RODOPLU’NUN SÖYLEŞİSİ - D


Azınlıkça
Ekim 2006
Sayı 23
İbram Onsunoğlu


RODOPLU’NUN SÖYLEŞİSİ ve yarım gerçekleri
-ve yalnız onlar değil


D


Hafız Yaşar’ı kara listeden silmek için ondan “ben de bağımsız listeyi destekliyorum” demecinden daha çok şey istiyorlardı: Evkaf başkanlığından istifa etmesini, ayrıca Müftü Naipliğinden istifa etmesi için Hafız Cemali Meço’yu ikna etmesini. Hafiz Yaşar bu şartları da kabul etti, nasıl kabul ettiğini aşağıda anlatacağım. Ama önce o dönemdeki evkaf yönetimi ve Müftülük sorunlarını kısaca tarif edelim.
1967’de Cunta tarafından tayin edildiğinden beri, bırakalım 1967’yi, Cuntanın düştüğü 1974’ten beri, Gümülcine evkaf başkanlığından istifa etmesi şimdi 1989 yazında Hafız Yaşar’dan ilk kez isteniyordu. Cemaat-evkaf seçimleri ilan edilmeden istifa etmesinin bir anlamı yoktu. O zamana dek görevini sürdüredursun diye bir görüş egemendi, belki çok başarılı bir yönetim sergilemiyordu, bunun için zaten koşullar elverişli değildi, ama dürüstlüğünden de kimse şüphe etmiyordu. Bu arada Yönetimin yasada öngörülen cemaat-vakıf seçimlerini ilan etmesi bekleniyordu, ama boşuna. Ülkede artık demokrasi vardı ya, eh bunun er geç Azınlığa da yansıyacağı sanılıyordu, ama boşuna. Gerçi 1980’den beri uygulanmaz bir yeni vakıflar yasası geçerliydi, sırf uygulanmaz olduğu için, ama bu yenisi de seçim öngörüyordu, ve buna karşılık eski yasanın yeniden yürürlüğe girmesi talep ediliyordu, tabiî o da boşuna. Yönetimin cemaat seçimlerini ilan etmeye asla yanaşmayacağını ve neden yanaşmayacağını tahmin etmek ve yorumlamak için müneccimbaşı olmaya gerek yoktu. Ama Azınlık bu tahmini yapmaktan bile acizdi. Bu gerçek kafamıza dank etseydi, ondan sonra işimizi ona göre tutacaktık ve ona göre seçenekler ve mücadele yöntemleri üretecektik. Daha doğrusunu söylemek gerekirse, başka mücadele yollarına hazırlıklı olmadığımız için ve öyle bir bilinçten yoksun olduğumuz için oturup bekliyor ve umut ediyorduk. Nitekim, 1974’ten 2006’ya, aradan 32 yıl geçti, biz hâlâ seçimlerin ilanını bekliyoruz, hep boşuna. Bu arada 32 yıldır cemaat-vakıf seçimleri konusunda Yönetimi sıkıştıracak kavgalara da başvurmuyoruz. Bu arada vakıflar azınlık çıkarları lehinde yeterince kullanılamıyor, Yönetimin arzu ettiği ve planladığı gibi.
1980’den sonra yeni yasa sayesinde vakıflarda tam bir statü belirsizliği, yönetimsizlik ve kargaşa hüküm sürmektedir ve vakıflar “yağma Hasan’ın böreği” olmuştur, Yönetimin arzu ettiği ve planladığı gibi, azınlık yaşamının tam bir aynası. 1989’larda Gümülcine’de vakıf yönetimi gerçekte bir tek kişiden, Hafız Yaşar’dan oluşmaktadır, onun da esasta hiçbir yetkisi yoktur ve vakıflarda 1981’den beri hiçbir yasal işlem yapılamamaktadır. Konunun en çarpıcı yanı, yeni yasaya göre artık vakıflar şeklen devlet malı (!!) olmuştu, Yönetimin, camiler de dahil, vakıf emlakına “el koydum” diye bir ilan çıkarması kalıyordu... Hafız Yaşar, bu dağınıklığı biraz olsun toparlamak için yıllardan beri Yönetimden kendisine yeniden yetki verecek bir kararname beklemektedir, ama boşuna. (Evkaf yönetimine yeniden yetki veren kararname, onun istifasından hemen sonra yayımlandı. Bunun üzerine Yönetim Hafız Yaşar’ı istifasını geri almaya çağırdı, ancak o kabul etmedi. Ardından bu yetkiyi Müftü Cemali Meço’ya devrettiler, yeni yasada öngörülmemesine rağmen. Şaşmamak gerek, zira Yönetimin her çeşit keyfî ve yasadışı işlemlere başvurmaktan çekinmediği Azınlık konuları yasayla ve kuralla yönetilmiyordu ki.)
Müftülük konusu ise nisbeten yeniydi ve önceleri tanınmış bir hak, demokrasi, özgürlük ve kendi kendini yönetme yolunda bir ilke kavgasından çok Azınlık içinde bir fraksiyon çatışması görünümündeydi. Takım ile Takım dışında kalanlar arasında, Müftünün hangi taraftan olacağı konusunda bir çatışmaydı bu. Sıkıntıda olan Takımdı ve Hafız Cemali Takım dışında kalanların onayıyla Yönetimce Müftü Naibi tayin edilmişti, bunların arasında Hafız Yaşar, dönemin milletvekilleri Mehmet Müftüoğlu ve Ahmet Faikoğlu da vardı. Ve Müftülük sorunu bir ilke kavgası yoluna sonradan ve yavaş yavaş girmeye başladı. Yunan tarafı, 1913 Atina Anlaşmasından kaynaklı “Müftüler, Müslüman Cemaat içinde yapılan seçimle iş başına gelir” yükümünü Türkiye’nin ilk kez 1985’lerden sonra savunmaya başladığını anımsatadurur. Hafız Cemali Meço, Ankara kesin tavır koyuncaya dek Atina Antlaşmasına aykırı olarak Müftü Naibi tayin edilmiştir bile. Hafız Yaşar, yıllar sonra, bu tayine onay verişini, Cemali Meço’yu takdir edişinin ötesinde, kara mizaha da başvurarak ayrıca şöyle gerekçeliyordu: “Bunlar (Takımı kastederek) Müftülüğü de ele geçirirlerse, Allah göstermesin, ardından sıra bizler için... darağaçları kurmaya gelecektir.” Nitekim kara liste bir çeşit darağacıydı.
Takım tayine şiddetle itiraz etmekteydi, bağır bağır seçim istiyordu, ama kendisinden biri tayin edilmiş olsaydı, üstüne oturacak ve ses çıkarmayacaktı. Bu tez belki büyük bir iddia ve riskli bir bahis gibi görünebilir, ama gerçeğin ta kendisiydi. Bunu Takım üyelerinin yüzlerine karşı onları tahrik ederek söylüyordum. Seçim istemek ve seçimden yana olmak için elementer bir demokratlık gerekiyordu, değişik görüşlere ve farklılığa saygı vs, oysa tümü böyle bir kültür ve birikimden yoksun olan Takım üyelerinin beynindeki en son hücrede bile demokratlık kayıtlı değildi. Bizden biri olsun da, nasıl ve hangi yolla olursa olsun. Çünkü o dönemde Takımın Azınlık üzerinde egemen olmak amaçlı dipsiz ve kör bir hırsı vardı. Daha başka bir şey söyleyeyim: 5 yıldır (1980-85) azınlık sorunları için Takım üyeleriyle hep birlikte mücadele ediyorduk, sürekli problem ve engel çıkarıyorlardı. Yavaş yavaş bende uyanan izlenim ve yargı, onların gerçekte sorunların çözümüyle pek ilgilenmedikleri, ilgilenir görünerek mücadelenin yönetimini ellerine geçirmeye çalıştıkları ve her seferinde bile bile veya becerisizlikleri ve deneyimsizlikleri yüzünden işleri yokuşa veya batağa sürdükleri idi. “Aman Azınlığın yönetimi komünistlerin eline geçmesin” diye bir başka korkuları daha vardı, komünistliğin bir tehlike olarak kabul edilmesi halinde bile gerçekle hiçbir ilişkisi olmayan uyduruk ve hayalî veya paranoyak bir korku, ama 12 Eylül’den sonraki Türkiye’deki “modaya uygun bir korku”. Türkiye’de 12 Eylül öncesi sol öğrenci hareketinin içinde yer almış birkaç genç dönmüştü, agaları durumundaki ben sol söylem kullanıyordum, ablaları Refika Nazım öyle, Orhan Hacıibram ve Abdulhalim Dede’nin sosyalistlik dönemleriydi, o kadar.

Bir bahis
Gümülcine’ye Hafız Cemali’nin Müftü Naibi olarak tayininin üzerinden 4 yıldan çok bir süre geçmiştir, 1989 Haziran seçimlerinden sonra Takım Azınlık üzerinde artık tam diktasını kurmuştu, bu arada tayin aleyhinde ateş püskürmeye devam etmektedir, bir ilke kavgası verildiği izlenimi geneldir, derken yaşlı İskeçe Müftüsü vefat eder ve Takımın elebaşılarından Mehmet Emin Aga’ya İskeçe Müftülüğüne tayini için Yönetimce kendisine öneri yapıldığı öğrenilir. Tam o günlerde İskeçe’de Orhan Hacıibram’ın bürosunda birkaç kişi bu gelişmeyi tartışıyoruz. Aramızda, nasılsa, Takımın destekçileri de var, onlar kendilerinden gayet emin bir şekilde Aga’nın bu tayin önerisini asla kabul etmeyeceğini iddia ediyorlar. Ben ise mutlaka kabul edecektir diyorum ve neden kabul edeceğini gerekçelemeye çalışıyorum. “Kabul edemez, asla, ederse davaya ihanet olur, kendisi de rezil olur, ondan sonra halkın önüne nasıl çıkar...” diyorlar. Bahse giriyoruz.
Birkaç gün sonra Aga tayini kabul etti. Safdil azınlık insanının aklı allak bullak oldu, Takım’dan ve gazeteleri Akın ve Gerçek’ten tayin aleyhinde mık! Aga’nın tayini yalnızca sineye çekilmekle kalmadı, mücadelenin devamı (!) olarak gösterildi. Tayini kabul etmekle Aga kendini kahraman ilan ediyordu. Hafız Cemali de hem de 4 yıl önce aynı şeyleri söylemişti: “Ben de seçimden yanayım, Yönetim’e seçimi kabul ettirinceye kadar geçici olarak makamda kalmaya devam edeceğim, ardından istifa edeceğim ve seçimlerde ben de aday olacağım.”
Takımın elebaşılarından utanmak beklemeyin, ama utananlar vardı. O günlerde Gümülcine’de Durhasanlar imamı Şerif’le karşılaştım, davaya inananlardan. Yüzünden düşen bin parça, “Köyde cemaatın karşısına çıkamaz oldum. Ne diyeceğimi bilemiyorum.” diyordu. Rodoplu’ya gitmiş, o dönem daha milletvekilidir, “Bu ne iş İsmail abi?” diye sitem etmiş. “Rodoplu ne dedi?” diye sordum. “Bir şeyler geveledi. Sonunda, ben ne yapayım, dedi, baksana Koca Kapı da hiç ses çıkarmıyor...” Bir müftü tayinini yıllardır cemaatı önünde kınayan imam, bir yeni tayin karşısında şimdi övgüler yağdırmaya veya en azından susmaya çağrılıyordu. Azınlık insanını “maymunlaştırmak” derken, bu halleri kastediyorum. Onun için niye bu kadar “maymunlaştık”, niye genç kuşak bu kadar ilgisiz diye sormayın.
Karayı ak göstermek Takımın hüneriydi, ama bu kez zaman geçtikçe bunun tutmadığı anlaşıldı ve vaziyeti kurtarmak için Aga istifa ettiğini açıkladı. Tayini kabul ederken kahraman olmuştu, şimdi istifa ederken bir kez daha kahraman ilan ediliyordu. Aga ne yapsa kahramandı.

Bir fıkra
Aga’nın tayininden sonra ben, ne yapayım, işi gırgıra vurdum. Şöyle bir fıkra anlatıyordum: Haberiniz oldu mu, Rodoplu bu günlerde bir kez daha Kozlukepir’de Hafız Cemali’yi ziyarete gitmiş, ondan yine Gümülcine Müftülüğünden istifa etmesini istemiş. Onu ikna etmek için neler söylediğini, ne savlar ileri sürdüğünü sanıyorsunuz?... A be Cemali arkadaş, demiş, gözünü öpeyim, gel şu Gümülcine Müftülüğünden istifa et. Sen Mehmet Emin Aga’nın İskeçe Müftülüğüne tayinini kabul ettiğine bakma. Ona bakma, o yapar. Biliyorsun, biz Takım üyeleri sözümüzün eri değiliz, dürüstlük bizden uzak. Gel hiç olmazsa sen dürüst ol ve şu Müftülükten ne olursun çekil. Bugüne kadar senin aleyhinde çok laflar söyledik, bizi bağışla... Böyle konuşmuş Rodoplu ve gözyaşlarını tutamamış. Hafız Cemali de ne yanıt vermiş, biliyor musunuz? Rodoplu’nun arkasını sıvazlamış ve demiş ki: Üzülme be İsmail arkadaş, üzülme. Biliyor musun, aslında benim de sizden pek farkım yok...


Aga’yı kim tayin etmiş
Bundan bir süre önce, üç yıl kadar oluyor, Hasan Hatipoğlu ile Müftülük konusunu tartışıyoruz, ilk yıllardaki kavgaları. “Biz” diyorum, “Müftülerin Azınlık içindeki seçimlerle işbaşına gelmesini içtenlikle istiyorduk. Sizin Takım seçim diyordu, ama seçime inanmıyordu. Seçim sürecine inanmak için temel bir demokratik kafa yapısı gerek, sizde olmayan bir şey, ve bunu daha önceki davranışlarınızla iyice kanıtlamıştınız. Daha sonra da kanıtladınız. Bağımsız listelerle Azınlık içinde gözünüzü kırpmadan terör estirdiniz, çamur attınız, vicdanlarla oynadınız ve bunu gururla yaptınız. Müftülük kavgasında hedefiniz Takımdan birini Müftülüğe getirmekti, seçim meçim değil, bizden biri olsun da nasıl olursa olsun. Ve hırsınız Azınlık üstünde Takımın diktasını kurmaktı. Gerçi seçim olsa yine terör estirecektiniz. Nitekim Takım Gümülcine ve İskeçe’de seçim düzenledi, hangi seçim kuralına uyuldu, dürüstlüğüne itiraz edilmesin, inandırıcı olsun diye en küçük bir düşünceye yer verdiniz mi, en küçük bir önlem aldınız mı? Takımın dışında kalan azınlık ileri gelenlerini, azınlık aydınlarını sürece soktunuz mu, görüşlerini aldınız mı? Seçimi bir karagöz oyununa çevirdiniz. İlke olarak seçime ve Yönetimin keyfî davranışına alternatif olarak seçilmiş Müftüye inandığımız için ve ileride bir yinelemeyle düzelir umuduyla biz bu olayın üzerine pek gitmek istemedik. Yoksa karagöz oyunu muydu, karagöz oyunu...” Ve Takımın ilkesizliğini ve “maymunluğunu” göstermek için Aga’nın tayinini nasıl alkışladığını ona anımsatıyorum. Bunun üzerine Hatipoğlu bana “önemli” bir ifşaatta bulunuyor, ancak az sayıda icazetlilerin bildiği bir sırrı açıklıyor: “-Senin bilmediğin bir şey var. Ha bak anlatayım da gör. Hafız’ı İskeçe Müftülüğüne Yunan Yönetimi tayin etmedi. Ölen Müftü Mustafa Hılmi’nin cenaze namazı İstanbul Fatih Camiinde kılınırken, ben de oradayım, Türkiye Kültür Bakanı Müftünün naaşının önünde ve halkın huzurunda Hafız’ın arkasını sıvazlayarak ona “Yarının İskeçe Müftüsü sensin!” diye hitap etti. Yani Mehmet Emin Aga’yı sanıldığı gibi Yunan Yönetimi tayin etmemiştir, onu Türkiye tayin etmiştir. Anladın mı şimdi? ”... Anlamaz olur muyum! “-A be Hasan abi,” diyorum, “bir de sen hâlâ seçimden yana olduğunu mu iddia ediyorsun?”

1974’te Kemalist ve İslamcılarının barışmasıyla Azınlıkta sağlanan birlik, 1985’lerde artık Takımın iyice oluşturulmasıyla bozulmuştur. Bu kez bölünme İslamcı ve Kemalist kriterleriyle gerçekleşmemiştir. Takıma üye olanlar ve onun peşinden gidenler ile Takıma girmeyi reddedenler ve ondan dışlananlar, her iki tarafta da Kemalist ve İslamcılar vardır. Şu farkla ki, Takım, üyeleri birbirleriyle kenetli bir cephedir, Takım dışında kalanlar ise asla ortak hareket eden bir grup değillerdir ve olmamışlardır. Yavaş yavaş kendilerini hareketsizleştirmeyi, sahneden çekilmeyi ve susmayı tercih etmişlerdir, haykırmaya devam eden birkaç kişi hariç. İki grup arasında Yüksek Kurul toplantılarında başlayan ve o yılların kavgalarında devam eden çatışmalar önceleri pek doğal sayılabilecek fikir ayrılıkları görünümündeydi ve kesin çizgiler daha ortaya çıkmamıştı. Sisler yavaş yavaş dağıldıkça, Takımın arkasında Koca Kapı’nın görüntüsü belirmeye başladı. İnanılacak gibi değil. Öyle olduğu için, besbelli hata ediyoruz diye netliğine rağmen uzun süre o görüntüyü görmezlikten geldik ve önlem almadık.

Mehmet Müftüoğlu’nu biraz geniş tutarak
Mehmet Müftüoğlu ise, aramızda ona Şapçılı diye seslenirdik, içimizde en alıngan olanı, kişisel itibar konularında en duyarlı olanı, bazen aşırılığa kaçarcasına, ve başına buyruk, erken tepki verdi. Onun Koca Kapı’yla dargınlığı daha 1980 sonlarında başlar, aşağıda anlatacağım gibi. Bu dargınlık, önceleri ilişkilerinin devam etmesine ve oraya olan büyük saygısına ve minnet duygusuna rağmen bir türlü giderilemedi, ölümüne dek, milletvekilliği döneminde bile, özellikle o dönemde işler iyice çığırından çıktı ve sonunda tam bir kopuşmaya dönüştü. Şapçılı’nın karakterini ve özellikle o dönemde olup bitenleri göz önüne aldığımızda, sonunda kopuşmaya kadar varan bu dargınlık kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkar. Canım, 10 Kasımda Konsoloslukta Atatürk’ün ölüm yıldönümü münasebetiyle düzenlenen törende bir eski milletvekili olan Müftüoğlu’nun, hangi azınlık bireyi olursa olsun, kolundan tutulup kapı dışarı edilişinden sonra ne bekliyorsunuz. Onun için tekrar edip duruyorum, vaziyet gittikçe adileşiyor ve vahşileşiyordu.
Müftüoğlu, oluşum halindeki Takım tarafından Koca Kapı’nın yanlış bilgilendirildiğini ve olumsuz etkilendiğini söylüyor, Koca Kapı’nın yönlendirmelerini yanlış buluyor ve başlayan ayrım-kayrımlarına karşı çıkıyordu. Artık belirginleşen manzarayı herkes gibi o da yorumlamaktan acizdi ve duygusal tepki veriyordu. Bu çerçevede kendisinin bertaraf edildiğine inanıyor ve bundan çok canı sıkılıyordu. Takım hep fitne sokuyordu, o ise kendi dürüstlüğünden emin, Koca Kapı karşısında savunmasını yapmaya tenezzül etmeyecek kadar gururluydu. 1980’li yılların başları, ben memlekete yeni dönmüştüm, o eski sayılırdı, azınlıkiçi çelişkileri anlamaya çalışıyorum, önceleri hiçbirini önemsemiyordum, ne çelişkileri ne de Müftüoğlu’nun tanığı olduğum patlamalarını. Olağan şeylerdi bunlar, zaman içinde düzelecekti, sonra yenileri ortaya çıkacaktı... Gel gör ki durumlar zaman içinde düzelmedi, tersine azınlıkiçi gerginlik sürekli tırmandırıldı.
Azınlığın ilk avukatlarından olan M. Müftüoğlu, o dönemde Azınlık aleyhinde sürdürülen kitlesel kamulaştırmalardan ikisinin, sanayi bölgesi için yapılan Yahyabeyli ovasındaki ve üniversite için yapılan Yaka’daki kamulaştırmalarda azınlık köylülerinin avukatıdır ve bu konumu ona yeni başlayan azınlık mücadelesinde ayrı bir önem kazandırmaktadır. Ancak her şeyden önce bir avukat gibi düşünmekte ve soydaş köylülerin çıkarlarını savunmaktadır. Bu bağlamda, örneğin, Takımın elebaşılarından olan Hasan Hatipoğlu’nun özellikle yürüttüğü “korkmayın, topraklarınızı alamazlar, ha alsınlar da görelim” gibi soydaş köylüyü sözde umutlandırmayı ve yüreklendirmeyi amaçlayan demagojik “umut ticareti” kampanyasına katılmamaktadır ve kamulaştırmalar konusunda karamsardır. Ardından kamulaştırmalar kesinleşmiştir, tazminatlar belirlenip “Tamion Parakatatikon’a” yatırılmıştır ve en önemlisi Takım sayesinde tarla sahiplerinin mücadelesi baltalanıp durdurulmuştur, yine Hasan Hatipoğlu’nun öncülüğünde tarla sahiplerine “tazminatları tahsil etmeyiniz, tahsil ettiğiniz takdirde kamulaştırmayı kabul ediyorsunuz demektir, sonra tarlalarınızı geri alamayacaksınız” diye başlatılan yeni demagojik kampanyaya da karşı çıkmakta ve sonunda bu tazminatların da kaybolacağına inanmaktadır. Azınlığın en eski ve en “saygın” gazetesi Akın’ı çıkaran Hasan Hatipoğlu’yla çatışmaya başlamıştır. 1984’lere doğru, kendisinden beklenmediği halde, milletvekilliğine soyunduğunu da gösterir, aleyhindeki faaliyetleri şiddetlendirerek. Bunlar 1985’lere kadar.

M. Müftüoğlu politikaya nasıl soyundu
Her yiğidin gönlünde bir aslan yatar, Azınlıkta bu “aslan” milletvekilliğidir, ancak Şapçılı o zamana kadar siyasî bir hırsı olduğunu göstermemiş ve siyasî yatırım yapmamıştı. Karakter yapısının da böyle işler için elverişli olmadığının bilincindeydi, ama ilgisiz de değildi. Memlekete dönen ilk okumuşlular kuşağının her bireyi gibi o da azınlık sorunlarıya ve dolayısıyla genel anlamda siyasetle yakından ilgileniyordu, ama öne çıkmayarak, gölgede kalmayı tercih ederek, hep “kenarcıktan”. Seçimlerde yeni kuşaktan daha hırslı arkadaşları desteklemekle yetiniyordu. 1981’den önce parti tercihi Pasok’tan yana kaymıştı. Ve 1985 seçimlerinde Yeni Demokrasi’den aday oldu. Kendisi bu kararını şu gelişmelerden sonra aldığını anlatırdı:
1983 yılında ve Pasok iktidarı döneminde Kavala’dan gelen özel maliye timleri bazı azınlık avukatlarının bürolarına “baskın” düzenleyerek, tam bir gün boyu maliye defterlerini ve her şeylerini didik didik ettiler, işlerine yarayan evraka el koyup gittiler. Bu avukatlar, Hüseyin Aga, Adem Bekiroğlu ve Mehmet Müftüoğlu idi. Bu “maliye terörü” yine Dışişlerindeki Yannis Kapsis’in bir azizliğiydi. Oldukça uzun bir süre sonra, olur olmaz maliye ve vergi ihlalleri listesiyle bu avukatlara eşi görülmedik ceza kesildiği bildirildi. Miktarını şimdi anımsamıyorum, ama ömür boyu çalışsalar o cezaları ödeyemezler, o kadar büyük ve sindirici bir ceza. Bu bir maliye kontrolü değildi, “Sholiastis” dergisinin adlandırdığı gibi, maliye terörüydü. Ardından üç avukatın büyük çilesi ve mücadelesi başladı, özellikle Müftüoğlu’nun. Zira diğer ikisi sonunda bu cezayı sildirmeyi başardılar veya çok az bir ceza ödediler. Müftüoğlu’nunkisi silinmedi. Bu sorun ancak siyasî bir baskı ve siyasî bir kararla aşılabilirdi ve Şapçılı, bu amaçla rakip parti Yeni Demokrasi’ye yaklaştı, onunla ilişki kurdu ve partili oldu.
1985 seçimleri öncesi Y. D. milletvekili Hafız Yaşar politikadan çekileceğini ve aday olmayacağını açıkladı ve yerini, haydi öyle diyelim, Şapçılı’ya bıraktı. Herkes Gümülcine’de Y.D.’den Sabahattin Galip’in aday olmasını bekliyordu, o dönem en güçlü aday o görünüyordu, üstelik “icazetliydi”, büyük uğraşa rağmen parti ona kapısını açmadı. Pasok partisinin kapıları ise zaten baştan kapalıydı, çünkü orada daimî aday Ahmet Muncura vardı. İlk kez liste usulü seçim yapılacaktır ve iki büyük partiden ancak 1. (Hıristiyan) ile 2. (azınlık mensubu) sıradaki adayların seçilme şansı vardır, onun için tek isimden söz ediyorum. Partilerin kapıları kapanınca Sabahattin Galip bağımsız aday olmaya karar verdi, İskeçe’de benzeri gelişmeler olmaktadır, ama orasını anlatmıyorum. Sabahattin ağabeyin seçim eşiğini aşıp milletvekili olması imkansızdı, ama rahmetli o dönemde o kadar hırslıydı ki. Nitekim 10 binden çok oy toplayarak gücünü gösterdi. Y.D. ise azınlıktan 20 binden çok oy aldı, bu oylar Müftüoğlu’nun hanesine yazıldı. Pasok’a ne kaldı, bir avuç oy.

Pasok ile bağımsızlar arasındaki ilişkiler
Seçim sonuçlarına bakıp, “Pasok’un Azınlığı seçmen olarak kesinlikle kaybettiği anlaşılıyor” diye yazıyordu “Pontiki” gazetesi. Nasıl kaybetmesin, Pasok ilk 4 yıllık iktidar döneminde Azınlığın bütün umutlarını boşa çıkararak Y.D.’ den bile daha baskıcı çıkmıştı, Türkiye düşmanlığında ise şampiyondu. Pasok, işte bu saptamadan çekilerek, kendine verilmeyen oyların büyük rakibi N.D.’ye gitmesini engellemek için daha 1985’ten bağımsız listeleri el altından desteklemeye başladı. Üstelik şimdi öyle bir Y.D. vardı ki, başındaki Miçotakis Yunanistan’daki akıma ters giderek Türkiye ile ilişkilerden ve dostluktan yanaydı ve kendisinin canını sıktıkları zaman “Hayır, Türkiye Yunanistan’ı tehdit etmiyor!” diyecek kadar ileri gidiyordu. 1989-90 yıllarında 10 ay içinde ardarda yapılan üç genel seçimde bağımsız listeler ile Pasok, daha doğrusu Pasok içinde bir odak, çok girift bir ilişki içine girdiler. Birkaç kez bu ilişkilerden söz etmiştim, bir gün nedenlemeye çalışacağıma söz vererek. Şimdi yeri geldi, ama yine eksik olacak. (Rodoplu Mayıs 2006 tarihinde Gençler Birliği’ndeki bir toplantıda ilk kez kendisinin bu “karanlık” ilişkilere nasıl katıldığını ve karıştığını anlattı, 15 yıl sonra, hele şükür!) Şimdi, Azınlığın oy potansiyeli ve çıkaracağı iki milletvekili nedir ki, tümü N.D.’ye gitseydi ne olurdu diyeceksiniz belki. Kazın ayağı hiç te öyle değil. Zira Pasok öyle bir seçim yasası yürürlüğe koymuştur ki, bu üç seçimde ilk parti olan N.D. %45 ve %46’ları aşan bir oranda oy toplamakta, ancak Mecliste çoğunluğu elde edip tek başına hükümet kuramamaktadır. Azınlığın oylarını da alsa, Azınlıktan da bir veya iki sandalye kazansa o zaman hükümet kurabilecek, durumlar öyle bir kritik noktadadır. Önceki iktidar Andreas Papandreu iktidarıdır, azınlık sorunları için (ve Yunan-Türk gerilimi için) yüklenilecek biri varsa Papandreu’dur, ama bizim bağımsızlar onu ağızlarına bile almazlar, “anlamsız” ve korkunç bir Miçotakis aleyhtarlığı yürütmektedirler. Sadık, “Miçotakis’e hükümet kurdutmayacağım” diye bağırıyordu, daha başka şeyler de söyleyerek. Milletvekili seçildikten sonra Rodoplu’nun ilk demeçlerinden biri aynen şöyleydi: “Bizim amacımız Miçotakis’ten bir sandalye koparmaktı. Benim seçilmemle bunu başardık.” Bağımsızlar, el altından desteklenmenin borcunu ödüyorlardı.

Müftüoğlu milletvekili seçildi
Ve Müftüoğlu “icazetli” olmadığı halde 1985 seçimlerinde milletvekili seçildi. Milletvekili seçilmiş olması, daha sonra Koca Kapı’yla arasının kapanmasına neden olabilirdi, ama tersine daha da açılmasını sağladı. Milletvekili seçildi, ama artık iyice palazlaşmış Takım onun emdiği südü burnundan getirmeye başladı. Başta Akın’da Hatipoğlu. Müftüoğlu 1985’ten sonra ikinci bir “büyük düşman” kazandı, Gerçek gazetesini çıkaran Rodoplu’yu. Kendisine yapılan saldırıların Koca Kapı’nın onayıyla olduğunu sezdiği için sinirleri iyice gerilmeye başlamıştı. Koca Kapı’ya karşı 1974’ten sonra konulan ilk açık politik tepkinin önce dolaylı ve sonra dolaysız kahramanı Müftüoğlu olmuştur. Yıl 1987.
(Burada bir parantez açayım. Hak ettikleri halde, zira zaman zaman devirdikleri çamların sayısı çok büyük, ve tabiî bunların arasında Celal Bayar’ın bahçesindeki çamlar da var..., eleştiri gibi bir eleştiriye hedef olmayan sonraki azınlık milletvekillerinin, başta Galip Galip, haklarında en küçük bir iğneleme, hatta bir mizah karşısında gösterdikleri aşırı tepkiyi gördükten sonra, Takımın Müftüoğlu aleyhindeki Akın, Gerçek ve daha sonraki gazetelerde yayımlanmış çamurlarına ve çirkefliğine bir göz atmalarından yararlı çıkacaklarını sanıyorum.)
Azınlık milletvekillerinin Meclis içi ve dışında faaliyetlerini inceleyen V. Aarbake, o zamana kadar en faal ve en başarılı tabloyu Müftüoğlu’nun sergilediğini söyler. Ama ağzıyla kuş tutsa makbul değildir. Zaten istenen bu değildir, başka şeylerdir.

Milletvekilliği döneminden iki olay
Müftüoğlu’nun milletvekilliği döneminden bu dizimizin konusuna giren iki olayı anımsatalım. Biri Müftülük olayı, öbürü kara liste.
Kara liste uygulaması onun milletvekilliği döneminde başladı. Bu uygulamanın kaldırılması için Türk Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz’la üç kez görüştüğünü anlatmıştı bana. İlk görüşmesinde Mesut Yılmaz’ın tepkisi: “Olmaz öyle şey!”. Dışişleri Bakanıdır, ama olaydan haberi yoktur. Çünkü, Susurluk’tan sonra anladık ki, karar Derin Devletin kararıdır. Son görüşmelerinde Mesut Yılmaz “konunun benim bilmediğim yanları varmış” der, kara listeyi kaldırmak istemez veya kaldırmaya gücü yetmez.
Şapçılı, Hafız Cemali’nin Gümülcine Müftü Naibi tayin edilmesine onay vermiştir. Bana bu hareketini nedenlememiştir. Soruşturma yapmak huyum değildir, o anlatmadı, ben de sormadım. Yalnızca bir gün “Onun bana seçimlerde çok yararı oldu, ben de kendisini desteklemek gereğini hissettim.” demişti, o kadar. Hafız Yaşar’la birlikte hareket ettiklerine göre, herhalde oraya Takımın etkisinde olan birinin geçmesini engellemek için onu desteklemişti. Ancak hemen ardından aynı Şapçılı, bu tayine yasaya aykırıdır diye Danıştay nezdinde itiraz ederek, o zaman daha yürürlükte bulunan eski yasada öngörüldüğü gibi Müftülük için seçimlerin ilanını istemiştir. İşte bu itiraz dilekçesi yüzünden başına gelmedik kalmadı, bir başka yazımda anlatmıştım. Önce partisi Yeni Demokrasi, kendisinden bu itirazı derhal geri çekmesini ister. Ardından Takım aynı taleple üzerine çullanır. Gerçekleri sapıtmak, akı kara ve karayı ak göstermek ve dipsiz demagoji bir marifet ise, bizim Azınlıkta Hasan Hatipoğlu’nun eline su dökecek yoktur. İtiraz olayını özetle şöyle yorumluyordu: “Efendim, Hafız Cemali tayin edilmiştir, ama bu tayin kesinlik kazanmamıştır ve iptal yolları açıktır. Müftüoğlu’nun itirazı Yönetimle danışıklı bir döğüşten, Azınlık aleyhinde bir komplodan başka bir şey değildir. Danıştaya yapılan itiraz görüşülüp reddedilecektir, böylece tayin Yüksek Mahkeme kararıyla da onaylanacak ve bu yolla kesinlik kazanacaktır, iptal yollarını kapayarak... Azınlığın yüksek menfaaleri için bu itiraz geri alınmalıdır vb.” Rodoplu’nun Gerçek gazetesinde ne yazdığını anımsamıyorum, ama o da aynı telden çalıyordu tabiî.
“Bir taraftan partiden baskı, öbür taraftan Koca Kapı’dan. Koca Kapı’nın baskısından sonra itirazı geri çekmek zorunda kaldım.” demiştir bana Şapçılı, hem de birkaç kez. Ben bunu bir münasebetle bir süre önce yazdım ya, doğrusu herkesin bildiğini sanıyordum, bu kadar rahatsızlık yaratacağı ve inkâr edileceği aklımın ucundan geçmiyordu, ama neredeyse kıyametler koptu. Araya Haki de girdi, Şapçılı ona böyle bir şey anlatmamış, anlatmadığına göre böyle bir şey olmuş olamaz diye yazdı. Bu mantığı anlamak mümkün değil, ama izah etmek mümkün. Fakat beni asıl rahatsız eden, onun Şapçılı hakkında “biraz korkaktı”, kuru gürültüye papuç bırakırdı gibilerden yaptığı yakıştırmadır ki, bununla yine Koca Kapı’nın baskısına boyun eğmiş olabilir demeye getiriyor. Katılmıyorum. Şapçılı’nın kusurları arasında sayılabilecekler arasında “korkaklık” asla yoktu, tersine o yürekli bir agamızdı ve bunu azınlık konularında defalarca kanıtlamıştır, yeter ki bir hareketin doğruluğuna inansın ve kararını versin. Çekingen bir mizacı vardı, çekingenlik ve sıkılganlığı korkaklıkla karıştırıyor Haki. Yalnızlıktan hoşlanırdı, yolun ortasından yürümez, hep kenarcıktan, damlalıkaltlarından giderdi, sosyalizasyonu pek gelişik değildi... Yine böyle bir gün başını önüne eğmiş, karşıdaki damlalıkaltından yürüyor, böylece karşıda duran bizlerle aradaki mesafeyi büyüterek selam vermek gereğini de ortadan kaldırmayı amaçlıyor gibiydi. Doktor Necati Hasanoğlu bana dönüp şu yorumu yaptı: “Yahu İbram, bu Şapçılı milletvekili oldu, değişmedi. Hep böyle başı önüne eğik, damlalıkaltından yürüyor, insanlara selam vermekten âdeta kaçıyor. Bunun biraz yırtık olması gerekmez mi? Şapçılı’nın psikolojisini nasıl izah ediyorsun?...”

Müftüoğlu partisi tarafından cezalandırıyor
Milletvekili Mehmet Müftüoğlu, Haziran 1989 seçimlerinde partisi Y.D.’den aday gösterilmedi. Bir önceki dönemin milletvekilinin, kendisi çekilmedikçe, sonraki seçimlerde aday gösterilmemesi çok istisnaî bir haldir. Müftüoğlu cezalandırılmıştı, böyle bir cezayı asla beklemiyor ve nedenini önceleri kestiremiyordu. Kendisine ben bildiklerimi söyledim. Cezalandırılmasının başlıca nedeni, zira başka nedenleri de vardı, kimseye danışmadan Danıştaya sunduğu o itiraz dilekçesi ve genel olarak geçimsizliği ve disiplinsizliği idi. Bir “millî meselede” partisini zor duruma sokmuştu. Haziran 1989 seçimleri koşullarında aday olmaması belki onun için en hayırlısıydı, ama o bunun farkına çok sonraları vardı. Bunu neden mi söylüyorum? Müftüoğlu, “ideolojik” mücadele vermeye hazır değildi, oysa Azınlıkta seçimler öyle bir boyut kazanmıştı, şimdi 1985’teki gibi bağımsızlar karşısında oy toplamak ve seçilmek şansı yoktu. Yeni gerçeği değerlendiremiyordu, bu fırsatla o zaman onun ne kadar kaderci bir insan olduğunu görmek beni şaşırtmıştı. Böylece 5 ay sonraki seçimlerde bu kez bizzat Miçotakis’in “baskısıyla” ve ricasıyla yeniden aday oldu. Miçotakis’e kırgındı, ama baskısına boyun eğdi. “Sana haksızlık edildiğini kabul ediyorum, ama bu kez ille de senin bizzat aday olmanı ben istiyorum” diye üstelemişti. İkinci aday Hasan İmamoğlu olacaktı. Bunu öğrenince, ortamın el verdiğini de görür ve İmamoğlu’nun adaylığını veto eder. İmamoğlu’nun parti içinde kendi aleyhinde bazı ayak oyunlarını keşfetmiş ve korkunç öfkelenmişti, onun kendisini arkadan bıçakladığını söylüyordu, öğrendiklerini bir bir bana anlatarak. Haziran seçimlerinde adaylıktan menedilmesini özellikle İmamoğlu’na bağlıyordu. Şimdi öç zamanıdır, ya o ya ben, der. Koyduğu şart önce kabul edilmez, o üsteler, saatlerce süren tartışmalar, sonunda parti bürolarından ayrılır ve Gümülcine’nin yolunu tutar. Yoldan çevirirler, karar alınmıştır, İmamoğlu aday olmayacaktır... Böylelikle ikinci adaylık bana kaldı. Bütün bu olup bitenleri tabiî ben Müftüoğlu’nun ağzından sonradan dinliyorum. Müftüoğlu Azınlıkta seçim şartlarının ne kadar değişmiş ve zor olduğunu pek farketmemişti, ona uzun uzun anlattım, bilmediği birçok şey varmış, hayret etti, ama yine de onu pek ikna ettiğimi göremiyordum, bir önceki seçimlerde 20 binden çok azınlık oyunu toplamış olduğuna güveniyordu. Ve bir de o kaderciliği. “Hasan İmamoğlu’nu adaylıktan menettirmekle ondan intikam aldığını sanıyorsan, yanılıyorsun.” dedim. “İmamoğlu’nun haberi olsa sana müteşekkir kalacaktır, ona en büyük iyiliği etmişsin, çünkü onun adaylıktan şeytan görmüş gibi kaçtığını ben çok iyi biliyorum.” İmamoğlu 5 ay önceki seçimleri aday olarak yaşamış, Azınlıkta estirilen havayı teneffüs etmiş ve her şeyin farkındaydı. Partiye, ilişkilerini bozmamak için ve her ihtimale karşı, aday olacağım diyordu, ama Azınlıkta hüküm süren o şartlarda aday olmamaya kesinlikle kararlıydı. Nitekim İmamoğlu bir kez daha aday olmadı. Ekim 1993 seçimlerinde bile, Y.D. ona garanti adayı gözüyle bakıyordu, o ise son gün aday olamayacağını bildirdi. Y.D. de İmamoğlu’nun defterini dürdü. Kasım 1989 seçimlerini aday olarak Müftüoğlu da yaşadı, o da gördü, ondan sonra bir kez daha aday olmadı.
Siyasetin bir çirkinlik olduğunu söylerler. Siyasetin değil, insanların çirkin olduklarına inanırım. Siyaset, yalnızca, insanların içinde taşıdıkları çirkinliklerin ortaya çıkmasını kolaylaştırır. Kaya Hatipoğlu, 1989 yazında bana, madem ki siyasete giriyorsun, bak, çok mendabur bir şeydir bu, senin en yakın dostlarınla aranı açar, onlarla düşman eder, demişti. Nedense beni etkileyen bu sözü kulağıma küpe yaptım. Siyaset yüzünden kimseyle aramın açılmasına müsaade etmeyecektim. Devamında bu ilkeye kendi açımdan kesinlikle sadık kaldım. Ancak sonunda pek çok kişiyle ve dostla siyaset yüzünden aram açıldı, onlarla düşman oldum. Şunu söyleyebilirim, hiçbir defasında dargınlığa yol açan inisiyatif benden gelmedi. Her defasında iyi niyeti elden bırakmayarak, yanlış gördüklerime, tahriklere ve çirkinliklere yanıt vermekle yetindim. Ve bütün bunlar belki siyaset çeçevesinde oldu, dargınlıklar ve düşmanlıklar o çerçevede kazanıldı, ama eminim ki siyaset dışında da aynıları olacaktı. Ve bütün bunların gerçekte siyasetle ilgisi yoktu, öncelikle insanî değerlerle ilgisi vardı.

Mübarek Rodoplu!
Benim Müftüoğlu’nun Danıştay’a yaptığı talihsiz itirazı konusundaki ifşaatımla (!) ilgili Danışma Kurulu toplantısında Rodoplu, “Müftüoğlu itirazını Konsolosluğun baskısından sonra değil de, Azınlığın (Takımın demek istiyor) baskısıyla çekti.” diye iddia etmiş. A be mübarek Rodoplu! Aranızda “savaş” var, Takım hiç Müftüoğlun’a söz geçirebilir miydi, onun üzerinde baskı oluşturabilir miydi? Sonra Konsolosluk itirazın sürdürülmesinden yanaydı ve Müftüoğlu’na yürü dedi de, Takım mı karşı çıktı ve Konsolosluğa isyan etti ve sonunda Müftüoğlu Konsolosluğu dinlemedi de sizi dinledi? Hadi canım sen de!
Takım niye itirazın çekilmesini istiyordu ve bu konuda niye en inanılmaz iddialara ve en çirkin çamur atmalara başvurmuştu? Korkuları, iddia ettikleri gibi itirazın reddedilmesinden ve böylelikle tayinin sözüm ona kesinleşmesinden kaynaklanmıyordu, bunun tam tersi. Ya itiraz kabul edilirse, işte bundan korkuyorlardı. Sonra Müftüoğlu saygınlık kazanacaktı, işte en istemedikleri buydu. Çünkü Müftüoğlu’na karşı “Yönetimin işbirlikçisi, hain” gibi yakıştırılan sıfatlara gölge düşecekti. Ve Takım, azınlık sorunlarının çözümünü istemiyordu. Zaten çözüm, imkansız değilse bile çok zor bir işti, ama böyle bir olasılık ufukta görününce, duruma göre ya mücadeleyi sabote ediyorlardı, Yönetimle veya bir başka şekilde korkutarak, ya da yokuşa sürüyorlardı, uzlaşmaz görünerek ve olmayacak şeyler talep ederek. Bunun siyasette adı provokasyondur. Bu iddiayı bizzat yaşadığım olaylardan birçok örnekle destekleyebilirim. Diziyi uzatmak pahasına bunu yapacağım, yeri geldikçe. Şu itiraz olayı bunlardan bir tanesi. Yukarıda anlattığım Miçotakis düşmanlığı bir başkası.

Müftüoğlu’nun erken tepkisi
Şimdi yukarıda Müftüoğlu’nun erken tepkisi dediğim olayı anlatacağım. Ama önce çok daha eskilerden başlamak istiyorum, Selanik’teki öğrencilik yıllarımızdan. İlintisi var da onun için.
Müftüoğlu’nu uzunca anlatışımın bir nedeni var. Ölümünden sonra onun hakkında yazmayı aklımdan geçiriyordum, şimdiki gibi değil tabiî. Ölümlerinden sonra tanıdığım azınlık büyükleri veya azınlık yaşamını etkilemiş kişiler hakkında ağıt yazmak, bildiklerimi yazmak, kendi kendime edindiğim hüzünlü bir görev, her zaman yerine getiremediğim. Ölenlerimizi çabuk unutuyoruz, izlerini muhafaza etmeye çalışmıyoruz, onlarla ilgili hiçbir kaydımız yok, ne idiler, ne yaptılar, gelecek kuşakların öğrenmek isteyince onlarla ilgili başvuracakları hiçbir kaynak yok. Herhangi bir azınlık büyüğünü, bu topluma hizmet etmiş herhangi bir kişinin yaşamını, icraatını ve hizmetlerini anlatan hiçbir broşür, üç beş sayfalık derli toplu hiçbir yazı bulamazsınız. Müftüoğlu’nu yazmaya başlamıştım, araya başka ivedili işler girdi, tamamlayamadım ve kaldı. Şimdi bu görevi yerine getirmenin sırası.


arkası gelecek

0 yorum: