Mübadele Yapılmasaydı...


Azınlıkça 41
Kasım 2008

Dimostenis Yağcıoğlu
dimostenis@rocketmail.com

Türkiye’nin Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün geçenlerde Brüksel’de yaptığı konuşma Türkiye’de azınlıklar, Mübadele ve milli devlet konularında bir kere daha büyük tartışmalar başlattı. Sayın Gönül’ün “Bugün eğer Ege’de Rumlar yaşamaya devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba Türkiye aynı milli devlet olabilir miydi?” şeklinde özetlenebilecek konuşmasını bu konularda uzman olan birçok tarihçi ve siyasetbilimci sert bir şekilde ve haklı olarak eleştirdi.

Sayın Gönül, konuşmasında 1923-24 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi’ni açıkça savundu: “Bu mübadelenin ne kadar önemli olduğunu size hangi kelimelerle anlatsam bilmiyorum, ama eski dengelere bakarsanız, bunun önemi çok açık ortaya çıkacaktır.” Tabii Gönül bunu söylerken, mübadeleye yalnız Türk milli devleti ve 1920’li yıllarda “inşa” edilmekte olan “Türk milleti” açısından bakıyordu. Eğer bir devleti idare edenler, belli bir etnik ve dini gruba dayanan bir millet oluşturmayı amaç edinmişlerse, kuşkusuz ülkeyi o gruba ait olmayanlardan “temizlemeyi” gerekli bir tedbir olarak görürler. Hele bu temizlik kan akıtmadan, düzenli bir şekilde ve uluslararası bir anlaşmaya uygun olarak yapılıyorsa, o zaman böyle bir temizlik doğal olarak desteklenir, çok olumlu bir tedbir gibi görülür.

Ben, bu yazımda, mübadeleye farklı bir açıdan, mübadele edilenlerin açısından, bakıp bir değerlendirme yapmaya çalışacağım. Şu soruya bir cevap arayacağım: Acaba mübadele yapılmasaydı, Türkiye’de yaşayan Rum-Ortodokslar ve Yunanistan’da yaşayan Müslüman-Türkler’in durumu ne olacaktı? Başlarına ne gelecekti? Hangi şartlarla karşı karşıya kalacaklardı?

Evet, bunlar farâzi, varsayımsal sorular, ama mübadeleyi incelerken gerçekleşmemiş ihtimalleri de düşünmekte yarar var, diye düşünüyorum.

1923 yılının Ocak ayında Türkiye ve Yunanistan’ın durumunu gözümüzde canlandırmaya çalışalım:
Türkiye’nin Yunan işgalinden kurtarılmış Ege, İçbatı Anadolu, Güney Marmara bölgeleriyle, Rum-Pontus isyancı çetecilerinden “temizlenmiş” Karadeniz bölgesinde yaşayan Gayrimüslimlere, özellikle de Rumlara karşı, bu bölgelerde yaşayan Türk/Müslümanların ve kurulmakta olan Türk devletini temsil eden subay ve bürokratların en azından bir bölümünün büyük bir düşmanlık, kin ve intikam arzusu beslediklerini biliyoruz. 1919-1922 yılları arasında cereyan eden kanlı ve acı olaylar dikkate alındığında bu gibi duygular, haklı görülmese bile, açıklanabilir, anlaşılabilir duygulardır. Bu bölgelerdeki Rumlar kesinlikle bir tehlike olarak algılanmaktaydı. Bilhassa eli silah tutabilecek erkekler. Dido Sotiriu’nun “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” isimli kişisel deneyimlere dayanan romanında ve İlias Venezis’in “Noumero 31328” isimli anı kitabında, 1922’den sonra Batı Anadolu’da kalmış Rum erkeklerinin çalışma kamplarına ve taburlarına toplanmaları, orada köle gibi çalıştırılmaları, yaşadıkları travmalar, aşağılanmalar trajik bir biçimde anlatılır.

1922’den 1923 Ocak ayına kadar, yaklaşık bir milyon Anadolu Rumu, hayatının, güvenliğinin ve ırzının tehlikede olduğunu görerek Yunanistan’a zaten sığınmıştı bile. Geriye sadece 300,000 kadar Rum kalmıştı . İşte bunun içindir ki Yunanistan’da 1922’den sonra Anadolu’dan gelenler ve onların çocukları için kullanılan terim “mübadiller” (ανταλλαγέντες) değil “mülteciler”dir (πρόσφυγες).

O sırada Yunanistan’daki Müslüman/Türkler’in durumuna gelince:

Yunanistan’da 1923 başlarında 500-600,000 civarında Müslüman/Türk’ün yaşadığı tahmin edilmektedir. Onların durumunun o günlerde Anadolu’daki Rumlara kıyasla daha iyi olduğunu söyleyebiliriz. Anadolu’da savaş sürerken Yunanistan’daki Türkler ve Müslümanlar, katliamlara, saldırılara, etnik temizlik tedbirlerine, toplama kamplarına vs. maruz kalmamışlardı. Fakat bunlar, aynı korkunçlukta, Yunanistan’da on yıl kadar önce Balkan Savaşları’nda ve yirmi yıl kadar önce Girit’te, adanın Yunanistan’a katılması için verilen mücadele sırasında yaşanmıştı. Yüzbinlerce Müslüman Yunanistan’dan kaçıp Osmanlı topraklarına sığınmak zorunda kalmıştı.

Girit ve Balkan Savaşları, Yunanistan’da yaşayan Müslümanların güvenliği ve hakları konusunda nispeten liberal bir tavra sahip Venizelos’un bile, “icabında” Müslümanlara karşı kanlı politikalar uygulamaktan çekinmediğini göstermektedir.

1923’te Yunanistan'a sığınan Rumlar’a toprak, ev ve iş bulmaya çalışan Yunan devleti Müslüman/Türklerin sahip oldukları tarla, arsa ve evlere göz dikmişti bile. Mülteci sorununu çözmek veya en azından hafifletmek için Müslümanlara karşı bir “tasfiye” politikası uygulanması çok yüksek bir ihtimaldi. Kaldı ki Anadolu’dan kaçmak zorunda kalmış Rumlar ve Küçük Asya felaketinden sonra Türklere karşı büyük bir öfke besleyen Yunanlılar, kaçınılmaz olarak “düşman”ın Yunanistan’daki uzantısı ve temsilcileri olarak görülen Müslümanlarla yanyana barış içinde yaşayabilecekler miydi? Mülkiyet ve yerleşim hakları gasp edilecek Müslümanlar, bu haksızlığı sessizce sineye çekecekler miydi? Kısa süre içinde Müslümanlarla Hristiyanlar arasında şiddete varan çatışmaların yaşanabileceğini tahmin etmek zor değildir.

Şunu da hatırlamak gerek: Yunanistan’ın 1830 yılında ilk kurulduğu topraklarda (yani ülkenin güneyinde) tek bir Müslüman bile yaşamıyordu. Yaşamıyordu, çünkü orası bütün Müslümanlardan ya kanlı bir şekilde ya da zorunlu göçlerle “temizlenmişti”.

1923’te, iki ülkede kalan azınlıklar için, benim görebildiğim kadarıyla, üç ana seçenek vardı:

(a) Kalanların zorunlu bir mübadeleye tabi tutulmaları.

(b) Kalanların güvensiz bir ortamda, özgürlükleri sınırlanmış ve haklarının birçoğundan yoksun bir şekilde yaşamaları.

(c) Kalanların ihtiyarî bir şekilde (isterlerse) mübadele edilmeleri.

Bu seçeneklerden birincisini iyi biliyoruz, çünkü gerçekleşti. Zorunlu mübadeleyi ve sonuçlarını çeşitli açılardan inceleyen yüzlerce eser bulmak mümkün.

İkinci seçenek gerçekleşseydi ne olacaktı?

Aslında bu seçenek de İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada Rumları ile Batı Trakya Türkleri için gerçekleşti. Bu toplulukların yaşadıklarını mübadillerin yaşadıklarıyla karşılaştırdığımızda, her iki deneyimde de öbüründen daha olumlu ve daha olumsuz yanlar bulabiliriz. Ama eğer bu seçenek Anadolu’da kalmış bütün Rumlara ve Yunanistan’daki bütün Türklere uygulansaydı, “yanlış” tarafta kalmış Rum ve Türkleri, azınlıkların yaşamış olduklarından muhtemelen çok daha kötü belâlar bekleyecekti.

Bu seçeneğin gerçekleşmesi durumunda Türkiye’de kalacak Rumları nasıl bir geleceğin beklediğini anlayabilmek için, 1923’te Batı Anadolu’da hüküm süren kötü şartları dikkate aldıktan sonra, büyük şehirlerin dışında yaşayan Gayrimüslimlere yeni Türk devletinin nasıl davranmış olduğuna bakabiliriz: 1934 Trakya olaylarıyla Yahudiler’in Trakya ve Çanakkale’den İstanbul’a göç ettirilmeleri ; keza, 1934’te çıkan İskân Kanunu gereğince, İç Anadolu'nun kırsal kesimlerinde yaşayan Ermenilerin İstanbul'a zorla göç ettirilmeleri , Türk devletinin, en azından ilk yıllarında, Gayrimüslimlere sadece büyük şehirlerde tahammül edebildiğini göstermektedir.

Bu arada, Orta Anadolu’da kalacak Karamanlı Rumlar’ın “özel” bir muameleye tabi tutulacağını farz etmek çok zor değil: Onlara “siz Rum değil özbeöz Türksünüz” denecekti. “Dini lideriniz Papa Eftim’dir; Fener Patriği’yle ilişkinizi keseceksiniz” denecekti. “Rumlarla ve hele Yunanistan’la bağlarınızı koparacaksınız” denecekti. Bu topluluğa yeni ve sun’î bir “Hristiyan Türk” kimliği empoze edilecek, başka kimliklerin ifadesi yasaklanacaktı. Devletin biçtiği bu yeni kalıba girmeyi reddeden Karamanlı Rumlar da büyük ihtimalle Türkiye’den kovulacaklardı.

Sonuçta, 20-30 yıl içinde, Anadolu’daki Rumlar’ın çok büyük bir bölümü ya İstanbul’a, ya Yunanistan’a, ya da Batı ülkelerine göç etmek zorunda kalacaktı. Anadolu’daki Rum varlığı, zorunlu mübadelede olduğu gibi bir-iki senede değil, ama yine de hızla sönecekti.

Yunanistan’da kalacak Müslüman/Türkleri bekleyen geleceği tahmin etmek için önce Batı Trakya’ya bakabiliriz, ama oradaki Müslüman-Türkler’in 1980’li yıllara kadar Yunan devleti’ne karşı hiç hır çıkarmadıklarını, şiddetten de son seksen yıldır hep uzak durduklarını hesaba katmalıyız. Yunanistan’ın bir başka bölgesinde, Epir’de, 1944-45’e kadar yaşamış Arnavut asıllı Müslüman “Çamis”lerin (Çamlar’ın) başına geleni de göz önünde bulundurmalıyız. Epir’in Yunanistan’a katılışından 1941’e kadar devletin kendilerine karşı uyguladığı politikadan büyük ölçüde hoşnutsuz olan Müslüman Arnavutlar’ın önemli bir kısmı, yaşadıkları bölge İtalyan ve Almanlar tarafından işgal edilince, Yunanlılara karşı ayaklanmış, işgalcilerle işbirliği etmiştir. Ama üç yıl sonra işgalciler çekilince, Çamis’ler toplu halde ve kanlı bir biçimde Epir’den Arnavutluk’a sürülmüşlerdir.

Yunanistan’da kalan Türklerin çoğunluğu da, sıkıntılardan, baskılardan, tehdit ve saldırılardan yılarak yavaş yavaş veya hızla Türkiye’ye göç etmek zorunda kalacaktı.

Hiç kuşku yok ki, her iki ülkedeki azınlıklar arasında, karşılaşacakları bütün tehlike, baskı, sınırlama ve sıkıntılara rağmen, ailelerinin yüzyıllardır (hatta binyıllardır) yaşadığı, atalarının mezarlarının bulunduğu, köy, kasaba ve şehirlerini, topraklarını kesinlikle terk etmek istemeyecek insanlar da vardı. Bu insanların haklarına saygı, doğdukları yere olan bağlılıklarına da hayranlık duymak lâzım. İşte böyle insanları da dikkate aldığımızda, 1923’te mevcut olan seçeneklerden insan haklarına ve insanlık onuruna en saygılı olanının ihtiyarî (isteğe bağlı) bir mübadele (c seçeneği) olduğunu söyleyebiliriz.

Fakat ihtiyari bir mübadelenin uygulamada zorunlu bir mübadeleye dönüşmesi ihtimali yok muydu? 1975’te Kıbrıs’ta da en azından kâğıt üzerinde kuzeydeki Rumların ve güneydeki Türklerin “isterlerse” göç etmelerine karar verilmişti . Ama sonuçta kuzeyde sadece 500-600 kadar Rum, güneyde ise sadece 1,000-2,000 Türk kaldı (bu Türklerin çoğu da son birkaç yılda güneye yerleşti). Orada da bir tür çifte etnik temizlik yaşandı.

Bütün bu mülâhazlardan sonra şu sonuca varıyorum:
1923-24 Zorunlu Nüfus Mübadelesi acı bir tedbirdi, büyük travmalara sebep oldu, ama 1912’de başlayan kanlı bir olaylar dizisinin bir sonucuydu. Üstelik, 1923’te Anadolu ve Yunanistan’da kalmış azınlıklar için en kötü seçenek de değildi. O insanların başına çok daha kötü şeyler de gelebilirdi.

Balkan Savaşları’nda tarafların (özellikle Balkan devletlerinin) yaptığı katliamlar lânetlenebilir. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na girmesinin ne kadar büyük bir yanlış olduğu rahatlıkla savunulabilir. Bu savaş sırasında Anadolu’da “tehlike ve sorun yaratan unsurları” temizleme çabaları kınanabilir. Yunanistan’ın Küçük Asya macerasının, hem askeri hem politik hem de ahlaki açıdan, baştan yanlış olduğu söylenebilir. Fakat mübadelenin yanlış bir tedbir olduğu öyle kolay söylenemez.

Yunanistan ve Türkiye’de azınlıklardan “kurtulmak” amacıyla uygulanmış kanlı veya kansız bütün tedbirlerin ideolojik temeli, yani etnik milliyetçilik, homojen ulus-devletler yaratma arzusu, kuşkusuz kınanabilir ve kınanmalıdır da. Azınlıklardan değil, asıl bu ideolojiden, katliamlara, göçlere, büyük acılara sebep olmuş ve olmaya da devam eden bu zihniyetten kurtulmamız gerekir.

1 yorum:

Unknown dedi ki...

Orjinal bir yazı..Teşekkürler