Bizim insancıklarımız akıllıdır. Bak aklıma geldi anlatayım yeri gelmişken yaverim yaverdanım. Seneler 1916 olmalı. Mart mı desem Nisan mı işte o aralar, Yunanistan ikiye ayrılmış sayılırdı. Bir tarafta Venizelos bir hökümet, diğer tarafta ise kralın hökümeti. Necati Cumalı Paşa anlatmıştı, o zamanlarda Florina’da Müslümanlar çetelerin zulmünden kaçmaya başlamışlar. Kaçarken ise evdeki altınlarını, paralarını, takılarını çömleklere kutulara koyar, geri dönünce bulmak umuduyla toprağa gömerlerdi. Her neyse… Giden ailelerden bir tanesinde evi toplama telaşına düşen kadıncağız önce yüzük, küpe, bilezik falan ve sonra ise iğne falan ne varsa bir tülbetin içine koyup bağlamış, tülbent elinde nereye koyacağını bilemeden oraya buraya koşturup dururmuş. Eve bir aya kadar döneceklerini düşünerek bahçede, vişne ağaçlarını gübrelemek için getirilmiş bir gübre yığınına saklamayı kararlaştırmış. Mutfaktan emaye kaplı mavi çinko süt tencerisini almış, tülbenti içine koyup kapağını kapadıktan sonra, tencereyi gübre yığının ortasına gömmüş. Ve efendim yola çıkmışlar…
Çıkmışlar çıkmasına amma bunların gidişinden iki gün sonra bol yağmurlar inmiş. Bahçedeki gübre yığınını eritip yaymış. Allah’tan bahçelerinin iki yanında adam boyunu iki üç karış aşan duvarlar varmış.
Lâkin meğerse bunların evlerinin iki yanında da gâvur otururmuş... Gidenlerin ardından komşularının evinden ses gelmediği içün meraklanmış bunlar. Her iki gâvur da birbirinden habersiz duvara çıkıp komşularının bahçesine bakmışlar. Bakınca da yağmur sonrası eriyip giden gübre yığınının ortasındaki yarıya kadar açığa çıkan mavi tencereyi görmüşler... “Nedir bu, niye gübre yığının üstünde duruyor?” diye iyice meraklanmışlar. Tam atlayıp içindekini göreceklermiş ki, birbirlerini görmüşler. Görünce hem korkmuşlar hem de niyetlerini saklamışlar. Biri diğerine:
-Nereye bre? diye söylenip niyetlerini gizlemişler. Birbirlerine, “komşunun bahçesine yağmur zarar verdi mi vermedi mi ona baktım, yok efendim tavuğum kaçtı da ona baktım.” gibi palavra sıkmışlar.
Velhasılı bu iki gâvuru, o günden sonra gübre yığının ortasında duran mavi tencerenin içinde ne var diye düşünmekten uyku tutmaz olmuş. Her ikisi de birbirini gözler olmuş. Kim bahçeye dalıp tencereyi almaya kalkacak olsa, öbürü “ne ararsın komşunun bahçesinde bre?” diyerek engellermiş.
Anlayacağın yaverim yaverdanım, bunların ikisi de hem meraktan çatlarlarmış, hem de biri diğerine tencereyi kaptırmamak için gece gündüz bahçeyi gözetlerlermiş.. Bir boş an bulsa biri hemen kapıcak tencereyi ama diğeri buna izin verir mi, ha babam de babam nöbet tutarlarmış. Bir gün yine nöbet tutar iken dayanamamışlar ve sonunda duvar arkalarından çıkıp konuşmaya başlamışlar:
-Ben biliyorum senin ne aradığını...
-Ben de senin ne aradığını...
-Ne arıyorum?
-Ben ne aranıyorum?
Eh bittabiî dayanamaz gülerler..
-Bana bak, der, o gübrenin üstünde duran mavi tencere var ya, bir parmak yerinden oynarsa karışmam!
-Ben de sana onu söyleyecektim! Gübrenin üstünde pabuçlarının izini görmeyeyeyim!..
Velhasılı bir ay her gün, iki komşunun biri duvarın üstünden bakacak olsa öbürünü karşı duvarda görürmüş. Gübre yığının ortasında açıkta duran mavi tencereye bakar içinde ne var diye meraktan çatlar ama birbirlerine tencereyi yâr etmezlermiş.
-Sonra ne olmuş Paşam.
-Bakıyorum sana da dert olmuş mavi tencere yaverim yaverdanım.
-Öyle Paşam. Sahiden ne olmuş gübrelerin ortasında duran tencereye? Kim almış altınları?
-Ne olacak yaverim yaverdanım. Çeteler 2 ay sonra çekilince dağlara, evin ahâlisi evlerine geri dönmüşler. Bıraktıkları gibi bulmuşlar altınlarını.
Hem sahi, ben bu hikâyeyi sana niye anlattım Yaverim yaverdanım!
Azınlıkça
Marka Paşa
Mavi tencere var ya
Etiketler: MarkA Paşa
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder