RODOPLU’NUN SÖYLEŞİSİ - E


Azınlıkça Dergisi
Sayı:24
Kasım 2006

İbram Onsunoğlu


RODOPLU’NUN SÖYLEŞİSİ ve yarım gerçekleri
-ve yalnız onlar değil



Refika Nazım’ın anısına

6.11.2006 tarihinde öğretmen ve gazeteci Refika Nazım’ı kaybettik. Burada anlattığımız kara dönemde, hatta çok daha öncesinden itibaren, en çok çile çektirilenlerden biri olmuştur o. Ölümünden sonra, şimdi, bunca yıllık yoldaşlığımızın şerefine, bu diziyi onun anısına ithaf ediyoruz.


-E-

Müftüoğlu’nun erken tepkisi
Şimdi yukarıda Müftüoğlu’nun “erken tepkisi” diye adlandırdığım olayı anlatacağım. Ama önce çok daha eskilerden başlamak istiyorum, Selanik’teki öğrencilik yıllarımızdan. İlintisi var da onun için.
Çiçeği burnunda dört genç Selanik Üniversitesinde tahsile başladığımız 1967-68 ders yılında (Hasan Kaşıkçıoğlu, Sadık Ahmet ve ben, Celalbayarlıydık, ve Mehmet Süleyman Bilge, o Edirne Lisesi çıkışlıydı) orada Celal Bayar Lisesinden tanıdığımız ağabeylerimizle karşılaştık. Mehmet Müftüoğlu ve Hasan İmamoğlu Hukuk 4. sınıftaydılar, Sabahattin Emin 3’te, Orhan Hacıibram 2’de. Hikmet Cemiloğlu Tıb 5’te, Mehmet Bağdatlı, o Gümülcine Yunan Erkek Lisesi çıkışlı, 4’te, ve daha sonra gelen Nihat Tevfikoğlu, İstanbul Dişçilikten mezun, fark dersleri için yeniden öğrenci olmak zorunda kalmıştı. Ve kendileriyle ilk kez tanıştığım Adem Bekiroğlu ile Hüseyin Aga, Hukuk öğrencisiydiler. Bu ikisi medrese çıkışlı, daha sonra orta eğitimlerini tamamlamak için Mısır’a gitmişler, ardından orada üniversiteye girmişler ve aktarma yapıp Selanik’e gelmişlerdi.
1950’li yıların sonları ile 1960’lı yılların başlarında başta Mısır olmak üzere daha birkaç Arap ülkesine Azınlıktan medrese mezunu öğrencilerin tahsile gönderilmeye başladığı görülür. Bu, Yunan Yönetiminin yönlendirmesi ve desteğiyle (bursuyla) olmuştur, Azınlıkta İslamcılığı güçlendirmek ve Türkçülüğü baltalamak (αποτουρκοποίηση) amacıyla. Yani bugüne dek devam eden aynı saplantı. Örneğin bugün Medrese-i Hayriye, 300 kadar öğrencisiyle, hâlâ aynı amaçta kullanılmaya çalışılmakta ve yarıözerk azınlık eğitimi öğelerinden tamamen arındırılmış bir şekilde salt devlet denetimi altında bir çeşit imam-hatip lisesine dönüştürülmüş bulunmakta, askerî disiplinli SÖPA’ya bir tek medrese mezunları kabul edilmekte vs.
Kemalistlik ve laiklik ile İslamcılık sürtüşmesi çerçevesinde Celalbayarlılar ile Medreseliler arasında kavgaya pek dönüşmemiş bir kutuplaşma vardı öteden beri. 1967’de Selanik’e tahsile gittiğimizde iki medreseliden Adem Bekiroğlu’nu Celalbayarlılar-Kemalistler takımına katılmış, Hüseyin Aga’yı ise dışlanmış olarak bulduk. Hüseyin, İskeçe Müftüsünün oğluydu ve Mehmet Emin Aga Hafız’ın küçük kardeşiydi. O İskeçe Müftülüğü ve o Mehmet Emin ki, o dönemde Kemalizm aleytarlığından öte Yönetimin azınlık politikası ve “apoturkopiisi” çabalarıyla özdeşleşmiş simgelerdi. Mehmet Emin, ayrıca, Türkiye kaçaklarından Şahin Medresesinde hocalık yapan Hafız Reşat’ın talebelerinden idi, o büyük mürtecinin, ve hocasıyla kurdukları dernek, bir ara Yunan gizli servisinin güdümünde ver yansın Kemalizm ve Türklük aleyhtarlığı yapmıştı. (Bu yakınlarda Hafız Reşat’ın çıkardığı gazetenin külliyatı elime geçti, şöyle bir göz gezdirdim. Hafız Reşat orada azınlık seçmenini sağcı ERE partisinin Hıristiyan adaylarına oy vermeye teşvik ediyordu açıkça, kendisi gibi İslamcı ve antikemalist azınlık adayları dururken. Diyelim ki onlarla anlaşamıyordun, bari sus!) Batı Trakya’ya yerleşmiş bir başka Türkiye kaçağı olan Kütahyalı Hüsnü Yusuf ise, o da azılı Atatürk düşmanı, öyle oyuncak olmaya yanaşmamıştır, bana Hafız Yaşar’ın anlattıklarına göre. Neyse, Selanik’te Hüseyin Aga, aile geleneğine uygun tavır sergileyerek bizden öncekilerle laiklik, Kemalizm ve Türkçülük konularında çatışmış, bunun üzerine onlar da Hüseyin’i dışlamışlar. Bize de ondan uzak durmamızı tavsiye ettiler. Yenilerin bu tavsiyeye pek uyduğumuzu sanmıyorum. Hiç olmazsa ben, itiraf etmeliyim ki, Hüseyin Aga’nın ağzından ona atfedilen suçlamalarla ilgili herhangi bir söz işitmedim. Ona en çok kızanlar İmamoğlu ile Müftüoğlu idi, iki evdeş. Özellikle Müftüoğlu, daha duygusal ve katı olanı o. Daha sonra Selanik’e yine Mısır’da tahsil görmüş medrese çıkışlı İsmail Rodoplu geldiğinde, Müftüoğlu ona da mesafe koydu ve soğuk davrandı. Rodoplu’yu sıcak karşıladığım için bir gün bana çıkışmıştı: “Ona nasıl güvenebiliyorsun? Tanıyor muyuz onu, ne olduğunu biliyor muyuz?...” Aşırı kuşkuculuk, azınlık paranoyası. Rodoplu’nun 1985’lerde göstermeye başladığı korkunç Müftüoğlu aleyhtarlığıyla o ilk soğukluğun bir ilgisi var mıdır, bilemiyorum.
Cuntanın düşüşünden sonra ilan edilen 1974 seçimleri öncesi Andreas Papandreu Gümülcine’deki seçim konuşmasının ardından İskeçe’ye giderken ona refakat eden kafilede ben de vardım. İskeçe’deki konuşma sona erdikten sonra, bazı tanıdık ve dostlar Hikmet Cemiloğlu’nun muayenehanesinde toplandık, Enver Kasapoğlu, Hüseyin Aga, Orhan Hacıibram ve daha başkaları. Seçimleri, azınlık sorunlarını tartışıyoruz. Bir ara Hüseyin öyle bir şöven patlama yaptı ki, ondan hiç beklemediğim, kulaklarıma inanamadım.
Ne olmuştu? Hüseyin üç yıl önce Selanik’ten İskeçe’ye dönmüş ve şimdi Azınlıkta Hanya’yı Konya’yı anlamaya başlamıştı. Kıbrıs çıkarmasıyla başlayan Azınlık aleyhindeki terörden o da payını almıştı. Ayrıca, sonradan öğrendiğime göre, İskeçe Müftülüğü ve Mehmet Emin Aga –Hafız ile Koca Kapı arasında onlarca yıl sonra sağlanan barışma o günlerde olmuş.
Barışmada arabuluculuğu Hasan Hatipoğlu yapmıştır. Hatipoğlu, Aga Hafız’ı “millî cepheye” kendisinin kazandırdığını söyler, o yüzden onu kendi “eseri” gibi görür ve üstüne toz kondurmaz. Aga’yı toplantılarda olsun Akın’da olsun hep koruyup savunmuş ve hep öne çıkarmıştır. Hatipoğlu’nun 1974’ten sonra karşısında tavrını değiştirmeden her hareketini desteklediği ve “satmadığı” belki de tek kişidir Aga. Ama Aga’ya karşı eskiden “millî cephe” saflarından kavga vermiş kişilerden birçoğu da tavır değiştirmeyi ve onu kucaklamayı kabul etmemiştir. Örneğin Aga’yı çok iyi tanıyan köydeşi Celal Zeybek, onun değişimindeki içtenliğe asla inanmamıştır, icraatında bit yenikleri bulur, bu konuda bana hep yeni kanıtlar gösterirdi. Hafız Aga’yla barışmayanlar arasında biri de Mehmet Müftüoğlu idi. Daha Selanik’teki öğrencilik yıllarından Hüseyin Aga’ya karşı duyduğu husumeti de devam ettiriyordu.
Bu girişten sonra gelelim konumuza. Sonradan “Yüksek Kurul” diye adlandırılan Gümülcine Müftülüğündeki toplantıların ilki, 1980 yılı sonbaharında, 2345/1920 yasasının ilgili hükümlerini yürürlükten kaldıran 1091 sayı ve 1980 tarihli “Batı Trakya Müslüman Azınlığına Ait Vakıfların Yönetim ve Kullanımına İlişkin” yeni yasayı görüşmek ve kınamak üzere gerçekleştirildi. Azınlığa uygulanan baskı ve ayrımlar ve hak kısıtlamaları, hep anayasaya ve yasalara aykırı olarak yürütülemezdi, şimdi 1091/1980 yasasıyla hiç olmazsa vakıflar konusundaki boğucu kısıtlamalarla ilgili “yasal” bir taban yaratılıyordu. Bir başka yasal taban da Vatandaşlık Yasasının 19. maddesiydi. Ayrım yapmakta kullanılan bir başka yasa daha vardı, sınır bölgelerinde taşınmaz mal edinme konusunu düzenleyen yasa. Öbür tüm antiazınlıkçı işlemler, 105’lerin eliyle gizli genelge ve gizli direktiflerle yürütülüyordu. Gerçi “yasal ayrımlarda” bile ilgili yasalara pek uyulmadan ve onlar aşılarak hareket ediliyordu, kısacası tam bir keyfîlik. Azınlığı ezin ve yok edin de, her ne yolla olursa olsun.
Biz 5 yıldan beri 2345/1920’ye uygun vakıf-cemaat seçimlerinin ilanını beklerken, uygulanacak durumda olmayan yeni bir yasayla karşı karşıya kalıyorduk. Yeni yasa 1,5 yıldan beri biliniyordu ve 10 ay kadar önce Meclisten geçip yürürlüğe girmişti, ama Azınlık şimdi uyanıyordu. Bu ilk toplantıda ben yoktum, mecburî taşra hizmetinden daha memlekete dönmemiştim. Yüksek Kurul toplantısında yeni yasanın asla kabul edilemeyeceği vurgulanır, gerekçeleri sıralanır vs. Ancak yasanın 20. maddesinde şöyle bir ayrıntı vardır, toplantının yapılmasına da zaten bu ayrıntı neden olmuştur. Aşağı yukarı şöyle: “Yasanın yürürlüğe girmesinden itibaren bir yıl içinde kentlerdeki vakıf idare heyetleri ve köylerdeki mütevelliler mevcut vakıfların tapuları, vakfiyeleri ve daha başka evrakıyla birlikte taşınmaz ve taşınır mallarının bir listesini Maliyeye sunmakla mükelleftirler. Bu süre işlemsiz geçerse, uygun şekilde bildirimi yapılmayan vakıflar vakıf niteliğini yitirir (yani devlet malı olur).” Sürenin dolmasına 3 ay kalmıştır. Toplantıda “yasayı asla tanımıyoruz, ama bu yaptırım yüzünden başımıza bir bela gelmesin diye listeler hazırlanıp sunulsun” şeklinde bir karar alınır, o dönem mevcut 7 azınlık avukatının da önerisiyle, bunlara Mehmet Müftüoğlu ve Hüseyin Aga da dahildir. Kâtip Nazmi’ye listeleri hazırlasın diye talimat verilir.
Toplantıda daha başka şeyler de olur, büyük kavgalar. Dönemin iki azınlık milletvekili Hasan İmamoğlu ile Celal Zeybek’e niye siz Mecliste buna karşı çıkmadınız diye yüklenilir. Onlar da Meclis başkanının kendilerini aldattığını, hazır bulunmadıkları bir oturumda bu yasayı apar topar ve kendilerine haber vermeden onaylattığını söylerler, ama boşuna. İki milletvekili ihanetle suçlanır, yasa görüşülürken Yönetimle anlaşmalı olarak Mecliste bulanmamışlardır, buna göre bir kere daha Yüksek Kurul toplantılarına çağrılmıyarak cezalandırılacaklardır vs. Burada bir hususa ayrıca işaret edeyim. Hasan İmamoğlu’na yüklenen ve onu ihanetle suçlayan özellikle Hatipoğlu’dur, Gümülcine’deki siyasî rakibi. Celal Zeybek’e de aynı suçlamalarla yüklenen Mehmet Emin Aga ve Ahmet Faikoğlu’dur, İskeçe’deki siyasî rakipleri. Zeybek ise yeni “iman tazelemiş” bu ikisinin kendisine azınlıkçılık ve Türkçülük dersi veremeyeceklerini haykırmaktadır... Bütün bunları burada anlatmaya gerek yok. Yalnızca, mücadelenin başladığı daha ilk gününde sonradan “icazetli” oldukları ortaya çıkan kişilerin işleri nasıl çığırından çıkardıklarını, rakip gördükleri kimselere nasıl çamur atmaya yeltendiklerini, nasıl demagoji ve popülizm yaptıklarını vurgulamakla yetineyim. Aynı taktik yıllar boyu aynen devam etti ve Kara Liste uygulamasıyla doruğa çıktı.
Bizim iki milletvekili, kendi ifadeleriyle, Meclis başkanlığınca aldatılmış ve o yüzden Vakıflar Yasasına karşı tepki verememişlerdir, ama tepki veren Kostas Kapos çıkmıştır, KKE milletvekili. Kapos, bir tek o, Meclisteki konuşmasıyla yasanın altından girip üstünden çıkmış, hukuka aykırılığını kanıtlamış, yasanın düzenlemek için değil de bozmak için çıkarıldığını haykırmıştır. Bir maddesinde, bugün hâlâ yürürlükte olan bu yasanın Meclise sorulmadan kararnamelerle değiştirebileceği öngörülür, olacak şey değil!
İlkinden kısa bir süre sonra ikinci Yüksek Kurul toplantısı yapıldı, ben bu ikincisinde hazır bulundum, bu arada öncekinde olup bitenleri de öğrenmiştim. Konu yine yeni Vakıflar Yasası. Hasan Hatipoğlu şov yapmaktadır. İlk toplantıda 20. madde gereğince vakıf listelerini Maliyeye sunmak konusunda alınan kararın yasayı tanımak anlamına geldiğini, zira bir maddesini tanımak tüm yasayı tanımak demektir, ve böyle bir hataya düşülmemesi, o halde mücadelenin kararlı ve tutarlı olması için ilk toplantıda alınan kararın iptal edilmesi gerektiğini söyledi. Yani listeler sunulmamalıdır, ne gereği vardı, Yönetim vakıf mallarının listesini mi bilmiyordu da şimdi yenisini istiyordu? Bu listeler zaten her yıl Maliyeye sunulmaktaydı. O halde? Burada yasayı tanıtmayı amaçlayan bir tuzak var, ondan sonra bize siz madem 20. maddenin gerektirdiğini yaptınız ve onu tanıdınız, o halde yasanın tamamını tanımış sayılırsınız diyeceklerdir. Dikkatli olalım arkadaşalar, bu tuzağa düşmeyelim, listeleri sunmayalım... Hatipoğlu kendinden gayet emin, ferman kesiyordu ve saçmalıyordu. Mehmet Emin Aga’dan ve orada bulunan tüm İskeçe tayfasından ve daha başkalarından alkışlar. “Listeleri sunmayalım, sunmayalım! Yasanın tümünü tanımıyoruz!...” Anlaşmalı gelindiği besbelli. Anarşistlik sınırlarını zorlayan bir mücadele ruhu sergileniyor (!!), tam benim hayal ettiğim gibi. Neredeyse zevkten dört köşe olacağım, ama bütün bu sahnede hoşuma gitmeyen bir şeyler var. Birkaç gün sonra bunun kanıtlarını bulacaktım, ancak toplantı sırasında kafam oldukça karışmıştı, olup bitenleri açıklamakta zorluk çekiyordum. Azınlıkta ne mücahitler varmış ta bilmiyormuşuz. Ben o kargaşada “listeleri sunmayalım” diye en çok bağıranların arasında Hüseyin Aga’nın olmasına önem vermedim. Buna Müftüoğlu dikkat etmiş ve canı sıkılmış, onun iki hafta önceki tavrını değiştirerek ve bunun nedenini açıklamadan şimdi uzlaşmasız mücadeleci görünüşüne ve çalım satışına. Daha sonra bunun nedenini de keşfedince, aşağıda anlatacağım gibi, asıl o zaman iyice öfkelenmişti. İki hafta önce azınlık avukatlarının toplantısında oy birliğiyle alınan ve Yüksek Kurulda açıklanan karar, listelerin sunulması yönündeydi, şimdi tersini savunuyordu Hüseyin. Gümülcine Müftülüğünün küçük salonundan dışarı taşan katılımcıların büyük bir bölümü bu yeni öneri karşısında bir süre şaşkın kaldı. En başta avukatlar, tabiî Hüseyin Aga hariç. Belki Sabahattin Emin –Salepçi de hariç, zira o da “sırra vâkıf” olanlardan, ama o, Hüseyin gibi bunu gürültülü bir biçimde göstermiyordu. Avukatlar ve daha başka konuşmacılar, listelerin sunulmaması halinde işletilmesi öngörülen yaptırımların görmemezlikten gelinemeyeceğini, burada büyük bir sorumluluk olduğunu, yasanın elbette kabul edilecek bir yanı olmadığını ve bu amaçla listelere, gerekirse, Azınlığın bu yasayı kabul etmediğinin ve 2345’teki hükümlerin geri getirilmesini istediğinin de not edilebileceğini... söylediler. Ama listeler sunulmalıydı. Bütün bunlara Hasan Hatipoğlu’nun yanıtı: “Yasalardan en çok korkan birileri varsa onlar da avukatlardır arkadaşlar!” Ama siz korkmayın!... Listelerin sunulmaması daha kahramanca bir direniş örneği olarak sergilendikçe, hava yavaş yavaş bu öneri lehine dönüşüyordu. Popülizmin ve sorumsuzluğun zaferi.
(İlk toplantıya katılmadığım için bu ikincisinde ben pek söz almadım, konuşulanları dinlemekle yetiniyordum. Ama yapılan demagojiden rahatsız olmaya başlamıştım. Bir kez söz aldım, “teslimiyetçi” görünmek pahasına şöyle konuştum: “İçinizde en “anarşisti” benim, öyle sanıyordum. Yasayı tanımayız, yaptırımları takmayız derken benim “anarşistliğim” sizinkinden geri kaldı doğrusu. Sizi tebrik edeceğim, ama buradaki bana tedbirsizlik ve sorumsuzluk gibi geliyor. Yasa ortada, listelerin sunulmaması halinde uygulanacak yaptırımlar ortada. Yasanın kabul edilecek yanı yok, kötü niyetle hazırlanmış, herkes aynı görüşte, onu reddediyoruz, fakat öngördüğü yaptırımları takmayız demek te ne oluyor. Vakıflar vakıf niteliğini yitirecek diye bir tehdit var. Yani vakıflara devlet el koyacağım diyor. Biz bu tehditi göz önüne almayacak mıyız? Hangi güvenceyle? (Ve dikkat edin, kimse Türkiye misilleme yapabilir veya misilleme yapsın demiyor veya diyemiyor. Bunun bir nedeni var tabiî, çünkü bu zaten söylenmiş ve “güvence” verilmiş. “Sır” dediğim bu. Ve “sırra vâkıf” olanlar yalnızca belirli kişiler, sorun oradan kaynaklanıyor.) Yönetim vakıflara el koymaya karar vermişse, listeleri sunmamakla biz ona bu fırsatı sağlamış olacağız. Yeni Cami’yi kilise yapmayacaktır belki, ama vakıf dükkânlarına el koyabilir, vakıf tarlalarına el koyabilir...”
Bugünkü koşullarda (Avrupa Birliği vs) böyle bir tehditin gerçekleştirilemeyeceği iddia edilebilir, ama o gün durumlar hiç te öyle değildi. Yine de devlet 20. maddeye uyulmadı diye öngörülen yaptırımı işletmedi ve vakıf mallarına el koymadı, besbelli misilleme korkusundan. Zaten Yunan Yönetimi, 1091/1980 yasasının İstanbul’daki Rum vakıflarına yapılanlara bir karşılık ve misilleme olarak çıkarıldığını fısıldıyordu. Ama misilleme mantığını izleyerek Türkiye’de nelerin olup nelerin olmadığını kim bilebilir ve denetliyebilirdi ki. Sonunda korktuğumuz şey başımıza gelmedi, vakıflara el konulmadı, ancak 10 yıl boyunca evkaf idaresinin yetkileri kaldırıldı ve vakıflar yağma Hasan’ın böreğine dönüştü, daha önce anlatmıştım.)
Tartışmalar sona erip oylamaya başvurulunca, büyük çoğunluk “listeler sunulmasın” diye oy kullandı. Birkaç katılımcı çekimser kaldı, anımsıyorum, Devecioğlu, ben ve daha birkaç kişi. Evkaf idare başkanı Hafız Yaşar ve onun yakın arkadaşlarından birkaç kişi, Molla Ahmetler’in Sabri, Hafız Cemali, “listeler sunulsun” diye oy kullandılar. Hafız Yaşar’ın son sözleri şöyleydi: “Buradaki toplantı her çeşit kararı alabilir. Fakat bu toplantıya katılanlar ve karar alanlar ne yazık ki hepiniz sorumsuz kişilersiniz. Evkaf idare reisi olarak sorumlu olan benim. Kanuna karşı da sorumlu olan, Azınlığa karşı da sorumlu olan benim. Listelerin sunulmaması halinde bunun müeyyideleri var, sonra bunlar hakkında hesap vermeye çağrılacak olan bir kişi varsa o da benim. Evkaf başkanı olarak şahsî sorumluluğumu buradaki karar ortadan kaldıramaz. Ama benim amirim Müftü efendidir, buradaki toplantı değil. Dolayısıyla bu karara uymam için Müftü efendinin bana emir vermesini ve bu sorumluluğu herkesin huzurunda şahsen onun da üstlenmesini bekliyorum.” Toplantıyı yöneten Gümülcine Müftüsü Mustafa Hüseyin bu sözler üzerine sıkıştı, duraksadı, sonunda Hafız Yaşar’a hitaben “Emir veriyorum, listeler sunulmasın.” dedi.
Daha sonra yasaya karşı Azınlığın tepkisini dile getiren Atina’ya gönderilecek ilgili muhtırayı hazırlamayı Sabahattin Emin ile ikimiz üstlendik.
Ne olmuştu da ilk toplantıda alınan bir kararı değiştirmek için ikinci bir toplantı yapmaya gerek duyulmuştu? Ne olacak, Koca Kapı’nın talimatı. “Yunanistan yaptırımla mı tehdit ediyor? Bırak yapsın, yapabilirse. Yapacağı varsa göreceği de var.” Toplantıdan bir hafta sonra bunu benim de kulağıma fısıldadılar, daha doğrusu “teslimiyetçi” konuştuğum için kulağımı çektiler, ayağım suya erdi. Yüksek Kurul toplantısından önce bazı “seçkinlerin” dışında bu “sırra vâkıf” olmayışım (böylece “millî cephe” dışında kalıp talimata aykırı davranışım ve belki de teşhir oluşum) bana hiç dokunmadı, zira memlekete yeni dönmüştüm ve böyle taleplerim daha oluşmamamıştı. Öte yandan Azınlığın önüne ikide bir temcit pilâvı gibi sürülen ve baş belası olan bu mütekabiliyet-misilleme konusunda bir süredir kafa patlatıyor, o zamana kadar Lozan’dan geldiğine inandığımız ve tartışılmaz bir değer ve ilke olarak kabul ettiğimiz mütekabiliyetin artık nasıl keyfî bir uygulama olduğunu ve ancak bir devlet mantığına sığabileceğini görüyordum. Ve biz devlet değildik, mütekabiliyet kurbanı bir azınlıktık, Yunanistan’ın mütekabiliyet diye uyguladığı misilleme de hukuka ve insan haklarına aykırıydı. Dolayısıyla biz de mütekabiliyete-misillemeye atıfta bulunmamalıydık, onun yardımına sığınmamalıydık. Türk Azınlığı kendi hukukunu savunurken Türkiye’nin yapacağı misillemenin arkasına gizlenemezdi, misillemeyi kalkan olarak kullanmamalıydı. Böyle bir teorikleştirme içine girmiştim. (Sonra, hatırlıyorum, Halil Haki’nin bir davasında ona şahitlik ediyorum, mütekabiliyet konusu açıldı. Lozan’daki mütekabiliyetin Azınlık aleyhinde nasıl olumsuz işletildiğinden ve denetimsiz bir misillemeye dönüştüğünden dem vurdum, itirazlarımı dile getirdim. Mahkeme reisiyle uzunca bir tartışmaya girmiştik. Yıllar sonra, ilk kez, uluslararası hukuk uzmanı Kostas Çiçelikis, Azınlıkça’da yazar arkadaşımız, haklar konusunda olumsuz mütekabiliyetin hukuka aykırı olduğunu ve Lozan’da gerçekte mütekabiliyetin bulunmadığını kanıtlıyordu. Son olarak, bu yakınlarda, Avrupa Batı Trakya Türk Dernekleri Federasyonu başkanı Halit Habipoğlu, mütekabiliyeti eleştiriyor ve onu insan haklarına aykırı bir uygulama olarak ilan ediyordu.) Dolayısıyla, “sırra vâkıf” ta olsaydım, toplantıda değişik bir tavır takınmayacaktım. Ben böyle düşünüyordum, ama Koca Kapı’ya sadakatı tam olan Şapçılı’ya “sırdan” dışlanışı çok koymuş. Üstelik o bilgilendirilmezken gıcık kaptığı Hüseyin Aga bilgilendirilmiş ve toplantıda onun üstüne çıkarak kahramanlık satmıştı, o ise teslimiyetçi olarak yorumlanabilecek bir tavır sergilemişti. Şapçılı, malum duygusallığıyla Koca Kapı’ya ateş püskürüyordu, Başkonsolos Şükrü Tufan’a, şimdi işte bu olayı anlatacağım.
O dönemde Selanik mezunları sırayla aile topantıları düzenliyorduk, Selanikli olmayan bazı arkadaşlar da katılıyordu, örneğin rahmetli Firuz Boyacı ve hanımı. Yüksek Tahsilliler Derneğini kurmak görüşü Selanik’teki öğrencilik yıllarında ortaya atılmıştı, bu toplantılarda tartışılıp karara bağlanmıştır. 1980’in Kasım veya Aralık ayı olacak, Gümülcine Müftülüğündeki son Yüksek Kuruldan az sonra, aile toplantısı için ev sahipliği etme sırası Sadık Ahmet’e gelmişti. Sadıklarda toplandık, çoluk çocuk ta dahil, neredeyse hepimiz oradayız. Söz, yeni vakıflar yasasına ve listeler sunulsun-sunulmasın konusuna geldi ve Müftüoğlu, Hüseyin Aga’ya dozunu gittikçe artırarak sataşmaya başladı. Önce sunulsun görüşünü savunurken on gün sonra araya ne girmişti de sunulmasın diye çırpınmıştı, nereden ilham almıştı da çok mücadeleci ve Türkçü kesilmişti gibi önce alaydan çekildi, ardından sesini yükseltip öfkeli konuşmaya ve eski defterleri karıştırmaya başladı, Hüseyin’e âdeta hakaret ediyordu. Herkes şaşırmış, kimse müdahale etmiyordu. Hüseyin de, beti benzi atmış, ses çıkarmadan dinliyordu. Tadsız bir durum. Ben Müftüoğlu’nun yanında oturuyordum, masanın altından “dozunu kaçırıyorsun” mahiyetinde ayağımla onu dürtmeye başladım, gem almıyordu, daha sonra tekme vurmaya başladım, nihayet sustu. Ama bu kez Koca Kapı’ya saldırmaya başladı: “Hatipoğlu’nun haberi var, Mehmet Emin Aga’nın, Hüseyin Aga’nın haberi var, daha bazı kişilerin haberi var, onların kulakları çekilmiş, ama bizim haberimiz yok. Biz Müftülükteki toplantıya bir şey bilmeden gidiyoruz. Hukukçular olarak daha önce hep birlikte aldığımız kararı savunuyoruz ve farkında olmadan rezil oluyoruz. Bazıları Konsolosluktan garanti almışlar, ondan sonra toplantıda bol keseden atıp tutuyorlar, mücadeleci kesiliyorlar, biz ise enayi gibi onlarla çatışıyoruz ve Hafız Yaşarlarla bir oluyoruz. Konsolosun güvendiği adamlar bunlar demek. Hayrını görsün!”...
Sadıklardan Salepçi ile birlikte ayrıldım. Ağzımda buruk bir tad. Müftüoğlu’nun hassasiyetini anlamaya çalışıyordum, ama tepkisini aşırı buluyordum. Konsolosa bu kadar sert bir dille çatmaya ne gerek vardı? “Aga be” dedim, “Şapçılı niye böyle yapıyor?” Sabahattin Emin’in ne yanıt verdiğini anımsamıyorum, zira bir şeyler geveledi, pek anlayamadım, Müftüoğlu’na sanki hak veriyordu. Salepçi de “sırra vâkıf” olanlar arasındaydı.
Müftüoğlu’nun Koca Kapı’yla “çatışması” böyle başladı. O, korkunç duygusal, kendi anlayışı içinde Koca Kapı’ya saygıda kusur etmediğine inanıyordu, ancak bu anlayışın dışına çıkıldığında tepki vermekten, hem de aşırı bir şekilde, çekinmiyordu. Aradaki soğukluk sonraki yıllar da giderilemedi, milletvekili olduğunda bile, yeni çatışmalar yaşandı. Bunlar aslında herkesin başına gelen şeyler. Şu farkla ki, onun gündemde olduğu dönemde Azınlık Derin Devletin güdümüne sokulmuştu, karanlık yıllar, Müftüoğlu eşi görülmedik saldırı ve hakaretlere uğradı. Onun için en ağırı, bir 10 Kasım günü Atatürk’ün ölüm yıldönümünde Konsoloslukta yapılan törenden herkesin gözleri önünde kolundan tutulup kapıdışarı edilişi oldu. Hakaretlerin en büyüğü. Sonunda zaten zayıf olan kalbi dayanamadı.
***
Hafız Yaşar’ı kara listeden silmek için seçimlerde ondan “ben de bağımsız listeyi destekliyorum” demecinden daha çok şey istiyorlardı: Evkaf başkanlığından istifa etmesini, ayrıca Müftü Naipliğinden istifa etmesi için Hafız Cemali Meço’yu da ikna etmesini. Hafiz Yaşar bu şartları da kabul etti. Kendi ağzından dinlemiştim. Gerçi olayı bana kara listeden silinmeyle ilişkili kılarak anlatmadı, besbelli gururu yüzünden, ama pazarlık konusu olan ödün başka ne olabilirdi ki. Nitekim birlikte istifa edecek olan Hafız Cemali, nasıl kara listeden silinip nasıl aklanacağı sürecini kendisi bir talep-şart olarak iletti. Diyanet İşleri Başkanı onu Ankara’ya davet etmeliydi, istifasını bu davetten önce veya davet sırasında sunacaktı. Sonradan düşünüyorum da, bu süreç aslında 1913 Atina Antlaşmasına da uygun düşüyordu ve geçerliliğini ilan etmek için bir fırsattı. Bu talep reddedildi. Neden? Çünkü amaç, bağdan üzüm yemek değil, bağcıyı dövmekti. Hafız Yaşar ise evkaf başkanlığından istifa etti, ama kara listeden silinmedi. Neden? Besbelli Hafız Cemali’yi istifa etmeye ikna edemediği için. Tabancasını çekip Hafız Cemali’nin şakağına dayamasını mı bekliyorlardı?... Karıştırdıkça, nasıl karanlık, faşizan bir dönem yaşadığımız daha iyi anlaşılıyor. Ve o dönemde rol üstlenen karanlık şahsiyetler. Ama bütün bu akıl almaz uygulamaların bir izahı, bir gerekçesi olmalı. İlgili ifşaatı bu dizinin sonuna bırakıyorum.
Hafız Yaşar ile Hafız Cemali istifa konusunu görüşmek üzere birkaç kez bir araya gelirler. “Ona dedim ki, Ana Vatan madem istifalar üzerinde bu kadar diretiyor, o zaman bu işin sorumluluğu artık bizi aşıyor demek. Sorumluluğu Ana Vatan üstleniyorsa, bize istifa etmekten geri kalanı yalan. İkna oldu, bana istifa edeceğine dair söz verdi. Sonra araya ne girdi bilmiyorum, ne düşündü ne taşındı, kimlere danıştı, istifa etmekten vazgeçtiğini söyledi.”
Hafız Yaşar’ın istifa edeceği duyulunca, Sadık Ahmet onu evinde birkaç kez ziyarete gitti, bu işi kendisinin kotardığını göstermek istiyordu. Oysa bu iletişim için Takım üyelerinden en uygunu Rodoplu idi. Zira Hafız Yaşar, her şeye rağmen, birkaç yıl yanında çalıştırdığı ve bir zamanlar kendisine Sebat gazetesini teslim ettiği Rodoplu’ya sempati beslemeye devam ediyor, Sadık’tan ise karakter olarak hiç hoşlanmıyordu. Ama öne çıkarılması hedeflenen kişi Sadık olduğu için, bu işin “şerefi” de onun hanesine yazılmalıydı.

“Müftü şakır şakır eşiyor”
Ben Sadık’ı Celal Bayar’dan ortaokul 1’den beri tanıyordum, çocukluk arkadaşım, aynı sırada oturmuş, aynı odada kalmıştık, ciğerinin içini biliyordum Yaşlı Hafız Yaşar onu ne zaman ve nereden bu kadar iyi öğrenmişti ki, hangi olaylardan, karakteri hakkında öyle başarılı saptamalar yapabiliyordu, hayret. Anlatmıştım, 1988’lerde Bursa’da bir “görevli” tarafından kendisine sorulduğu zaman, onu “frenleri patlamış bir arabaya” benzetmişti, kime çarpacağı, nerede duracağı belli olmayan, ve “bu toplumu onun arkasına takmayın” demişti. Bu benzetmesine gülmekten katılmıştım.
Hafız Yaşar’ın Sadık hakkında hükme vardığı olaylardan biri, eski Gümülcine Müftüsü Mustafa Hüseyinoğlu’nun yaşadığı ve Sadık’ın doktor olarak karıştığı prostat macerası idi. Bu macerayı o da biliyordu. Aklıma geldi, anlatayım.
Yıllar 1982 olmalı, bir gün meslektaş Necati Sütçüoğlu geldi. “İbram” dedi, “şu Sadık’a laf anlatamıyorum, beni dinlemiyor. Bir de sen söylesen, senin sözünü daha çok dinler.”

arkası gelecek

0 yorum: