ben bilmeyeceğim de kendisiyle hiç tanışmamış sizden mi öğreneceğim! Bana kızıyorlar, onları ikna edemiyorum. Sanki beyinleri yıkanmış.” Sonra biraz duraksıyor Rodoplu, toplulukta hacılar hocalar da var, onlara yönelip şöyle devam ediyor: “Sakın, arkadaşlar, peygamberleri de bize böyle yutturmuş olmasınlar?”
Özetle, “Sadık efsanesi”, Azınlığın kendisinin değil, Türkiye’de Derin Devletin yarattığı ve Azınlığa zorla diktiği efsanedir ve Sadık’ın ölümünden sonra bugün yine onun tarafından devam ettirilmektedir. Diğerleri, sürüklenenler veya mecbur olanlar. Bu konuda kendisine takıldığımda, “Ne yapayım adaş, mecburum.” diyordu İbrahim Şerif.
Psikografema -I-
Sadık, bir şeyler elde etmek istediği, kendine güveninin düşük olduğu, bir erk sahibinin önünde bulunduğu hallerde büyük bir uysallık gösterir, hoşa giden ve cana yakın davranışlar sergiler, çok sevimli olurdu. Hatta bazen küçülürcesine. Her nedense kendine güven dugusunun yükseldiği hallerde, kendisinden bir şey beklemediği veya rakip gördüğü veya küçük gördüğü kişinin karşısında, hele “erk” kullandığında o uysallığından bir şey kalmaz, yoktan nedenlerle hırçınlaşır, tersleşir, kabalaşır, bazen korkunç küstah ve agresif olurdu, hatta gaddarlaşırdı. Ve nankörleşirdi. İnatçı ve dediği dedik, haklı olsun olmasın. Bir durumdan diğer duruma ne zaman geçeceği de pek belli olmazdı. Uysallığı ve sevecenliği bir çabanın ürünüydü, hırçınlığı, saldırganlığı ve gaddarlığı onun doğal haliydi. Onun içten veya kahkahayla güldüğü hiç görülmemiştir, ne de bir fıkra anlattığı. Sevecen olduğu safhalarda yüzünden tebessüm eksilmezdi, ancak yapmacıklığı açıkça belli olan bir tebessüm. Diplez, atletik yapılı, güçlü ve kuvvetliydi, gözünü daldan budaktan esirgemezdi, ama kendini öyle göstermekten, çok yürekli, korkusuz, güçlü ve dayanıklı olduğunu teşhir etmekten de enikonu hoşlanırdı ve bu meziyetlerini sürekli olarak kanıtlama çabası içindeydi. Herkesin çok zor, sıkıntılı, olmaz, yakışık almaz veya tehlikeli diye üstlenmekten çekindiği bir işi, düşünüp taşınmadan “ne varmış onda” diye öne atılıp paldır küldür yapmaya kalkardı, sonra zorlansa, altından kalkamasa bile bunu göstermemeye ve arkasını getirmeye çalışırdı. Ve kaş yaparken sık sık göz çıkarırdı.
Bu içtepisel (impulsif) davranışlarından mesleği de payını alıyordu. Hemofili hastası olduğu için kimsenin sünnet etmeye cesaret edemediği çocuğuna, “A ne varmış onda, ben öyle bir dikiş atarım ki bir damla kan akmaz” diyerek, yapacağı müdahalede bir sakınca olmadığını babaya temin eder. Ve paldır küldür. Olayı Ahmet Veysel’den dinliyorum, her zaman ölçülü ve nazik, bana sitem ediyordu: “Siz genç doktorlar, niye böyle yapıyorsunuz?... Çocuk kanamadan az daha gidiyordu, hastaneye zor yetiştirdiler.”
Celal Bayar’ın avlusunda, ön tarafında, şimşir ağaççıklarıyla çevrili gül ocakları vardı, parsel parsel, toplam alanı belki iki dönüme yakın, bakımı yapıldığında botanik bahçesi gibi. Celal Bayar’a ayrı bir güzellik katardı. Gül ve diğer çiçeklerin bakımıyla görevli kimse bulunmadığı için, bu işi öğrenciler yapmaya çalışırdı. Olacak şey değil. Bakımsızlıktan ve terkedilmişlikten o güzelim bitkiler kurumaya başladı, sonunda şimşirleri de, gülleri de köklediler. Ortaokul 3’te bedeneğitimcisi Necmi hocanın nezaretinde, Sadık, 16 yaşında, gönüllü olarak bu yerleri tek başına dürüledi, otunu temizledi, güllerini tımar etti, hem de birkaç kez, boş saatlerinde aylarca bu işle uğraşarak. Böylelikle Necmi hocanın gözüne girdi. Sonraki yıl yine dürüye sarılacak oldu, ama arkasını getirmedi. 27 yıl sonra yine tek başına Azınlıkta bir imza kampanyası yürütmeye kalktı, bu işi de bahçede dürü yapmak gibi bir şey sanarak, ama bu kez gözü çok yükseklerdeydi, yeri geldiğinde olayın bildiğim yerlerini anlatacağım.
Kışın soğuğunda herkes sarınıp sarmalanıp ta yola çıkar, bizim Sadık’ı kısa kollu yazlık gömlekle dolaştığını görürdünüz. “A be Sadık üşümüyor musun?” diye soranlara, zaten böyle bir soru beklemektedir, küçümseyerek bakar, neredeymiş o soğuk, o hiç üşümüyormuş gibilerden yanıtlar verirdi, ve “Aa be ne kavi çöcük, baksana hiç üşümey” diye hayranlık duyguları tahsil ederdi. Bir koyunu rekor sayılacak bir sürede nasıl kesip, yüzüp temizlediğini böbürlenerek anlatırdı, bir tavuk kesmeyi yufka yüreklilikten veya aşırı duyarlılıktan üstlenmekten kaçınan bizlerde garip duygulara yol açarak.
Okulda, Celal Bayar’da ve Selanik Üniversitesinde oldukça başarılı bir öğrenciydi ve başarısını çok çalışmasına borçluydu. Sigara ve içki kullanmaz, beş vakit namazında, eğlencelere katılmaz, içeri kapanır ve başını ders kitaplarından kaldırmazdı. Ama ders kitaplarından başka kitap ta okumaz, gazete okumaz, toplumsal ve siyasî konularla ilgilenmezdi. Derslerden başka hiçbir şeye ilgi göstermezdi. Ben onun Yunan gazetesi alıp okuduğunu ilk kez 1987’de mi ne gördüm ve enikonu şaşırdım. Bizim Sadık 40’ından sonra politize oluyordu.
Sadık, dediğim gibi beş vakit namazında, içki kullanmazdı. Selanik’teki öğrencilik yıllarımızda arada bir arkadaşalar toplanır, içki içmeye giderdik, Sadık bunlara katılmazdı. Ama bir gün, yıllar 1970 olmalı, Sadık’ın evdeşi Hasan Kaşıkçıoğlu laf arasında onun içki içmeye başladığını söyledi. Aman bre! O günlerde onları ziyarete gitmiştim, Hasan yok, Sadık evde yalnız. Mutfakta yemek pişiriyormuş, baktım, sehpanın üzerinde reçina şişeleri, üç dört Malamatina. Biz de içki içiyoruz, ama tavernada, eve içki şişesi taşıdığımız yok. Takıldım: “Dikkat et bak, şişede durduğu gibi durmaz ha.” Böyle bir “tahrik” bekliyormuş, “reçina da içki mi yahu” deyip bir şişeyi açtı, ağzına dikti ve su gibi lıkır lıkır içmeye başladı. Dur ne yapıyorsun dedimse de durduramadım, bir nefeste 500 cl’lik şarabı içiverdi. “Aa be ne kavi çöcük, baksana bunu hiç içki tutmey!”, böyle bir hayranlık ifadesi bekliyordu herhalde. Sadık’ın içkiciliği çok sürmedi, müzmin baş ağrıları vardı, alkol baş ağrılarını şiddetlendiriyordu.
Bir ara Sadık ile Işık karı koca anacığımla dost olmuşlar, bize gidip geliyorlarmış, ben taşra hizmetinde olduğum için Gümülcine’de değildim. Bir gün Sadık, askerde çektiği sıkıntıları anlatmış anama, 32 aydan çok süren bir askerlik, üç yıla yakın. Baskılar, cezalandırmalar, ve ona uzun zamandır izin vermiyorlarmış. Sadık, aslında, sıkıntısını, çilesini, üzüntüsünü ve acısını bir başkasına kesinlikle anlatmaz, şikayet etmezdi, zayıf görünecek korkusuyla. Böylesi zayıf insanlara özgüdür, o ise güçlü ve dayanıklıdır, bütün sıkıntıların ve üzüntülerin üstesinden gelir. Askerde çok çile çektiğini bilirim, ama bunları bana hikâye etmekten hep kaçınmıştır. Anamın karşısında ise her zaman sivri tuttuğu rekabet duyguları yumuşamıştır, öyle bir gevşeklik anında dili çözülür ve çektiği sıkıntıları anlatır. Ve ona nefes aldırmıyor ve uzun zamandır izin vermiyorlarmış. Bari sağlık izni alayım diye düşünmüş ve bu amaçla... bacağını kırmaya karar vermiş (!). “Bir gün kocaman bir kaya aldım, kaldırıp olanca gücümle sol bacağıma indirdim. Ama kırılmadı, vurduğum yerde büyük bir çürük meydana geldi, ama ayağım kırılmadı.” Anacığımın tepkisi: “Sadık, dedim, sen aklını oynatmışsın!”
Sadık’ın karakter yapısına ayna tuttuğu için onun kendi ağzından dinlediğim bir askerlik öyküsünü anlatacağım şimdi.
arkası gelecek
Azınlıkça Dergisi
Sayı: 25
Yazı Dizisi
İbram Onsunoğlu
Azınlıkça Dergisi
Sayı: 25
Yazı Dizisi
İbram Onsunoğlu
0 yorum:
Yorum Gönder