“Vakıflar Yasası tasarısı son şeklini almış” Ama Azınlığın kabul edeceği şekli aldı mı?


Azınlıkça
Sayı:32

Eylül 2007
DENGE
İbram Onsunoğlu


“Vakıflar Yasası tasarısı son şeklini almış” Ama Azınlığın kabul edeceği şekli aldı mı?

“Azınlığın Yakın Geçmişine Bir Göz Atarken” başlıklı dizimizi izleyenler okumuşlardır ki, Azınlıkta ilk toplu mücadele 1981 yılında 1091/1980 sayı ve tarihli -o zamanki- yeni vakıflar yasasına karşı verilmeye başlamıştır. Yüksek Kurul bu münasebetle oluşturulmuş, sorun orada defalarca tartışmaya açılmış, avukatlardan bir komisyon rapor hazırlamış, ayrıca imzaya açılan bir muhtıra Bakanlara gönderilmiş, bir azınlık heyeti şikayetlerimizi dile getirmek üzere Atina’ya gitmişti. 26 yıl öncesine ait bu olayları yazmaya başlamışken, milletvekili İlhan Ahmet’in yerel Cumhuriyet gazetesinde 1091/1980 yasasını değiştiren yeni vakıflar yasası tasarısının son şeklini aldığına ve yakında Meclise sunulup yasalaşacağına dair demecini okuduk (9.8.07). Ve tedirgin olduk.
Gerçi bir süredir 1091/1980 yasasının değiştirilip yerine bir yenisinin hazırlandığı haberleri zaman zaman kulağımıza kadar geliyordu, ayrıca milletvekilinin kendisinin bu konuda bir taslak hazırladığını da işitiyorduk. Ama Hükümetçe (Dışişleri Bakanlığınca) hazırlanan yeni yasa tasarısının son şeklini aldığı ve yakında Meclise getirileceği haberi bizi şaşırttı. Tasarı son şeklini almıştı, ama Azınlığın kabul edeceği bir şekil almış mıydı? İşin esası ve can alıcı noktası bu. Olayı bir müjde gibi haber veren İlhan Ahmet, yine de bu konuda açıkça bir şey demiyor ve bağımlanmıyordu. Bir iletişim oyunu, milletvekilimizin çok önemsediği ve sık sık sorunların kendisinden ve işin esasından daha çok önemsediği ve öne çıkardığı iletişim oyunu, ve onun başlıca zaafı. Yine de milletvekilinin demecinden dolaylı olarak anlaşılan, ona göre yeni vakıflar yasasının Azınlıkça kabul edilebilecek bir şekle girdiği. Bunu, yarın gelişmeler olumsuz bir yön alınca, ben böyle bir şey demedim diyecek kadar üstü kapalı söylüyor.
Bundan 26 yıl önce Azınlığı hop oturtup hop kaldıran vakıflarla ilgili yasa değişikliği, bu kez Azınlıktan hiç ses getirmeden mi gerçekleşiyordu? Tartışılmayacak mıydı, neyi getirdiği, neyi götürdüğü? Karşılaştırma yapılmış mıydı? Neler değişiyordu? Azınlığın beklentileri karşılanıyor muydu? Şehir vakıflarının eskiden olduğu gibi tek yönetimin elinden kullanımı öngörülüyor muydu? Azınlığın kendi kendine yönetimine saygılı davranılıyor muydu? Aradan geçen 26 yıl sonra ve bu arada AB çerçevesinde gelişen azınlık hakları kavramından hiç pay pay alıyor muydu bu tasarı? Benzeri daha onlarca soru, bunların yanıtları aranmış mıydı?
Ve en önemlisi, Azınlığın muhtemel itirazları ve iyileştirici önerileri saptanmış ve iletilmiş miydi ve hesaba katılmış mıydı? Milletvekilinin bu yönde çaba göstermiş olacağından kuşkumuz yok. Ama tek başına mı ve ne ölçüde başarılı olabilmiştir?
Öbür yandan bizim kulağımıza kadar gelen bir söylentiye göre, Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani, ağustos başlarında milletvekili İlhan Ahmet ile Gümülcine Müftüsü Hafız Cemali’yi Dışişlerine çağırıp, daha sekiz dokuz görevlinin yer aldığı bir toplantıda, onlarla yeni tasarıyı görüşmüş ve kendilerinden hemen oracıkta tasarı hakkında görüş bildirmelerini istemiş. Hafız Cemali, Dışişlerinin dokuz danışmanı hazır bulunurken kendisinin ise danışmansız ve tek başına olduğu bir toplantıda, incelemediği ve yorumlamakta güçlük çektiği bir hukukî metin üzerinde “burada ve şimdi” koşullarında görüş bildiremeyeceğini ve bağımlanamayacağını söylemiş.
Anlaşıldı, tasarı metni bir süredir milletvekilinin elindedir, besbelli başkalarının da eline geçmiştir, ama bir sırmış gibi gizli tutulmaktadır ki ondan bahseden yok ve hiçbir yerde yayımlanmadı. Milletvekili, metni basına sızdıramaz mıydı, herkes öğrensin, isteyenler eleştirsin? “Gizli diplomasi” kurallarını uygulamaya ne gerek var. Yine anlaşıldı ki, tasarıdan Koca Kapı’nın da haberi vardır, pek tabiî. Koca Kapı’nın haberinin olması ve hatta onayının olması, milletvekilinin Azınlığın kendisine karşı olan sorumluluğunu azaltamaz. Her zaman amaçlanan Azınlığın kendi sorunlarına sahip çıkması olmamalı mıdır? “İşimi avukata verdim” rehavet taktiğinden hâlâ vazgeçmeyecek miyiz? Azınlık insanının toplumsal konulara katılımının hep bir ağızdan istendiği tek olay, bu günlerde olduğu gibi, galiba yalnızca seçimlerde gidip oy kullanması ve milletvekili çıkarması. Hani bir yolu bulunsa, vekaleten oy kullanmak gibi filan, bu hakkı da elinden alacağız...

***

Aşağıdaki yazı, milletvekilinin demecinden sonra “Azınlığın Yakın Geçmişine Bir Göz Atarken” dizisine “Güncel Bir Yorum” başlığı altında girmişti, oradan bu sütuna aktardık.

1091/1980 sayı ve tarihli yasa, o güne dek yürürlükte olup ta 1974 siyasî değişikliğinden bu yana keyfî bir şekilde uygulamaya konulmayan ve öngördüğü vakıf seçimleri bir türlü ilan edilmeyen eski yasayı yürürlükten kaldırıyor ve hayata geçirilmesi mümkün olmayan kabul edilmez yeni düzenlemeler getiriyordu. Bunları burada anlatmayacağım.
Hükümet, Azınlığa danışıp görüşünü almak şöyle dursun, yeni yasayı sahibinden mal kaçıran hırsız gibi iki azınlık milletvekilinin yokluğunda apar topar geçirmişti Meclisten. Eski 2345/1920 yasasından şikayetler mi vardı veya sıkıntılar mı doğmuştu da bu yenisi çıkarılmıştı, yoksa vakıf sistemi çağdaşlaştırılmak mı isteniyordu? Tabiî ki hayır. Eski yasada elementer bir demokratlık ve kendi kendini yönetime bir saygı vardı ve bunlar “istenmeyen Azınlığa” şimdi çok görülüyordu. Kabul edilmez ve hayata geçirilmesi mümkün olmayan yeni düzenlemeler; Azınlık tarafından o ilk Yüksek Kurul toplantılarında daha o zaman ileri sürülen bu iddianın aradan 26 yıl geçmesine rağmen yasanın tüm olarak bir türlü uygulanmayışından ve öngördüğü seçimlerin bir türlü yapılmayışından daha büyük bir kanıtı olabilir mi? Ama yasanın yürülükte kaldığı bu 26 yıl içinde içerdiği tüm olumsuzluklar olabildiğince uygulamaya girdi, tayinli vakıf yönetimi binbir kılığa sokuldu ve uzun süre boş kaldı, vakıflar vakfedildikleri amaçlarda yeterince kullanılamadı ve büyük zararlara uğradı.
İşin en kötüsü, Azınlık toplumu içinde vakıf müessesesine olan güven sarsıldı, onunla birlikte dayanışma duygusu da azaldı. Uzun yıllardır vakıflara hiçbir bağış yapılmıyor. Vakıflar artık azınlık yaşamında neredeyse hiç rol oynamıyor, ha varmış ha yokmuş. Azınlıkta kimse vakıfların durumuyla ilgilenmiyor, büyük bir bölümü maliyeye olan borçlar yüzünden ipotek altına girmiş veya gerçekte resmen kaybedilmiş, kimsenin umurunda değil. Her şey devletin sıkı denetimi altında, tayinli göstermelik yönetim kurulları var, idareimaslahatçılıktan öte bir şey yapmayan, yapmak istese de yapamayan. Azınlığın gündeminde vakıflar konusunda bir tek seçimlerin ilan edilmesi talebi var, o da âdet yerine gelsin mahiyetinden.
Yeni Vakıflar Yasasını Mecliste KKE milletvekili Kostas Kapos eleştirmişti. Azınlık konusunu “millî dava” gören anlayışa bağımlı olmayan Kapos, yasanın altından girip üstünden çıkmış ve onun bozguncu hedeflerini ifşa ederek üç büyük partinin işitmek istemediği her şeyi söylemişti. (Kapos’un konuşmasının metni birilerinde olmalı, bende yok, veya Meclis tutanaklarından çıkarılmalı ve vakıflar konusunun yeniden gündeme geldiği bu dönemde gözden geçirilmeli.) Gümülcine Müftüsü Mustafa Hüseyinoğlu başkanlığında Atina’ya giden azınlık heyeti, kendisine teşekkür etmek için Kapos’u da ziyaret etti ve onunla bir de fotograf çıktı. Komik bir ayrıntı: Heyette Hasan Hatipoğlu da vardır, ama fotografta yok. Bir komünistle yanyana fotograf çıkmayı reddetmiş ve fotograf çekilirken gruptan uzaklaşmıştır. Neden mi? Yarın bakarsın siyasî rakipleri bu fotografı aleyhinde kullanabilir korkusuyla(!). Hatipoğlu o dönemde gazetesi Akın’da Azınlıkta var olmayan “komünist tehlikesine” karşı savaş vermekte, PASOK’u bile komünizmin öncüsü kabul etmekteydi. Neyse. Kapos daha sonra KKE’den ihraç edildi ve üç yıl önce öldü. Cenazesinde Türk Azınlığından da bir çelenk olabilirdi, ama yoktu, azınlık basınında ise ölüm haberi bile yer almadı.
Geçtiğimiz Şubat ayında Trakya’yı ziyaret eden Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani, Azınlıkla ilgili kimi olumlu önlemlerin alınacağını açıkladı. Bunlar arasında vakıf seçimlerinin yapılması, besbelli yürürlükten kaldırılacak olan 1091/1980 yasasının yerine hazırlanacak yeni bir yasaya göre, ve tutarı 24 milyon euroyu bulduğu söylenen vakıf borçlarının ve bu yüzden vakıf mallarına konulan ipoteğin kaldırılması vardı.
Nitekim bundan üç ay önce vakıf borçlarının bağışlandığı ve devlet gelirler listesinden silindiği ilan edildi. Yönetim bu olayı tabiî büyük bir lütuf gibi sundu, ama o kadar. İlginçtir, bu kadar yüklü bir borcun bağışlanması, beklenen “gürültü” ve propaganda ile olmadı, beklenen tepkiler gelmedi, Atina gazetelerinde tek sütunluk bir haberle yetinildi. Bir tek Simeon Soltaridis’in Elefterotipia’daki haberi oldukça kapsamlıydı. Soltaridis orada soytarılık ederek, vakıf borçlarının bu ölçüde yığılıp kalmasını, vakıf idarelerinin onları ödemeyi reddetmelerine bağlıyordu. Yönetim karşısında otur otur kalk kalk olarak bildiğimiz tayinli vakıf idareleri, meğerse ne direnişçi imişler ki biz bu vergileri ödemeyiz diye baş kaldırmışlar (!), ödememişler, gel zaman git zaman ve araya giren faizlerle sonunda bu vergi borcu 8 milyar drahmilere ulaşmış. Gerçeğin bu şekilde tahrif edilmesi, soytarılık tabiî.
Yine ilginçtir, ama tesadüfî değil, Azınlık, tutarı 8 milyar drahmiyi aşan bu vakıf borçlarının nereden geldiği, nasıl yığıldığı, neden ödenmediği gibi konularla neredeyse hiç ilgilenmemiş, olayı şikayet etmemiş ve gündeme getirmemiştir. İdarî mahkemelere başvurulabilirdi, vakıf yönetimleri onu da yapmamışlardır.
Şimdi burada ben size yüzeysel birkaç bilgiyi aktarayım. Müslüman-Türk Cemaatinin vakıfları, dinî hayır kurumlarıdır ve kilise mülkleri gibi gelirleri üzerinden belirli vergilere tabidir veya değildir, ama ayrıca bir gelir vergisinden muaftır. Bu statü, 1975 yılına kadar sanırım devam eder. Sonraki yıl maliye, Cemaat vakıf idarelerine gönderdiği bir yazıyla bilmem ne kadar gelir vergisi ister. Bu da nereden çıktı? Bir yasaya böyle bir hüküm girmiş, Türkiye’de de aynısı geçerliymiş, mütekabiliyet çerçevesinde Müslüman vakıfları da şimdi gelir vergisi ödeyecekmiş. Böyle belirsiz yanıtlar verilir. Gümülcine vakıflar idaresi başkanı Hafız Yaşar’dan dinlemiştim: “Bunun üzerine ben de gereken parayı topladım ve bu vergiyi ödemek üzere maliyeye gittim. Vergiyi tahsil etmediler. Nasıl olur diyecek oldum. Beni vilayet müdürüne gönderdiler. O da bana bu verginin tahsil edilmeyeceğini ve merak etmemem gerektiğini söyledi. Bütün bunlara bir anlam veremeden vilayetten ayrıldım. Sonraki yıl yine vergi geldi, bir önceki yılın ödenmeyen vergisi ve faizleri de üstüne eklenmişti. Ödemeye koştum. Yine tahsil etmediler. Biz sana demedik mi, bu vergi tahsil edilmeyecektir, bir daha ödemeye gelmeyeceksin. Ben de bir daha gitmedim. Ama bu arada ödenmeyen vergiler karşılığında vakıflardan bir tanesine ipotek konulduğu bilgisi geldi. Sonraki yıllar da hep aynı oldu. Ödenmeyen vergiler çoğaldı, bunlara faizleri eklendi ve ipotek altına giren malların sayısı da çoğaldı. Bir kaç defa soracak oldum, bana kesin bir cevap vermediler. Merak etmememi söylüyorlardı, o kadar. Artık hiç sormuyorum bile. Velhasıl anlayamadığım bir oyundur gidiyor.”
Kilise malları gelir vergisinden muaf iken Müslüman vakıflarının vergiye tabi olması Anayasanın eşitlik ilkesine aykırı hukukdışı bir uygulama ve Yönetim bunu biliyor tabiî. Yanılmıyorsam Kapos’un konuşmasında bu konuya da değiniliyor ve ayrımcılık kınanıyordu. Besbelli onun için vergiler tahsil edilmiyor ve ipotek yoluna başvuruluyordu, “santajı” devam ettirerek.
Türkiye’ye karşı bir “santaj oyunuydu”. Bir “oyun”, ama “şakası” kalmayan bir oyun. Gel zaman git zaman Yönetimin tahsil etmeyi reddettiği bu vergi borçları ve faizleri 2006 yılında 24 milyon evroya ulaşmış. Birkaç yıl daha devam etse, bu yüzden ipotek altına girmeyen vakıf malı kalmayacak, ve normal olarak sıra camilere kadar gelecek.
Bu vergi borçları için adalete başvurmuş olsaydık, orada bunlar ya eşitlik ilkesi gerekçesiyle kaldırılacak, ya da mütekabiliyet-misilleme bahanesiyle onaylanacaktı. Herhalükarda bir ayrımcılık skandalı ifşa edilmiş olacaktı. Vergi borçlarının adaletçe onaylanması halinde AİHM yolları açılıyordu. Azınlık kılını bile kıpırdatmadı. Koca Kapı’nın tavrı ise, “Sıkarsa vakıflara el koy. Yapacağın varsa göreceğin de var.” şeklinde idi.
Böylece Yönetim çıkmaza girdi, yukarı tükürse bıyık, aşağı tükürse sakal. Kendi kurduğu tuzağa kendisi düşmüştü. Bundan kurtulmanın tek yolu biriken borçları bağışlamaktı, onu yaptı. Onun için gerçekleştirilmiş olan bağışlama Azınlığa bir lütuf değildir, Yönetimin kendisi bir baş ağrısından kurtulmuştur.
Bir kahve ısmarlamış olsaydı üç kez teşekkür ederdik. Azınlık, 24 milyon vergi borcunu bağışladı diye Yönetime teşekkür etme ihtiyacını hissetmiyor.


AzınlıkçaSayı:32
Eylül 2007

DENGE

İbram Onsunoğlu

0 yorum: