Sabahattin Emin -Salepçi öldü


Azınlıkça
Ekim 2006
Sayı 23
İbram Onsunoğlu

Gümülcineli avukat Sabahattin Emin, aile lakabıyla Salepçi olarak anılırdı, tedavi için gittiği İstanbul’dan Gümülcine’ye dönerken, 29 Temmuz günü yolda yaşamını yitirdi. Kısa bir süre önce Dedeağaç hastanesinden taburcu olmuştu, karaciğer sirozunun en son safhası, doktorlar artık yapılacak bir şey kalmadığını söylemişlerdi. Son çare arayışları, onu İstanbul’a götürdüler, boşuna, prognoz orada da doğrulandı. Yurda ölmeye dönüyordu, ecel onu yolda bekliyormuş. Oysa siroz teşhisi kısa bir süre önce konmuştu, ancak daha ilk teşhiste hastalık son safhasına varmıştı bile ve sonra bütün müdahalelere rağmen yıldırım hızıyla ilerledi.
Ve avukat Sabahattin Emin, aile lakabıyla Salepçi olarak bilinirdi, Selanik’ten benim Agam, birbirimize öyle seslenirdik, Mehmet Bilge’nin Bacanağı, Hasan İmamoğlu’nun Lonso’su, anacığımın Balina Balığı, son yıllardaki lakabıyla Sebo, 30 Temmuz günü Gümülcine’de Kahveci Mezarlığında toprağa verildi.
1960’lı yılların ortaları ile 1970’li yılların ortalarına dek Selanik’te yüksek öğrenim görmüş 30 kadar azınlık üyesi kuşaktan yitirdiklerimizden bu dördüncüsü, Sadık Ahmet, Mustafa Ali -Mikro ve Mehmet Müftüoğlu -Şapçılı’dan sonra.
***
Ağıtın buraya kadarı kolay tarafı. Buradan ötesinde kişisellik ve toplumsallık var, zor tarafı. Bu tarafta nasıl sıkıntı çektiğimi tahmin edemezsiniz. Çünkü Sabahattin Emin hakkında olumlu olmayan şeyleri de yazacağım. Yazmamayı çok düşündüm. Sonunda yazmışsam, ölenin ardından onunla ilgili olumsuz bazı şeyleri söylememenin ille de bir meziyet olduğuna inanmadığım için. Hele o kişi “tarihî bir döneme” imzasını atmışsa. Sabahattin Emin, Türk Azınlığındaki Kara Liste dönemine imzasını atmış kişilerdendir ve o uygulamanın sorumlularındandır.
***
Benim hakkımdaki kara çalmalarından sonra, Azınlıkta kara çalmalar ve Kara Liste dönemiydi, Salepçi’yle 1989’dan beri konuşmuyorduk, karşılaştıkça bir selamın ve önceleri birkaç adamakıllı kavganın ötesinde. Tavır benim tarafımdan. Dargınlığımın nedenini yüzüne karşı açıklamıştım, son kavgalarımızın birinde, ve onu affetmediğimi. Birbirimizi çok iyi tanıyorduk, 1968 ve 69’da Selanik’te öğrencilik yıllarımızda iki yıl evdeşlik etmiştik, daha sonra da hiç gölge düşmeden dostluğumuz hep devam etmişti. Gerçekte tavşan gibi ürkek yapısına rağmen çok agresif davranışları vardı, çabuk öfkelenir, kolay kavga yapar, ağız kavgası, insanları hiç yoktan kırardı. Ben onunla ilişkilerimi ve dostluğumu arada bir kavgalarımızla birlikte araya hiç dargınlık girmeden sürdürdüm, karşılıklı saygı içinde. 1989’lara kadar. Bağımsız Listeden aday olunca yüzü hiçbir şey görmez oldu, sanki cinnet geçiriyordu. Benim de altımdan girdi üstümden çıktı, tarafımdan hiçbir tahrik olmadığı halde, zira özellikle dikkat ediyordum. Terbiyesizlikten öte geçen daha iğrenç şeyler. Kendisine gelip benden özür dilemesini bekliyordum, geçmişte aramızdaki samimiyet adına. Özür dilemedi, öyle huyları yoktu. Yoksa kalplerini kırdığı insanlardan özür dileyecek olsa, bu iş için uzun günler ayırması gerekecekti.
Son karşılaşmalarımızdan biri Kaymakçı’nın muayenehanesinde oldu, selamlaştık. “Aga,” dedi, “seninle karşılaşınca ne yapacağımı bilemiyorum. Çünkü bazen selam veriyorsun, bazen sırtını dönüyorsun.” “Yok,” dedim, “senden selamı kesmedim, böyle bir kararım yok. Ama seninle konuşmuyorum aga, çünkü böyle bir kararım var. Nedeniyle birlikte sana açıkladım, biliyorsun.”
Hastalandığını öğrendikten sonra, yeter bu kadar dargınlık diye, kendisiyle barışmak için fırsat kolladım, bulamadım, artık pek dışarı da çıkmıyordu, hiç karşılaşmadık, veya konunun yeterince üstüne varmadım. Barışmış olsaydım, Selanik’ten cenazesine katılmaya gelmezdim. Cenaze günü beni Selanik’ten Gümülcine’ye götüren güç, hissettiğim bir çeşit suçluluk duygusuydu.
Cenazede avukat Orhan Hacıibram’ı göremedim, meslektaşı ve Selanik’te öğrencilik yıllarında evdeşi, onunla da yıllardan beri kavga edip duruyordu, daha Selanik’ten. Ama son yıllarda yine bir araya gelmeye başlamışlardı. Orhan’a telefon ettim. “Çok geç öğrendim.” dedi, “Arabam da bozuk, İskeçe’den gelemedim.” Birkaç gün sonra, yeri geldi, Haki’ye de aynı soruyu sordum. Gerçi Salepçi ile Haki arasında yakın ilişki olmamıştır, ama onu da ne kadar kırdığını bilirim. O da işlerim vardı gibilerden bir şeyler geveledi. Ben ikisinin de Salepçi’ye karşı kişisel kırgınlıklarını aşmakta zorlandıklarını biliyorum. Hasan İmamoğlu’nun da, daha başka arkadaşların da.
Salepçi ki, Kara Listenin en ateşli savunucularındandı, bu uygulamadan yararlanmaya koşanların da başında geliyordu. Bir tek bu saptama, ona karşı birçok kırgınlıkları izah etmeye yeter. Ayrıca ondaki ahlâkî, siyasî ve sosyal kültür olarak “demokratlığın” ne kadar az gelişmiş olduğunu gösterir. Sonra bir de bizim Salepçi, demokrasiyi bayrak yapan sol partilerden PASOK’tan belediye azası seçilmiş, daha sonra da KKE’den vali ve milletvekili adayı olmuştu.
Biliyorum, konu o kadar basit değil, oldukça çapraşık. Tahlil etmeye kalksak, çok uzun sürecek. Özetliyeyim: Azınlıkta daha birçok kişiler gibi, Sabahattin Emin’i de kişilik olarak bloke eden, onu bozan ve hiç beklenmedik fanatik davranışlar sergilemesine neden olan olay, onun “Koca Kapı” kavramını metafizik ve “ilahî” bir düzeyde algılamakta oluşuydu. Şeyhinden icazet aldıktan sonra, cennetten bir mekân kazanmak sevdasıyla, kâfir olarak gösterilenlere katli vaciptir diye saldıran mürteci gibi. Cehalet, her şeyden önce gelişmemiş bir kişilik olayıdır.
Geleneksel azınlık dedikoduculuğu, daha ötesinde “hafiye edebiyatına” düşkünlüğü, zehir akıtan dili ve zaman zaman patlayan agresifliği ve hakaret ediciliği bir yana, ve bunların tersine, onu yakından tanıyanlar için arkadaş canlısı, hoşsohbet, sevecen ve mizahtan hoşlanan bir kişiydi Salepçi. Ben onu bu yönleriyle de tanıyordum. İyi de bir avukattı. Bir gün Gümülcine’nin en eski avukatlarından Yaltakis’le mahkeme koridorlarında konuşuyoruz, Sabahattin Emin karşıdan göründü, söz ona kaydı. “Meslektaş Emin’den hoşlanıyorum.” dedi, “Sizin avukatlar okumuyor, ama Emin okuyor ve iyi bir avukat.”
Azınlık sorunlarına metelik verdiği yoktu. Onlarla ilgilenirdi ilgilenmesine, ilgilenmemesi mümkün değildi, çünkü o kültür içinde yoğrulmuştuk ve o koşullarda anamız ağlıyordu, ama ilgisi yüzeysel ve mesafeliydi, parmağının ucuyla. Mücadeleden söz edenlerle alay etmekte bulurdu çıkışı, onlar hep hafif ve kocağızlı kişilerdi, kendilerini kurtarıcı gören gayriciddi kişilerdi. Ürkek yapısına ve kendi kusurlarına böyle bir örtü kullanırdı. Nitekim hiçbir azınlık mücadelesine katılmamıştır, içten ve kendiliğinden. Hangisine katılmışsa hep talimattan sonra katılmıştır ve sonra da derhal çekilmiştir. İnhanlı’da yoktu, Yaka’da yoktu, Dikaça’da yoktu, çünkü talimat düşmemişti. Yüksek Kurul toplantılarına birkaç kez gelmişti, o çerçevede Yunanca bir iki muhtırayı birlikte hazırlamıştık, sonra oraya da sokulmamaya başladı.
Belediye ve vilayet meclis üyeliği yaptı, oralarda hiçbir azınlık sorununu dile getirdiği duyulmadığı gibi, ilgisizliğin kanıtı, toplantılara devamsızlıktan az daha üyelikten düşüyordu. Ama kendi işçeğizini yapmıştı, kimseye tapu verilmediği baskı döneminde, belediye başkanı Kaçimigas aracılığılıyla yeni evinin tapusunu almıştı.
Yüksek Tahsilliler Derneği kurulduğunda, o zaman bir avuç kişiyiz, gerekli kurucu üye sayısını zor tamamladık. Kurucu üyeler listesinde bir tek Sabahattin Emin’in ismi yoktur, katılmayı reddetmiştir. İlgisizliğinden, kaçtığından veya korktuğundan. Yıllar sonra üye olmuştur, talimatla. Ve hemen ardından başkanlığa soyunmuştur, yine talimat üzerine. Hasan İmamoğlu ateş püskürüyordu: “Kurulurken üye olmaktan korkan Lonso’yu şimdi üye yaparsak, ben dernekten istifa ediyorum!”
Derneğin 1989 Ocak genel kurul toplantısında o zaman yeni uygulamaya konan Türkiye’ye giriş yasağı-Kara Liste skandalını dile getirdim. Bir heyet oluşturup dernek olarak olayı Konsolosluğa şikayet etmeye ve kaldırılmasını talep etmeye gitmeyi önerdim. Azınlık aydınları olarak kişilik sahibi olsak, oybirliğiyle kabul edilecek bir öneri. Karşı çıkanların başında Salepçi, ne derse beğenirsiniz? “Türkiye yabancı bir devlettir, kimin ülkeye girişine müsaade eder veya müsaade etmez onun bileceği iştir, egemenlik hakkıdır, biz Türkiye’nin içişlerine karışamayız!” Saçmalığı görüyor musunuz? Neyi savunuyordu Salepçi? Ben o zaman onun bu faşizan uygulamayı destekleyen olduğundan öte ayrıca öneren olduğunu da daha bilmiyordum. Nasıl da tepem atmıştı! Genel kurulda bağırdım: “Sayın başkan, lütfen tutanaklara geçsin! Sabahattin Emin diyor ki, Türkiye yabancı bir devlettir ve Azınlığın içişlerine karışamaz!”
1989 Haziran seçimlerinde bağımsız liste mebus adayı olarak ortaya çıkınca hayretler içinde kaldım. Her yiğidin gönlünde bir aslan yatar, ama Salepçi’nin o taraklarda bezi yoktu, azınlık sorunlarına da metelik vermiyordu, hem mecazî hem de gerçek anlamda. Hiçbir azınlık kavgasında yer almamıştı, tavır bile koymamıştı, o zamana kadar ilgili bir demeci bile yoktu, ne bir makalesi, ne bir önerisi, hiçbir şeyi. Seçmen karşısına hangi yüzle çıkacaktı? Gerçi “millî avukatlık” görevini üstlenmişti, talimat üzerine, ama nihayet mesleğini icra ediyordu, bunu mu öne sürecekti? “Hiç girmek istemiyorum” diye anlatmıştı Esat Mustafa’ya, “ama çok üsteliyorlar, girmeye mecburum.” Gelen talimatı kastediyordu, kutsal buyruk, hayır diyemezdi. Talimatla kendini buluyordu, kişilik kazanıyordu, şimdi doğal ürkekliğini üstünden atacak, ilgilenmediği konulara eğilecek, o zamana kadar dalga geçtiği azınlık kurtarıcılığını o da üstlenecek, mücahit olacaktı, ayrıca hiç hoşlanmadığı ve anlaşamadığı Rodoplu ve Sadık’a liste arkadaşlığı edecekti. Bütün bunları en kısa zamanda kanıtlamak ihtiyacıyla seçimlerde âdeta cinnet geçiriyordu.
Ondan sonra köprünün altından çok sular geçti.
Orhan Hacıibram’dan dinliyorum, bundan 4-5 yıl önceki bir olay. Kara Liste çoktan kalkmış, Orhan da özel af kapsamına girmiş ve makbule geçmiştir, artık o da “millî avukattır”. Orhan ile Sabahattin Ankara’dadırlar, yıllar sonra zoraki bir araya gelirler, bir azınlık davasının AİHM’ye götürülmesi tartışılmaktadır. Bu arada geçmişte Sabahattin Emin’nin avukatlığı altında AİHM’ye yapılmış ve kazanılamamış bazı eski başvurular da gündeme gelir. Orhan, bu başvuruların yapılmaması gerekiyordu, mahkemenin bunları reddedeceği belliydi gibilerden bir eleştiri getirir. “Salepçi ne dese beğenirsin?”, diye anlatıyor Orhan, “Seni biliyoruz Orhan, sen zaten hep Yunan tezlerini savunursun, demesin mi bana!”... Orhan, Salepçi’nin alnının ortasına bir yumruk indirmemiş. Jinedin Jidan’ın İtalyan futbolcuya attığı kafa gibi.
Köprünün altından çok sular geçti ve geçmeye devam ediyor. Bizim kuşak, Türk Azınlığında ilk okumuşlular kuşağı, çirkinliklerle uğraşırken verebileceğini veremedi.
***
Gümülcine’nin eski tanınmış enaflarından tuhafiyeci Ahmet Salepçi’nin oğlu, Celal Bayar Lisesinin ilk mezzunlarından ve Azınlığın ilk avukatlarından Sabahattin Emin (1941-2006), 29 Temmuz günü hayata gözlerini yumdu, 30 Temmuz günü Gümülcine’de dost ve tanıdıklarının refakatinde toprağa verildi. Allah taksiratını affetsin ve arkada bıraktığı karısı ve oğluna ve diğer yakınlarına sabırlar versin.
***
Sabahattin Emin’le varan dört! 1960’lı yılların ortaları ile 1970’li yılların ortalarına dek Selanik’te yüksek öğrenim görmüş 30 kadar azınlık üyesi kuşaktan yitirdiklerimizden bu dördüncüsü, Sadık Ahmet, Mikro Mustafa ve Mehmet Müftüoğlu’ndan sonra.
Azınlık sağ olsun!

0 yorum: