RODOPLU’NUN SÖYLEŞİSİ - J



Azınlıkça Dergisi
Sayı:30
Mayıs 2007
Yazı Dizisi
İbram Onsunoğlu

RODOPLU’NUN SÖYLEŞİSİ ve yarım gerçekleri
-ve yalnız onlar değil


Azınlığın yakın geçmişine bir göz atarken

Refika Nazım’ın anısına


-J-

II. Bölüme giriş
ve bana iletilen gözlemler

Sonunda bir diziye dönüşen bu sütunda yazmakta olduklarımıza iki ay ara verdikten sonra, şimdi onların bir bilançosunu yapmak ve, mademki aynı konular üzerinde daha söyleyeceğimiz bir hayli şeyler var, buradan sonrakilere artık yeni bir başlık altında devam etmek zamanı geldi. Zira çoktandır yazıların içeriği başlıkla uyuşmuyordu.
“Rodoplu’nun yarım gerçekleri –ve yalnız onlar değil”, gerçekten önce öyle tasarlanmıştı. Yani “Öğretmenin Sesi” (Eylül 2005) dergisinde çıkan söyleşisinde İsmail Rodoplu’nun 1989-90 dönemiyle ilgili iddialarına ve yaptığı güzelsemelerine yanıt verilecek ve bunu desteklemek üzere bazı olaylar anlatılacaktı. Topu 15 sayfalık bir yazı, Azınlıkça’nın üç, bilemedin dört sayısında tamamlanacaktı. Ama şimdiden 100 sayfayı aştı, sonunda 200 sayfayı bulacak.
Bir dost bana «roman yazıyorsun» diye takıldı. «Eski gazetelerdeki tefrika romanlar gibi. Azınlıkça’nın yeni çıkacak sayısını bize iple çektiriyorsun.»
Birçok roman yazarının yaşadığı garip bir durum vardır. Yazar, romanın konusunu belirler, kahramanlarını yaratır, kişiliklerini çizer ve onları yönlendirir. Bunları yazıya dökerken, bir noktadan sonra kendi yarattığı kahramanlar âdeta yazardan bağımsızlık kazanır, onları yönetmekte güçlük çektiğini, peşlerinden sürüklenmeye başladığını farkeder, önceden hiç tasarlamadığı maceralar araya girer. Celal Bayar’daki edebiyat hocamız Firuzan İşman, İspanyol yazar Unamuno’nun benzeri yaşantılarını anlattığı bir yazısı üzerinde uzun uzun durmuştu. Yukarıdakiler o dersten anımsadıklarım.
Benimkisi roman değil tabiî, ama roman gibi oldu. Benim “kahramanlarım” da önceden anlatmayı hiç tasarlamadığım “maceralara” karıştılar, belleğimden silinmiş olup ta bir başka münasebetle birden yeniden canlanan, o anda yazdığım konuyla ilişkili ilişkisiz birçok olay, es geçemediğim. Sonra, dizi uzayınca, güncel tahrikler ve yeni dürtüler ortaya çıktı. Bütün bunlara değinmemezlik etmem elimde değil, beni peşlerinden sürüklüyorlar. Konuyu hepten dağıtmamak için sonradan onlara bir düzen vermeye, aralarında bağ kurmaya çalışıyorum, bunda her zaman başarılı olamayarak.
Konu uzayınca, azınlık yaşamındaki belirli bir zaman dilimini inceliyorum artık, 1986-96 dönemini, bu dönemde olup bitenleri anlatıp eleştiriyorum, benim yaşadığım, farkettiğim ve anımsadığım ölçüde. Bir başka deyişle anılarımı yazıyorum. Tutarlı görünmek için, Rodoplu’nun yarım gerçeklerine de en sonunda yeniden sıra gelecek. 1986-96 döneminin azınlıkiçi sorumluları, Azınlığın ayağını kırıp, kalkıp yürümesini ve çağdaş gelişimini otuz yıl geciktiren kendinibilmezler, o zaman olup bitenler ve Takımın icraatları konusunda susuyorlar. Rodoplu biraz konuşmuş, yakasını bırakır mıyım?
Azınlıkta anılarını yazmak bir alışkanlık değil. Herkes bildiklerini mezara götürüyor, ardından hiçbir kayıt bırakmadan, ama boşluk bırakarak. Bana anılarımı yazdıran başlıca dürtü bu. Başkaları da var.
Bu çerçevede bundan birkaç yıl önce “Şafak” dergisinde Yönetimle olan kişisel kavgalarımı anlatmıştım, 1965’lerden 1998’lere dek süren ayrımlar ve baskılar dönemini de özetlemeye çalışarak. Şimdiki dizide ise Azınlık ile Koca Kapı ilişkilerini anlatıyorum, özellikle 1986-96 döneminde odaklanarak, “kara liste” dönemi olarak adlandırdığımız o dönemde. Bu ikinci teşebüssüm. Geniş bir eleştiriye ilk kez Hafız Yaşar’ın ölümü münasebetiyle teşebbüs etmiştim, o karanlık dönemin devam ettiği yıllarda. O zaman yarıda kalmıştı, şimdi tamamlamak için fırsat doğdu.
Şafak’ta yayımlanmış anılarım için olsun, Azınlıkça’da yayımlanan bu şimdikiler için olsun, onları kitaplaştırmam için öneriler alıyorum. Niçin olmasın diye düşünmeye başladım.
Sadık Ahmet üzerinde ayrıca durmaya niyetim yoktu. Sadık’ın ölümünden sonra Türkiye’de bazı çevrelerin onun yerine koymaya çalıştıkları dul eşi Işık hanım, kocasını aratırcasına, bundan bir buçuk yıl önce bir münasebetle Halil Haki’yi «ayağını denk al, bak seni yeniden kara listeye sokturmayayım» diye tehdit edince karar verdim. Bugün Haki, yarın başkaları. Bir kendini bilmezin sarfettiği gayriciddi sözler olarak algılanamazdı yalnızca bunlar. Yapar mı, yapar. Türkiye’nin azınlık politikasında o kadar “gayriciddi” şeyler yaşadık ki. Bugün hâlâ Işık hanımın Türkiye’de Batıtrakyalıların temsilcisi ve sözcüsü gibi kabul görmesi ve yetki kullanması, süregelen ciddiyetsizliğin başlıca örneği. Eskiden kocasının sağlığında azınlık bireylerini kara listeye sokmak gibi bir deneyimi olmasaydı ve hâlâ böyle bir yetkiyi elinde bulundurmasaydı bu tehdidi hiç savurabilir miydi? Ne kadar kendini bilmez olursa olsun. Artık bir başkasından işitmiyoruz ya benzeri bir tehditi, bir tek ondan. Örneklerini biliyorum, bazı soydaşların Türkiye’de işlerini yürütmek için bugün bile Işık’ın kapısını çaldıklarını, onu torpil olarak kullanmak için, bazılarının ise onun hışmına uğradıklarını. Bana anlatılanlara göre, Batı Trakya dernekleri Işık’ın faaliyetlerinden ve ona Öte’de tanınan yetkilerden korkunç rahatsız, “millî dulu” bertaraf etmeye çalışıyorlar, ama bir türlü başaramıyorlar. Arkası o kadar kuvvetli demek. Bir örnek: Aydın Ömeroğlu bundan bir kaç ay önce, 2007 yılı içinde, Milliyetçi Hareket Partisi başkanı Devlet Bahçeli’yle tanışır. Batıtrakyalı olduğunu öğrenir öğrenmez Bahçeli’nin Ömeroğlu’na yönelttiği ilk soru: «Işık Ahmet’le aran nasıl?» Merak ettiği şeye bakın, arası nasılmış... Dolayısıyla, sizi korkmaya alıştırmışlarsa, Sadık Ahmet’ten olduğu kadar Işık Ahmet’ten de haklı olarak korkmaya devam edebilirsiniz.
Bunları yazmakla bazı kişi ve çevreleri rahatsız ettiğimin farkındayım tabiî. Ayrıca Koca Kapı’yla aram yeniden açılmaya başladı. Yok zararı. Biz burada yalnızca demokratik eleştiri hakkımızı kullanıyoruz, uzun süre sırtımızda hissettiğimiz faşist uygulamalara karşı, daha başka bir şey yaptığımız yok. Bundan gelecek zarar da hüsnü kabulümüz.
İsmail Rodoplu kızmış, bu yakınlarda karşılaştığımızda bana çıkıştı: «Sen olayların dışındasın, buradan uzaktasın, o dönemle ilgili ne biliyorsun da ne yazıyorsun!» Perde önünde cereyan eden her şeyi biliyorum, herkesin bildiği gibi, o bildiklerimi yazıp yorumluyorum. Asılsız bir iddia varsa, tahrif varsa, kalk düzelt. Benim yazdıklarımda çok eksiklikler olduğunu tabiî kabul ediyorum. Ve gerçek, benim bildiklerimden elbette çok daha çirkin. Ama senin de söylemek istediğin şeyler varsa, başkalarının bilmediği, onları duyurmak istiyorsan, otur yaz. Engelleyen mi var? Ha şimdi perde arkasındakilere gelince, oradaki çirkinliklere, işin esasını oluşturan olaylara, doğrudur, onlara Takım üyeleri vâkıf, dışarıya sızdığı ölçüde ancak bazı şeylerden haberimiz oluyor bizim. Örneğin, İstanbul’da yapılan Batı Trakya Türkleri I. Kurultayında (ben ilkine davetli değildim, bu sonuncusuna da davet edilmediğim gibi) iyice azıtıp ta Başkonsolos Hakan Okçal’ı geldiği köye sürmekle tehdit eden (!) Sadık’ın bu olay yüzünden Takımın öbür üyeleri önünde nasıl derindevletçi bir terbiyeden geçirildiğini kamuoyu nereden öğrenebilirdi ki, görgü tanıkları İsmail Rodoplu, Hasan Hatipoğlu ve diğerleri anlatmamış olsalar? «Hani kopartma kızanlar vardır, ortalarına bir köpek enceğini alırlar, ona işkence etmek için. Biri bir tekme vurur enceğe topa vururcasına, tekmeyi yiyen encek takla atarak beş metre uzağa yuvarlanır, vililim vililim! Sonra bir başkası karşıdan yeni bir tekme atar, encek yeniden vililim vililim!... Ha işte Sadık’ı böyle yaptılar.» Duyguların açıkça ortaya döküldüğü bu edebî tasvir aynen Rodoplu’nun kendi ağzından. Bir tek şunu eklemedi: «Ben de araya girip, Yaradana sığınarak yerde viyaklayan enceğe bir de ben tekme yapıştırdım olanca gücümle!» Ama onu demeye getiriyordu.
Bana iletileli çok oldu, ama yeri geldi, anlatayım. Bir soydaş topluluğunda benim yazdığım bir konu, pek bilinmeyen bir olay tartışılmaktadır, gerçekten öyle midir, değil midir diye, ve biri atılır, «İbram yazmışsa doğrudur!» der. Bilmiyorum kaç okuyucuma böyle bir güven sağlayabilmişim, ama Azınlıktan bir yazanı bu gözlemden daha mutlu kılacak başka bir şey olamaz herhalde.
Kendisiyle bu yakınlarda tanıştığım bir genç kızımız, Türkiye’de okumuş ve memlekete yakında dönüp çalışmaya başlamış, bana şunu soruyordu: «Azınlığın yakın geçmişini hiç bilmiyorum, uzun süre buradan uzak kaldığım için. Öğrenmek istiyorum, kaynak ve kitap arıyorum, ama bulamıyorum. Sizin yazılarınızdan biraz yararlanıyorum, ama daha derli toplu bir şey isterdim. Bana tavsiye edebileceğiniz böyle kitaplar var mı?» Yok. Derli toplu hiçbir şey yok, hiç olmazsa azınlık cephesinden. Var olanlar genellikle kaba bir propagandadan ibaret, orada olup bitenlerle ilgili gerçek bilgiler ve doğru yorumlar pek bulamazsınız. Birkaç yabancı ve Yunanlı araştırıcının Türkçeye çevrilmemiş yapıtları daha nesnel ve daha bilgilendirici. Azınlığın biz eski kuşakları yeni kuşağa bizim yaşadığımız dönemle ilgili esaslı bir kayıt bırakmamışsak, aramızda bir bellek, tarih ve devamlılık köprüsü oluşturamamışsak, o zaman temel bir azınlıksal görevde başarısız olmuşuz demektir.
Eski milletvekili Mustafa Mustafa’nın bir gözlemini ilettiler, «Agam, Azınlığın yakın tarihini yazıyor» demiş. Şaka etmiş, tarih yazmak nire, ben nire. Benim yaptığım özellikle politik eleştiri. Ama yine de Mustafa’nın gözlemini bir an için ciddiye alıp aşağıdaki başlığı “tarihçi edasıyla” yazmaya çalışacağım.

Azınlık ile Koca Kapı ilişkileri

1974’ten bu yana
Daha önce bu konudan söz etmeye başlamıştık, devam edelim ve tamamlamaya çalışalım.
Yunanistan’daki 1974 siyasî değişikliğinden bugüne dek Türk Azınlığı ile Konsolosluk ve genel olarak Türkiye arasındaki ilişkileri şu dönemlere ayırmak mümkün: 1. 1974-80. 2. 1981-85. 3. 1986-96. 4. 1997’den bugüne dek. Bu son 10 yıllık dönem de, bu süre içinde gözlemlenen bazı değişimler durağanlık ve kesinlik kazanırsa, bölümlere ayrılabilir, ama bu gelecekte belirlenecek bir konu.

Azınlıkta bir tabu
Türkiye ile ilişkiler Azınlık için bir tabudur. Öylesine kapsamlı ve derindir, ama açıklanmaz, yorumlanmaz, eleştirilmez, savunulmaz bile, kısaca onlardan söz edilmez. Sanki yokmuş gibi davranılır ve susmak tercih edilir. Bu tabunun oluşum sürecini kabaca özetleyelim.
Yunanistan ile Türkiye arasında, kısa süreli dostluk dönemleri dışında, iki ülkeyi zaman zaman savaşın eşiğine kadar getiren ezelî bir rekabet ve sürtüşme vardır. Yunanistan için Türkiye “saldırgan ve yayılmacı bir düşman ülkedir”. Bu çerçevede Azınlığın Türkiye ile ilişkileri “gayrimeşru” kılınmış ve “yasak” edilmiştir. Azınlık, “Türk yayılmacılığının” hedefini oluşturmaktadır, onun için töhmet altındadır. Azınlık, Türklüğünü koruyup savundukça, Türkiye ile ilişkilerini sürdürdükçe, Yönetimin ve Çoğunluğun olumsuz duygu ve davranışlarına katlanmayı da göze almalıdır. Türkiye’den ve Türklükten uzaklaşmak, Azınlık için töhmetten kurtulmanın tek yoludur.
Her gün sistemli olarak yinelenen bu mesaj, bu psikolojik savaş, Azınlık üzerinde dayanılmaz bir “manevî baskı” kurmaktadır, tabu nasıl oluşmasın? Tabunun oluşumunda başka etkenlerin de katkısını görmek mümkün tabiî.
Güncel bir örnek: Bu yakınlarda, Mayıs 2007 sonunda, 33 Pasok milletvekilinin Dışişleri Bakanı Bakoyannis’e yönelttikleri soru önergesindeki Azınlıkla ilgili bölüm incelenecek olursa, orada Azınlığa yine aynı ebedî mesajların iletildiği saptanacaktır: «Türkiye’den ve Türklükten uzaklaşın. Biz sizi o zaman seveceğiz.» Zira bir yıl önce Başbakan Karamanlis’in Türkiye’ye resmî ziyareti açıklanmayan ama kolay anlaşılan nedenler yüzünden iptal edilince (ben dostluğu bu noktada tutmak istiyorum, daha ileri götürmek istemiyorum), iki ülke arasında soğuk yeller esmeye başladı ve ortam bu dostluk yüzünden yumuşayan “manevî baskıyı” yeniden sertleştirmek için elverişli hale geldi. Soru önergesindeki bir bölüm, bir tek cümle, ama orada her şey var, geleneksel azınlık politikası bundan daha iyi özetlenemezdi: «Trakya Müslüman kültürüyle hiçbir ilişkisi olmayan “öz” Türk modelleri (Türkiye ve Konsolosluk tarafından) dışarıdan empoze edilerek, Azınlıktaki değişik etnik grupların kültürel soykırımı geliştirilmektedir.» Daha çağdaş bir dil, ama oldum olası aynı çağdışı saplantı, hiçbir şey değişmemiş gibi. Öyle ya, Azınlık, Osmanlı’nın öz kalıntısı değil de, 1923’te gökten zembille indi.
Azınlığa karşı öteden beri yürütülen bu psikolojik savaşı “manevî baskı” olarak tanımlayıp anlatan Osman Nuri Fettahoğlu’dur, ta 1950’li yılların sonu ile 1960’lı yılların başlarında “Trakya” gazetesindeki bir yazı dizisiyle.
Bu “manevî baskı”, başka sonuçlar da meydana getirmektedir. Bir yandan tepki olarak Azınlıktaki Türkçü ve milliyetçi duyguları kırbaçlamakta, öbür yandan belirli kişiler düzeyinde kimlik bunalımına yol açmaktadır. Yönetimin amacı, kimlik bunalımını olabildiğince yaygınlaştırmak.
“Manevî baskı” ve diğer maddî baskılar Yunanistan ile Türkiye arasındaki kötü ilişkilerden kaynaklandığına veya en azından kötü ilişkiler bahane edilerek yürütüldüğüne göre, o halde ikili ilişkilerin düzelmesine en çok ihtiyacı olanların ve bunu en çok isteyenlerin başında Azınlık gelmektedir. Buna göre, Azınlık, kendisi yüzünden Yunan-Türk ilişkilerinin kötüleşmemesine elinden geldiğince özen gösterir.
Azınlık aydınlarına bir görev düşüyor, yukarıda tarif ettiğimiz tabuyu yıkmak. Türk Azınlığı ile genel olarak Türkiye ve özel olarak T. C. Gümülcine Başkonsolosluğu arasındaki ilişkilerin manifestosunu hazırlamak, ilkelerini saptamak, çerçevesini çizmek ve bunları açıkça ilan etmek, ve savunmak. Antlaşmalarla kesin olarak belirlenmiş konuların, bunlarla sağlanmış hakların, kendiliğinden anlaşılan özgürlüklerin, çağdaş uygarlık kazanımlarının, tarihî gerçeklerin bile zaman zaman inkâr edildiği Azınlığa karşı bu psikolojik savaşta ve yaratılan sisli ortamda elimizdeki başlıca savunma silâhımız olsun bu manifesto, tümümüzü birleştirebilecek bir ilkeler dizisi. Bize göre gerçek ve yasal durum budur, ilkelerimiz bunlardır, barışçı bağımlığımız şudur ve bütün bunlara saygı gösterilmesini istiyoruz diye ilan edelim. Azınlık, Yunan-Türk sürtüşmesinin rehinesi olmaya devam edemez. Türkiye ve Türklük ile ilgili konularda yerli yersiz suçlamalar, töhmet altında bırakma çabaları ve kimlik bunalımına yol açmayı amaçlayan strateji karşısında susmak veya sinmek yerine veya bölük pörçük tepkiler vermek yerine tüm Azınlığı ifade edebilen düzenli ve diyakronik tezlerle ortaya çıkalım ve karşı koyalım.

1974-1980 dönemi
Bu dönemi nitelendiren başlıca özellikleri bir başka fırsatla daha önce anlattık. Bir kez daha anımsatalım.
1974-80 yılları, Büyük Kovma’nın bütün şiddetiyle devam ettiği, Azınlığın panikleyip Türkiye’ye kaçtığı ve esaslı hiçbir mücadelenin verilmediği, Konsolosluğun ise Azınlık üzerindeki etkisinin en az olduğu dönemdir. Yönlendirme ve müdahale denilebilecek hiçbir şey yok, bunlar sonradan ortaya çıktı, o zaman panik halindeki darmadağınık Azınlık içinde böyle bir şey yapmak zaten imkânsız. Yalnızca bu değil, Azınlığa yapılan ayrım ve baskıları Türkiye kınamaya kalktıkça, Yönetim onları daha bir şiddetlendirerek yanıt veriyordu. Ancak buna rağmen, o korkunç Yunan-Türk gerilimi koşullarında merkezî ve yerel makamlarca, çeşitli kişi ve örgütler ve Yunan basını tarafından T.C. Gümülcine Başkonsolosluğu sürekli saldırılara hedef olmakta, Azınlığı Yunanistan aleyhinde örgütlemek, yerel ve genel seçimlerde nasıl oy kullanacağı konusunda yönlendirmekle suçlanmakta ve “ajan yuvası” olarak nitelendirilen bu Türk temsilciliğinin kapatılması için kampanya yürütülmektedir. Azınlık bireylerinin Konsoloslukla ilişkileri gayrimeşru kılınmıştır, oraya girip çıkanlar damgalanmakta ve yeri gelince cezalandırılmaktadır. Gerçi öteden beri süregelen bir durumdu bu, yeni değil, 1980’lerden sonra zaman zaman yumuşamış, zaman zaman şiddetlenmiş ve Konsolosluk bugünkü saygınlığını ancak 1999’lardan sonra, Yunan-Türk yaklaşımıyla kazanmıştır. Ama söz konusu yıllarda (1974-80, iki seçim kazanan Yeni Demokrasi Partisi kesintisiz olarak iktidardadır) koşullar çok daha ağır, saldırılar çok daha yoğun. O yüzden Azınlık içinde Konsolosluk hiç “popüler” değildi, orayı ziyaret etmek için basbayağı bir yürek gerekiyordu ve bazı tehlikeleri göze almak.

1981-1985 dönemi
Azınlığın baskı ve ayrımlara karşı örgütlenip nihayet mücadele etmeye başladığı yıllardır. Koca Kapı ise bu mücadeleyi kendi denetimi altına almaya çalışmaktadır. Mücadeleyle birlikte oluşan yeni koşullarda Azınlığın vesayetten çıkacağından, ayrıca Sol’un etkisi altına gireceğinden korkmaktadır ve denetimi elinden kaçırdığı telaşına kapılmıştır. Lider sınıf arasında “anlamsız” bir ikilik-bölünme baş gösterir ve gittikçe derinleşir. İkiliğin bir kanadı daha sonra Koca Kapı’dan destekli “Takım” olarak ortaya çıkacaktır. Öbür kanadı ise, ortak bir referansı olmayan, ama mücadeleyi asıl yüklenen kişiler, hiçbir zaman bir karşı Takım oluşturma yoluna gitmeden dağılacak ve Koca Kapı tarafından dışlanacaktır. Devamında onlar için kara liste vardır. Türkiye’de 12 Eylül darbesi olmuş ve dikta rejimi kurulmuştur. Azınlığa yansıması biraz gecikecektir, ama yansıdığında daha önce anlattığımız, daha sonra da anlatacağımız tüm olumsuzlukları beraberinde getirecektir. Yunanistan’ı Avrupa Ekonomik Topluluğuna sokmayı başaran Yeni Demokrasi Partisi 1981 seçimlerini kaybeder, iktidara sosyalist PASOK gelir. Azınlığa karşı uygulanan tenkil politikasının duracağına dair umutlar çok geçmeden suya düşer. Tenkil yeni uygulamalarla daha da hız kazanır, bunlar arasında büyük kamulaştırmalar vardır. Azınlığın Türklüğünün son resmî kanıtları olan üç dernek kapatılır. Burada artık bize hayat yok diyen azınlık insanı vatanını terkedip Türkiye’ye, kısmen de Avrupa’ya kaçmaktadır. Azınlık, bir yandan nüfus olarak azalmakta, öbür yandan ekonomik baskıların altında gittikçe fakirleşmektedir.
Yukarıdaki özetten ayrı başlıklar altında incelenmesi gereken çeşitli konular ortaya çıkmaktadır. Önce mücadelenin nasıl başladığını anlatalım.

arkası gelecek
http://ibramonsunoglu.blogspot.com/

Azınlıkça Dergisi
Sayı:30
Mayıs 2007

0 yorum: