Azınlığı Anlamamak

Azınlıkça
Sayı 29
Nisan 2007
Herkül Millas

Azınlığı anlamanın ne kadar zor olduğunu yıllarca önce ilk kez Batı Trakya’da öğrendim. 1965 yazında yeni evlenmiş motosikletle İstanbul’dan Atina’ya balayı gezisine çıkmıştık. Yanlış hatırlamıyorsam – ama eşim de doğruluyor yeri - İskeçe’de bir yüzme havuzunda yüzdük. Çok tatsız bir olay da yaşadık. Yüzme havuzunun sorumlusu olan yaşlıca bir beye gençten biri çok kötü konuştu. Söylenenlerden gencin çoğunluktan biri, yaşlı adamın ise azınlıktan olduğu anlaşılıyordu. Anlaşmazlık konusu aslında önemsizdi: genç, yüzebilmek için bir mayo ödünç istemiş, adam verecek mayosu olmadığını söyleyince de genç adam kızmıştı. Tartışmanın sonunda da açıktan açığa yaşlı adamın dinine küfür etmişti.
Beni üzen hem küfürdü hem yaşlı başlı bir adamın tepkisini gösterememiş, karşı koyamamış olmasıydı. Sinmiş hakkını aramamıştı. Yakından tanımış olduğum toplumsal korku duygusunu orada da görmüş oldum. Selanik’e vardığımızda çok uzak akrabalardan birilerini ziyaret ettiğimizde onlara olayı anlattım. Benim İstanbul Rum azınlığı içinde sürekli duyduğumun, ‘bizden farklı olarak’, Batı Trakya’daki azınlığın sorunsuz yaşadığıydı, oysa bu olaydan durumun hiç de öyle olmadığını gördüğümü anlattım. Eşimle birlikte nasıl sıkıldığımızı dile getirdik. Bu akrabalar genç ve okumuş insanlardı ve biz onlardan, en doğal bir biçimde, duygularımıza ortak olacaklarını bekliyorduk. Ama hiç de öyle olmadı. Bize azınlığın ‘hiç de göründükleri gibi olmadıklarını’, ‘Türkiye’ye sempati duyduklarını’, ‘Kıbrıs olayında Yunan tezine inanmadıklarını’ gibi şeyler söylemeye koyuldular.
Şaşkınlığım, hayal kırıklığına, sonra öfkeye, sonra umutsuzluğa dönüşüyordu. Biz Rumlar’ın da Yunanistan’a sempati duyduğumuzu anlatmaya çalıştım. Kendilerinden gayet emin, ‘ama siz Yunansınız, oysa onlar Türk değil Yunan vatandaşıdırlar’ dediler. Bizim de Türk vatandaşı olduğumuzu anlatmaya çalıştım, ama ne anlatabildim ne de inandırabildim. ‘Çocukluk bunlar’ dercesine bilgiççe gülümsemeleri hala gözümün önündedir. Selanik’ten ayrılmadan azınlığı anlamanın ne kadar zor olduğunu iyice bellemiştim.
O gün bu gündür ‘azınlıkları azınlıktan olan kimseler anlar’ ilkesini koruyorum. İstisnalar da olabiliyor doğal olarak. Yine de istisnalarla karşılaştığımda bu insanların kimliklerini araştırma eğilimim egemen oluyor. Bu konuda duyarlı insanların şöyle yada böyle genellikle bir tür azınlık geçmişine sahip olduklarını buluyorum. Kimileri zamanında ideolojik nedenlerle, yada mezhep farklılığından, yada etnik köken karmaşıklığından, yada cinsel özelliklerden, yada karışık evliliklerden, yada dini baskılardan etkilenmiş, bir tür azınlık olma duygusunu yaşamış insanlar olduklarını görmüşümdür. Bu tür insanları dünyanın herhangi bir yerinde karşılaştığımda hemen anlaşıyoruz ve anlaştığımızı da karşılıklı belli ediyoruz. Amerika’da bir siyahi, Endonezya’da bir Çinli, Suudi Arabistan’da bir İranlı, Fransa’da bir Cezayirli vb. Bunlara derdimi söylemek bile gerekmiyor: İstanbul’da azınlık üyesiyim dediğimde, gerisini zaten anlıyorlardı. Sivrisinek saz davul zurna az dedikleri.

Bütün bunlar neden icap etti? Geçenlerde müftülerin azınlık içindeki rollerinin tartışıldığını okudum. Konuyu açanların bu konuyu bildikleri kuşkusuz. Zaten uzmanlıkları hukuk. Ne dediklerini çok iyi de anlıyorum çünkü ben de çağdaş değerlere inanan bir insanım. Laik bir rejimde din adamlarının sivil hayata karışmamalarının gerektiğini benden iyi kim bilebilir ki? Dediklerine göre müftüler din işleriyle sınırlı kalmalılar. Bu tür görüşleri savunanların referanslarını ve değerlerini yalnız bilmiyor, canı gönülden paylaşıyorum da.
Ama burada söz konusu olan herhangi bir ‘toplum’ değil, bir azınlık grubu söz konusudur. Bu grubun var olma çerçevesi ise çok özeldir: varlıklarını ve günlük yaşamlarını – yalnız vatandaşlık ilişkisi değil - bir çoğunluk/azınlık ilişkisi belirler. Her ulus-devleti içinde en yüce değerlerden sayılan eşitlik kavramı, vatandaşlar arasında yürütülen ve kişiler temelinde yaşanan bir oldu iken, (ister etnik olsun ister dini) azınlık dünyasında eşitlik kavramı – buna hakkaniyet de diyebilirsiniz - gruplar arasında da istenir, arzulanır. Özellikle geçmişte azınlık ezilmişse, bir yanda yaygın güvensizlik ilişkileri daha zorlaştırırken, bu eşitlik özellikle de aranır. Başka şartlar altında en doğal uygulamalara yol açan ‘laiklik’ ve ‘eşit yurttaş’ kavramları ve pratikleri, böylesine özel azınlıklar ortamında başka yolların denenmesinin gerektiği artık çok sık hatırlatılır. Azınlıklar da, hele uluslararası antlaşmalarla bu tür haklar edinmişlerse, bu ayrıcalıklarını korumaya çalışırlar. Bu çabada amaç kullanılan hakkı korumaktan çok, ayrıcalıklı durumu koruma kaygısı baskın olur.
Çağdaş ulus-devletleri içinde dini liderlerin rolünü ve dini kurumların yerini tartışmak başkadır, azınlıklar söz konusu olduğunda aynı tartışma bambaşkadır. Ne dediğimi şu an herhalde İstanbul’daki Patrik Hazretleri çok iyi anlayacaktır. Atina Başpiskoposu ve Patriğin rolü aynı değildir. İkincinin azınlık içinde hem birleştirici hem de sembolik bir işlevi vardır. Atina’da bu ihtiyacı başka merciler karşılamaktadır. Her iki durumda da ‘dini otoriteden’ söz etmek azınlığın dünyasına uzak kalmaktan doğuyor. Azınlığa yasalardan, anayasadan ve çağdaşlıktan söz etmek azınlığı anlamamak anlamında olabilir. Hukuk kuşkusuz bütün vatandaşlar içindir; ancak eşitliğin herkes tarafından uygulanması ve bu konuda güvenin tam olması koşuluyla. Bu şart oluşmadan istenen ‘reform’, en samimi niyetlerle de düşünülmüş olsa da, kuşkular doğuracaktır. Lidersiz bir azınlık yaratılmak isteniyor izlenimi verilebilir. Önce güven sağlandığında ise çağdaşlığı zaten azınlığın kendisi talep edecektir.

*
Azınlıkça
Sayı 29
Nisan 2007

0 yorum: