Azınlıkça
Sayı 29
Nisan 2007
DENGE
İbram Onsunoğlu
Aydın Ömeroğlu’nun yeni kitabı münasebetiyle
Azınlığın uluslararası kuruluş işlemi ve işleyiş düzeni olarak “Lozan Antlaşması”, Yönetimle çatışmalarımızda ağzımızdan düşürmediğimiz söz, bir tek “Azınlıkların Himayesi” başlıklı 37’den 45. maddeye dek olan bölümünü bildiğimiz. 1923 yılında İsviçre’nin Lozan kentinde yapılan uluslararası konferansta topu üç sayfadan çok tutmayan ilgili hükümler üzerinde taraflarca uyuşmaya varılıncaya dek yetkili komisyonda ve alt-komisyonlarda süregelen uzun tartışmalar, orada dile getirilen görüşler, ileri sürülen savlar, sürtüşmeler, bilgiler, yalnızca komisyonun iki yüz sayfadan çok resmî tutanakları, 9 madde halindeki antlaşma metnine refakat edip te onu açıklamaya ve yorumlamaya yarayan, yer yer onun kadar önemli ve çok ilginç bu büyük bölüm ise hiç bilmediğimiz.
Lozan Antlaşmasında öngörülen azınlık hakları kadar Azınlıkların insan hakları da her iki ülke tarafından çiğnenmeye başlayınca, Azınlıkların savunması da, Lozan Antlaşmasının ikili ilişkiler çerçevesinden çıkıp, yavaş yavaş daha geniş bir alana, bu arada uluslararası düzeyde kavram olarak gelişen insan ve azınlık hakları alanına, kaymaya başladı. Mütekabiliyet-misilleme konusu yapılan Lozan, keyfî yorumlarla Azınlıklar için âdeta bir tuzağa dönüştürüldü, hakların tanınmasından çok, kısıtlanmasında kullanılır oldu. Türk Azınlığı, Yönetimle olan anlaşmazlıklarını, geç keşfettiği Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine götürürken, Lozan’a değil de, daha geniş uluslararası belgelere atıfta bulunuyor. Bu hal, Lozan’ın önemini yitirdiği anlamına gelmez. Ama öbür yandan Lozan, Azınlığın savunmasını örgütlerken önündeki tek yol değildir artık.
Azınlığın kuruluş işlemi olan Lozan, herhalükarda en iyi bilmemiz gereken bir belgedir. Lozan’da o 9 maddelik anlaşmaya varılıncaya dek taraflar arasında nelerin görüşüldüğü konusunun Azınlıkta tartışmaya açıldığını hiç anımsamıyorum ben. Bu fırsat şimdi doğdu.
Aydın Ömeroğlu, «Lozan Barış Konferansında Batı Trakya Türkleri ve İstanbul Rumları» (Gümülcine, 2007) başlığı altında azınlıklarla ilgili bu “bilmediğimiz” görüşmelerin tutanaklarını 184 sayfalık bir kitapta derlemiş. Ömeroğlu’nun kulllandığı kaynak, Türkçeye Seha L. Meray’ın çevirdiği «Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar-Belgeler» (Ankara, 1969) başlıklı üç ciltlik ve iki bin küsur sayfalık yapıt, oradan aktarmış. Türkçe çeviriyi Yunanca çeviriyle yanyana koymayı tasarlamış, ancak Yunancasını bulamamış, başvurduğu Yunan Dışişleri de Lozan tutanaklarının Yunancaya çevrilmiş olmadığını söylemiş. Hayrete düşürücü ve biraz da garip bir ihmal. Ömeroğlu’nun derlemesinin ikinci baskısı yapılırsa, Yunanca çeviri Azınlıktan birine düşüyor.
Tutanaklar, yalnızca Türk azınlık tarihinin başlangıcına ışık tutmuyor, orada daha birçok başka bilgiler var, azınlık tezlerini destekleyen önemli argümanlar var. Bunlardan bir tanesi, 1913 Atina Antlaşmasının ve orada öngörülen Müftülerin seçimle göreve getiriliş yönteminin geçerli olup olmadığı ile ilgili. Konuya daha önce bu sütundan kısaca değinmiştim, 7 Mayıs tarihindeki etkinlikte de anlattım, bu kez Tutanaklarda bulduğum kanıtları göstereceğim.
Mehmet Emin Şinikoğlu’nun İskeçe Müftüsü olarak tayinine (20.8.1991) Ahmet Faikoğlu Danıştay’da itiraz edip 1913 Atina Antlaşmasına göre seçim isteyince (14.10.1991), yüksek mahkeme 10 yıl sonra çıkardığı kararında (sayı 1333 ve tarih 2001) Faikoğlu’nun itirazını reddederken, diğerleri yanında, Atina Antlaşmasını geçersiz ilan ediyor ve aynen şöyle diyordu: « ...Yunanistan ile Türkiye, Lozan Antlaşması üzerinde anlaşmakla, Yunanistan’da Müftülerin seçiminin bölgelerindeki Müslüman seçmenlerce yapılmasını öngören Atina Antlaşmasının 11. madde hükümlerinin buradan öte geçerli olmaması konusunda niyet ve iradelerini ortaya koymuşlardır.»
Oysa Lozan tutanakları incelenince bunun tam tersi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Orada tarafların Atina Antlaşmasıyla ilgili niyet ve iradelerini araştırmaya kalkarsak, bu ortak niyet ve iradenin söz konusu Antlaşmanın aynen devam etmesi yolunda kendini gösterdiği saptanacaktır. Yunanistan bu konuda açıkça ve kuşku götürmez bir biçimde bağımlanmaktadır. Kısaca Lozan’da Atina Antlaşması geçerliğini yitirmek yerine daha da sağlamlaştırmıştır.
İşte onun için o 9 maddelik metne Müftülerin nasıl göreve getirileceği konusu girmemiştir, zira bu konu daha önce 1913 Antlaşmasıyla düzenlenmiş bulunmaktadır. Türkiye bu düzenlemeyi tatmin edici bulmaktadır. Ve başka bir antlaşmayla düzenlenmiş bir konu yeni antlaşmaya girmez, girmesine gerek yoktur, onun için girmemiştir, görüşmeye bile alınmamıştır. Bu durum bir yerde Fransız temsilci Laroş tarafından Yunanlı temsilci Kaklamanos’a anımsatılmaktadır, aşağıda bu olaya yer vereceğim. “1923 Lozan Antlaşmasında öngörülen haklar, 1913 Atina Antlaşmasında öngörülenlere hiç dokunulmadan onların üzerine eklenecektir.” Lozan’da İstanbul Patriğinin de nasıl göreve getirileceği hükme bağlanmamıştır. Buna göre bir gelenek vardır ve bu geleneğe uyulacaktır. Nitekim 1923’ten sonra Patrik seçim ve tayinleri nasıl yapılmış ise, son Müftü tayinleri gibi sivri ve müzmin bir soruna yol açmamıştır.
Tutanaklarda, Yunan Temsilciler Heyeti üyelerinden Elefterios Venizelos ve Kaklamanos’un yetkili Komisyonun değişik oturumlarında üç kez 1913 Atina Antlaşmasını «bakınız biz Yunanistan’da Müslümanlara nasıl hak ve özgürlükler tanıyoruz» diye kıvançla anımsattığını görüyoruz. Bunu yaparken bu hükümleri kaldıracağız diye bir şeyi asla kastetmiyorlar tabiî, tam tersine aynen devam ettireceğiz diye Yunanistan adına bağımlanıyorlar. Bu anımsatmalarla güdülen amaç, Türkiye’yi Hıristiyanlara dinî özerklik tanıması ve Patrikhanenin İstanbul’da kalması yolunda ikna etmek, ve sonunda bunlar sağlanıyor.
Hatta Kaklamanos, Türk heyetinin Patrikhanenin yurtdışına çıkarılması konusunda son ana kadar direttiğini görünce, Atina Antlaşmasıyla ilgili tehdit savurmaktan çekinmiyor: « Ekümenik Patriklik sorununda Türk Hükümeti uzlaşmaz bir direniş gösterdiğine göre, Yunan Temsilci Heyetinin, Müftülerin doğrudan Müslümanlarca seçilmesini ve Başmüftünün İstanbul’a bağlı olmasını öngören Atina Antlaşmasındaki hükümlerin, Türklerin Patriğin varlığına bile karşı çıktıkları bir sırada, kabul edemeyeceğini anlattı.» Ve Fransız temsilcisi Laroş’tan şu yanıtı alır: « Yunan Temsilci Heyetinin isteğini yerine getirmenin (yani Atina Antlaşması hükümlerini uygulamamanın) mümkün olmadığını söyledi. Yapılması söz konusu olan antlaşmanın (yani Azınlıkların himayesine değin Lozan Antlaşmasının), daha önce imzalanmış antlaşmalarla (yani Atina Antlaşmasıyla) hiçbir ilgisi olmaması gerekir. Söz konusu antlaşma (yani Lozan Antlaşması), Yunanistan’ın ve Türkiye’nin daha önce girişmiş oldukları yükümlerden (bunların arasında Müftülerin doğrudan seçimi var) hiçbirini değiştiremez. Konferansın bu çeşit yükümleri kaldırmak yetkisi yoktur.» Sonunda Türkiye geri adım atar, Patrihane İstanbul’da kalır, Kaklamanos’un tehditini uygulamaya koymak için bir neden kalmamıştır.
Daha önce Venizelos, bir başka oturumda, Yunanistan’ın azınlıklara nasıl hak ve özgürlükler tanımakta olduğunu kanıtlamak için, « ...1/14 Kasım 1913 tarihli Atina Antlaşmasının 11. maddesini okudu. Bu hükümler, sözü geçen azınlıklara yalnızca dinlerinin gereklerini ve uygulamalarını serbestçe yerine getirmeyi sağlamakla kalmayıp, aynı zamanda...» Yine Venizelos, bir başka yerde, azınlıklar sorununun artık uluslararası bir sorun haline geldiğini ve bundan Türkiye’nin alınmamaı gerektiğini söylerken, Balkanlar’da Türkiye’yi ilgilendiren Müslüman azınlıkların haklarını güvence altına alan başka antlaşmaları anımsatıyor, buların arasında 1913 Atina Antlaşmasını da sayıyor: « ...1913’te, Atina Antlaşmasıyla, Yunanistan, devlet makamlarının hiçbir müdahalesi olmaksızın müftülerin seçiminin yalnız Müslümanlarca yapılacağını yükümlenmiştir»
Lozan tutanaklarında görüldüğü gibi, 1913 Atina Antlaşması 1923 görüşmelerinde söz konusu olduğu yerde, ona Yunan temsilcilerince açıkça ve kesinlikle bir bağımlılık olarak atıfta bulunulmaktadır. Hal bu iken Danıştayın 1333 sayı ve 2002 tarihli kararındaki yukarıda anılan hüküm nereden çıktı, bu gerçekdışı, hukukdışı ve keyfî gerekçe, diye soracağı geliyor insanın.
Tutanaklarda daha birçok ilginç bilgi ve “ifşaat” var. Aydın Ömeroğlu’nun derlediği kitabı, Azınlık konusuyla ilgilenen herkesin okuması gerek.
***
Ancak kitap yer yer pek kolay anlaşılır değil. Onu daha kolay anlaşılır yapmak için gereken yerlere açıklamalar ve bilgiler eklemek gerekirdi, oysa Ömeroğlu aktarma yapmak ve bir önsöz yazmakla yetinmiş. Örneğin, sık sık alt-komisyonların çalışmalarından söz ediliyor ve bunlar üzerinde görüşler ileri sürülüyor, ama ilgili metinler yok ve okuyucu konuyu anlamakta güçlük çekiyor.
Sonra bir de teknik hatalar can sıkıyor, metnin bir düzeltici tarafından gözden geçirilmesi gerekirdi. Özel isimlerin Fransızca yazımı üzerinde diretmeye ne gerek vardı? Türk okuyucu Lausanne sözcüğünü Lozan olarak nasıl okusun? Fransızcada iki ünlü arasında kalan s harfinin z olarak okunduğunu nereden bilsin de Veniselos yazılışını garipsemesin? Bir de 1969 yıllarının güçlü öztürkçeci akımının etkisi altında yazılmış kitapta ben öztürkçecinin bile kulağını tırmalayan bazı ifadeler var, onlar yumuşatılsaydı iyi olurdu.
***
Bu kitabın yayımlanışı münasebetiyle Aydın Ömeroğlu’nun Gümülcine’de düzenlediği etkinlik (7.5.2007), “Yunan-Türk İlişkilerinde Lozan Barış Konferansı ve Antlaşmasının Tarihsel Önemi”, oldukça tartışmalı geçti. Ama aynı ölçüde başarılı geçti denilemez. Dinleyicilerin toplantıdan daha bilge olarak ayrıldıklarını sanmıyorum.
Bunun birkaç nedeni var. Ömeroğlu’nun bütün çabalarına rağmen, bulundu bulunacak, geldi gelecek derken sonunda bir Yunanlı konuşmacı bulunamadı. Türkiyeli prof. Hasan Berke Dilan tek başına kaldı. Dilan, Yunancaya çeviri işinin kolaylaşması için sunacağı tebliği yazılı bir metin olarak önceden iletmedi, sözlü bir tebliği yeğlediğini bildirdi. Ancak Türkiyeli profesörün, azınlık üyelerinin Lozan’ı ne kadar bildikleri, onları hangi konuların ilgilendirdiği, neleri işitmek, öğrenmek ve doğrulamak istedikleri konusunda hiç bilgisi olmadığı ortaya çıktı. Buna hiç te akıcı olmayan sözlü konuşması eklenince, sıkıntılar baş gösterdi. Türk-Yunan ilişkileri konusunda yazmış olduğu kitabındaki tezlerini, o anda kavramaya çalıştığı ortama uyumlamaya çalışıyor ve bunda pek başarılı olamıyordu. Etkinliği selamlayanlar, iki milletvekili ve iki odalar birliği başkanı, daha sonra İbrahim Şerif, pek uzlaşıcı ve pek yapıcı konuşmuşlardı...
Dilan, bilimsel konuşacağım diye birkaç kez vurgulamasına rağmen, Türkiye’deki “ulusalcı” akımın önde gelen elemanlarından biri olarak onlara özgü dogmatik tavrını koyuverdi. Sanki düşman bir ortamdaydı da Türkiye’yi suçlayanlar varmış gibi onu savunmaya çalışıyor ve propaganda yötemlerine başvuruyordu. AB karşıtı olduğunu gizlemedi, ama bir AB ülkesindeydi ve hitap ettiği Türk Azınlık AB’ye bel bağlamış bulunuyordu. Onun Türkiyeli olarak AB’den haklı şikayetleri olabilirdi, ama bizim de haklı beklentilerimiz vardı, bunun ortasını bulmak gibi bir kaygı taşımadığını gösterdi. AİHM’yi de hiç değersemiyordu: “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi mi, baksanıza onun adının başında ne var, tabiî tarafgir olacak, Avrupa’nın çıkarlarını savunacak.” İyi ama Azınlık ta Avrupa. Eğer Avrupa karşıtı olmak Türkiye’ye yarayacaksa, Türk Azınlığı biz de hemen öyle olalım.
Sorular bölümüne gelindiğinde işler iyice asıl o zaman karıştı. Yazılı gelen ilk soru: “Türkiye ve Yunanistan Lozan’a saygılı mı davranmışlardır, yoksa onu çiğnemişler midir?” (Burada azınlıklara karşı davranışlar kastediliyor tabiî.) Yanıt: “Ben öyle sanıyorum ki, Türkiye daha saygılı davranmıştır.”... İstanbul Rumlarının azalış nedenini gerekçelerken: “Soğuk savaş döneminde bazı göçler olmuştur, ben şimdi bunlara değinmek istemiyorum.”... Yahu Rumların İstanbul’dan kaçışıyla soğuk savaşın ne alakası var? Yunanca çeviriyi ben yapıyorum, bu gerçekdışı yanıtı tercüme edeyim mi etmeyeyim mi diye düşünmeye başladım. Türkiyeli misafir Lozan konusunda bildiklerimizi altüst etmeye devam ediyordu.
“Lozan’da (madde 45) müslüman azınlıktan mı yoksa müslüman azınlıklardan mı söz edilmektedir?” Yanıt: “Lozan Antlaşmasında Türk-Müslüman Azınlıktan söz edilmektedir.” Bu yanıttan ortalık karışıyor tabiî. Madem Azınlıktan Türk olarak söz ediliyor, o zaman biz 80 yıldır neyin kavgasını veriyoruz? Türkiye bu kaydı niye Yunanistan’ın burnuna dayamıyor da bizi de sıkıntıdan kurtarsın?... “Ben Paris’te Lozan’ın tutanaklarını Fransızca aslından inceledim ve gördüm ki Azınlıktan Türk olarak söz ediliyor.” Oysa salonda azınlık ve çoğunluk üyesi herkes, Türkiye’deki azınlıkların gayrimüslim ve Yunanistan’daki azınlığın da müslüman olarak dinî tanımlamayla adlandırılmasını Lozan’da Türkiye’nin kabul ettirdiğini biliyor. Tanıtımını yaptığımız kitapta da bunlar açıkça kayıtlı. Türkiyeli konuşmacı neden sonra açıklıyor: “Anlaşma metninde başka türlü adlandırılmış olabilir, ama tutanaklarda Azınlıktan Türk Azınlık olarak söz edilmektedir. Tutanaklar, antlaşmanın bir parçasını oluşturur ve antlaşma tutanaklarıyla birlikte bir bütündür.” Bir tez bu, ama çürük bir tez tabiî, kazın ayağı hiç te öyle değil. Burada şeytanın avukatlığını yapmak gerekiyor. Madem Azınlığın Türk olarak adlandırılmasını istiyordu, o zaman Türkiye antlaşma metnine niye Türk kaydını geçirmedi de 45. maddede müslüman sıfatına müsaade etti, bizim de başımızı belaya vererek?... Hadi canım sen de!
En son ve en uzun tartışılan konu, nüfus mübadelesinin dinî mi yoksa ulusal kriterle mi yapıldığı. Tabiî mübadele dinî kriterle yapılmıştır. Burada çoğu kez müslüman sıfatı türk sıfatıyla özdeş olarak kullanılmışsa da, her zaman öyle olmamıştır ve gerçek kriter dinîdir. Türkçe konuşan ve Hellen ulusal kimliği taşımayan ortodoks cemaatler de Rum olarak adlandırılmış, zorunlu mübadeleye tabi tutulup Yunanistan’a kovulmuşlardır. Bunlar tarihî gerçekler. Hasan Dilan ise mübadelenin etnik kriterle yapıldığını iddia ediyordu. Bir tartışma başladı...
Dinleyicileri belki daha bilge yapamadık, ama doğrusu etkinlik tartışmalı ve canlı geçti.
Kürsüden ayrılmak üzereydik ki, bir grup üniversite öğrencisi kız yanıma yaklaşıp elimi sıktılar. Kendilerini tanıtırken üniversitede kültürel-siyasî bir derneğin üyesi olduklarını söylediler. “Teessüf ederiz! Hâlâ bu konuları mı tartışıyorsunuz? Geleceğe yönelik hiçbir şey söylemediniz. Biz gençler benzeri bir etkinlik düzenlemek istiyoruz. Orada geleceği konuşacağız. Bizi dinlemek üzere sizi de davet ediyoruz.”
Azınlıkça
Sayı 29
Nisan 2007
Sayı 29
Nisan 2007
DENGE
İbram Onsunoğlu
Aydın Ömeroğlu’nun yeni kitabı münasebetiyle
Azınlığın uluslararası kuruluş işlemi ve işleyiş düzeni olarak “Lozan Antlaşması”, Yönetimle çatışmalarımızda ağzımızdan düşürmediğimiz söz, bir tek “Azınlıkların Himayesi” başlıklı 37’den 45. maddeye dek olan bölümünü bildiğimiz. 1923 yılında İsviçre’nin Lozan kentinde yapılan uluslararası konferansta topu üç sayfadan çok tutmayan ilgili hükümler üzerinde taraflarca uyuşmaya varılıncaya dek yetkili komisyonda ve alt-komisyonlarda süregelen uzun tartışmalar, orada dile getirilen görüşler, ileri sürülen savlar, sürtüşmeler, bilgiler, yalnızca komisyonun iki yüz sayfadan çok resmî tutanakları, 9 madde halindeki antlaşma metnine refakat edip te onu açıklamaya ve yorumlamaya yarayan, yer yer onun kadar önemli ve çok ilginç bu büyük bölüm ise hiç bilmediğimiz.
Lozan Antlaşmasında öngörülen azınlık hakları kadar Azınlıkların insan hakları da her iki ülke tarafından çiğnenmeye başlayınca, Azınlıkların savunması da, Lozan Antlaşmasının ikili ilişkiler çerçevesinden çıkıp, yavaş yavaş daha geniş bir alana, bu arada uluslararası düzeyde kavram olarak gelişen insan ve azınlık hakları alanına, kaymaya başladı. Mütekabiliyet-misilleme konusu yapılan Lozan, keyfî yorumlarla Azınlıklar için âdeta bir tuzağa dönüştürüldü, hakların tanınmasından çok, kısıtlanmasında kullanılır oldu. Türk Azınlığı, Yönetimle olan anlaşmazlıklarını, geç keşfettiği Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine götürürken, Lozan’a değil de, daha geniş uluslararası belgelere atıfta bulunuyor. Bu hal, Lozan’ın önemini yitirdiği anlamına gelmez. Ama öbür yandan Lozan, Azınlığın savunmasını örgütlerken önündeki tek yol değildir artık.
Azınlığın kuruluş işlemi olan Lozan, herhalükarda en iyi bilmemiz gereken bir belgedir. Lozan’da o 9 maddelik anlaşmaya varılıncaya dek taraflar arasında nelerin görüşüldüğü konusunun Azınlıkta tartışmaya açıldığını hiç anımsamıyorum ben. Bu fırsat şimdi doğdu.
Aydın Ömeroğlu, «Lozan Barış Konferansında Batı Trakya Türkleri ve İstanbul Rumları» (Gümülcine, 2007) başlığı altında azınlıklarla ilgili bu “bilmediğimiz” görüşmelerin tutanaklarını 184 sayfalık bir kitapta derlemiş. Ömeroğlu’nun kulllandığı kaynak, Türkçeye Seha L. Meray’ın çevirdiği «Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar-Belgeler» (Ankara, 1969) başlıklı üç ciltlik ve iki bin küsur sayfalık yapıt, oradan aktarmış. Türkçe çeviriyi Yunanca çeviriyle yanyana koymayı tasarlamış, ancak Yunancasını bulamamış, başvurduğu Yunan Dışişleri de Lozan tutanaklarının Yunancaya çevrilmiş olmadığını söylemiş. Hayrete düşürücü ve biraz da garip bir ihmal. Ömeroğlu’nun derlemesinin ikinci baskısı yapılırsa, Yunanca çeviri Azınlıktan birine düşüyor.
Tutanaklar, yalnızca Türk azınlık tarihinin başlangıcına ışık tutmuyor, orada daha birçok başka bilgiler var, azınlık tezlerini destekleyen önemli argümanlar var. Bunlardan bir tanesi, 1913 Atina Antlaşmasının ve orada öngörülen Müftülerin seçimle göreve getiriliş yönteminin geçerli olup olmadığı ile ilgili. Konuya daha önce bu sütundan kısaca değinmiştim, 7 Mayıs tarihindeki etkinlikte de anlattım, bu kez Tutanaklarda bulduğum kanıtları göstereceğim.
Mehmet Emin Şinikoğlu’nun İskeçe Müftüsü olarak tayinine (20.8.1991) Ahmet Faikoğlu Danıştay’da itiraz edip 1913 Atina Antlaşmasına göre seçim isteyince (14.10.1991), yüksek mahkeme 10 yıl sonra çıkardığı kararında (sayı 1333 ve tarih 2001) Faikoğlu’nun itirazını reddederken, diğerleri yanında, Atina Antlaşmasını geçersiz ilan ediyor ve aynen şöyle diyordu: « ...Yunanistan ile Türkiye, Lozan Antlaşması üzerinde anlaşmakla, Yunanistan’da Müftülerin seçiminin bölgelerindeki Müslüman seçmenlerce yapılmasını öngören Atina Antlaşmasının 11. madde hükümlerinin buradan öte geçerli olmaması konusunda niyet ve iradelerini ortaya koymuşlardır.»
Oysa Lozan tutanakları incelenince bunun tam tersi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Orada tarafların Atina Antlaşmasıyla ilgili niyet ve iradelerini araştırmaya kalkarsak, bu ortak niyet ve iradenin söz konusu Antlaşmanın aynen devam etmesi yolunda kendini gösterdiği saptanacaktır. Yunanistan bu konuda açıkça ve kuşku götürmez bir biçimde bağımlanmaktadır. Kısaca Lozan’da Atina Antlaşması geçerliğini yitirmek yerine daha da sağlamlaştırmıştır.
İşte onun için o 9 maddelik metne Müftülerin nasıl göreve getirileceği konusu girmemiştir, zira bu konu daha önce 1913 Antlaşmasıyla düzenlenmiş bulunmaktadır. Türkiye bu düzenlemeyi tatmin edici bulmaktadır. Ve başka bir antlaşmayla düzenlenmiş bir konu yeni antlaşmaya girmez, girmesine gerek yoktur, onun için girmemiştir, görüşmeye bile alınmamıştır. Bu durum bir yerde Fransız temsilci Laroş tarafından Yunanlı temsilci Kaklamanos’a anımsatılmaktadır, aşağıda bu olaya yer vereceğim. “1923 Lozan Antlaşmasında öngörülen haklar, 1913 Atina Antlaşmasında öngörülenlere hiç dokunulmadan onların üzerine eklenecektir.” Lozan’da İstanbul Patriğinin de nasıl göreve getirileceği hükme bağlanmamıştır. Buna göre bir gelenek vardır ve bu geleneğe uyulacaktır. Nitekim 1923’ten sonra Patrik seçim ve tayinleri nasıl yapılmış ise, son Müftü tayinleri gibi sivri ve müzmin bir soruna yol açmamıştır.
Tutanaklarda, Yunan Temsilciler Heyeti üyelerinden Elefterios Venizelos ve Kaklamanos’un yetkili Komisyonun değişik oturumlarında üç kez 1913 Atina Antlaşmasını «bakınız biz Yunanistan’da Müslümanlara nasıl hak ve özgürlükler tanıyoruz» diye kıvançla anımsattığını görüyoruz. Bunu yaparken bu hükümleri kaldıracağız diye bir şeyi asla kastetmiyorlar tabiî, tam tersine aynen devam ettireceğiz diye Yunanistan adına bağımlanıyorlar. Bu anımsatmalarla güdülen amaç, Türkiye’yi Hıristiyanlara dinî özerklik tanıması ve Patrikhanenin İstanbul’da kalması yolunda ikna etmek, ve sonunda bunlar sağlanıyor.
Hatta Kaklamanos, Türk heyetinin Patrikhanenin yurtdışına çıkarılması konusunda son ana kadar direttiğini görünce, Atina Antlaşmasıyla ilgili tehdit savurmaktan çekinmiyor: « Ekümenik Patriklik sorununda Türk Hükümeti uzlaşmaz bir direniş gösterdiğine göre, Yunan Temsilci Heyetinin, Müftülerin doğrudan Müslümanlarca seçilmesini ve Başmüftünün İstanbul’a bağlı olmasını öngören Atina Antlaşmasındaki hükümlerin, Türklerin Patriğin varlığına bile karşı çıktıkları bir sırada, kabul edemeyeceğini anlattı.» Ve Fransız temsilcisi Laroş’tan şu yanıtı alır: « Yunan Temsilci Heyetinin isteğini yerine getirmenin (yani Atina Antlaşması hükümlerini uygulamamanın) mümkün olmadığını söyledi. Yapılması söz konusu olan antlaşmanın (yani Azınlıkların himayesine değin Lozan Antlaşmasının), daha önce imzalanmış antlaşmalarla (yani Atina Antlaşmasıyla) hiçbir ilgisi olmaması gerekir. Söz konusu antlaşma (yani Lozan Antlaşması), Yunanistan’ın ve Türkiye’nin daha önce girişmiş oldukları yükümlerden (bunların arasında Müftülerin doğrudan seçimi var) hiçbirini değiştiremez. Konferansın bu çeşit yükümleri kaldırmak yetkisi yoktur.» Sonunda Türkiye geri adım atar, Patrihane İstanbul’da kalır, Kaklamanos’un tehditini uygulamaya koymak için bir neden kalmamıştır.
Daha önce Venizelos, bir başka oturumda, Yunanistan’ın azınlıklara nasıl hak ve özgürlükler tanımakta olduğunu kanıtlamak için, « ...1/14 Kasım 1913 tarihli Atina Antlaşmasının 11. maddesini okudu. Bu hükümler, sözü geçen azınlıklara yalnızca dinlerinin gereklerini ve uygulamalarını serbestçe yerine getirmeyi sağlamakla kalmayıp, aynı zamanda...» Yine Venizelos, bir başka yerde, azınlıklar sorununun artık uluslararası bir sorun haline geldiğini ve bundan Türkiye’nin alınmamaı gerektiğini söylerken, Balkanlar’da Türkiye’yi ilgilendiren Müslüman azınlıkların haklarını güvence altına alan başka antlaşmaları anımsatıyor, buların arasında 1913 Atina Antlaşmasını da sayıyor: « ...1913’te, Atina Antlaşmasıyla, Yunanistan, devlet makamlarının hiçbir müdahalesi olmaksızın müftülerin seçiminin yalnız Müslümanlarca yapılacağını yükümlenmiştir»
Lozan tutanaklarında görüldüğü gibi, 1913 Atina Antlaşması 1923 görüşmelerinde söz konusu olduğu yerde, ona Yunan temsilcilerince açıkça ve kesinlikle bir bağımlılık olarak atıfta bulunulmaktadır. Hal bu iken Danıştayın 1333 sayı ve 2002 tarihli kararındaki yukarıda anılan hüküm nereden çıktı, bu gerçekdışı, hukukdışı ve keyfî gerekçe, diye soracağı geliyor insanın.
Tutanaklarda daha birçok ilginç bilgi ve “ifşaat” var. Aydın Ömeroğlu’nun derlediği kitabı, Azınlık konusuyla ilgilenen herkesin okuması gerek.
***
Ancak kitap yer yer pek kolay anlaşılır değil. Onu daha kolay anlaşılır yapmak için gereken yerlere açıklamalar ve bilgiler eklemek gerekirdi, oysa Ömeroğlu aktarma yapmak ve bir önsöz yazmakla yetinmiş. Örneğin, sık sık alt-komisyonların çalışmalarından söz ediliyor ve bunlar üzerinde görüşler ileri sürülüyor, ama ilgili metinler yok ve okuyucu konuyu anlamakta güçlük çekiyor.
Sonra bir de teknik hatalar can sıkıyor, metnin bir düzeltici tarafından gözden geçirilmesi gerekirdi. Özel isimlerin Fransızca yazımı üzerinde diretmeye ne gerek vardı? Türk okuyucu Lausanne sözcüğünü Lozan olarak nasıl okusun? Fransızcada iki ünlü arasında kalan s harfinin z olarak okunduğunu nereden bilsin de Veniselos yazılışını garipsemesin? Bir de 1969 yıllarının güçlü öztürkçeci akımının etkisi altında yazılmış kitapta ben öztürkçecinin bile kulağını tırmalayan bazı ifadeler var, onlar yumuşatılsaydı iyi olurdu.
***
Bu kitabın yayımlanışı münasebetiyle Aydın Ömeroğlu’nun Gümülcine’de düzenlediği etkinlik (7.5.2007), “Yunan-Türk İlişkilerinde Lozan Barış Konferansı ve Antlaşmasının Tarihsel Önemi”, oldukça tartışmalı geçti. Ama aynı ölçüde başarılı geçti denilemez. Dinleyicilerin toplantıdan daha bilge olarak ayrıldıklarını sanmıyorum.
Bunun birkaç nedeni var. Ömeroğlu’nun bütün çabalarına rağmen, bulundu bulunacak, geldi gelecek derken sonunda bir Yunanlı konuşmacı bulunamadı. Türkiyeli prof. Hasan Berke Dilan tek başına kaldı. Dilan, Yunancaya çeviri işinin kolaylaşması için sunacağı tebliği yazılı bir metin olarak önceden iletmedi, sözlü bir tebliği yeğlediğini bildirdi. Ancak Türkiyeli profesörün, azınlık üyelerinin Lozan’ı ne kadar bildikleri, onları hangi konuların ilgilendirdiği, neleri işitmek, öğrenmek ve doğrulamak istedikleri konusunda hiç bilgisi olmadığı ortaya çıktı. Buna hiç te akıcı olmayan sözlü konuşması eklenince, sıkıntılar baş gösterdi. Türk-Yunan ilişkileri konusunda yazmış olduğu kitabındaki tezlerini, o anda kavramaya çalıştığı ortama uyumlamaya çalışıyor ve bunda pek başarılı olamıyordu. Etkinliği selamlayanlar, iki milletvekili ve iki odalar birliği başkanı, daha sonra İbrahim Şerif, pek uzlaşıcı ve pek yapıcı konuşmuşlardı...
Dilan, bilimsel konuşacağım diye birkaç kez vurgulamasına rağmen, Türkiye’deki “ulusalcı” akımın önde gelen elemanlarından biri olarak onlara özgü dogmatik tavrını koyuverdi. Sanki düşman bir ortamdaydı da Türkiye’yi suçlayanlar varmış gibi onu savunmaya çalışıyor ve propaganda yötemlerine başvuruyordu. AB karşıtı olduğunu gizlemedi, ama bir AB ülkesindeydi ve hitap ettiği Türk Azınlık AB’ye bel bağlamış bulunuyordu. Onun Türkiyeli olarak AB’den haklı şikayetleri olabilirdi, ama bizim de haklı beklentilerimiz vardı, bunun ortasını bulmak gibi bir kaygı taşımadığını gösterdi. AİHM’yi de hiç değersemiyordu: “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi mi, baksanıza onun adının başında ne var, tabiî tarafgir olacak, Avrupa’nın çıkarlarını savunacak.” İyi ama Azınlık ta Avrupa. Eğer Avrupa karşıtı olmak Türkiye’ye yarayacaksa, Türk Azınlığı biz de hemen öyle olalım.
Sorular bölümüne gelindiğinde işler iyice asıl o zaman karıştı. Yazılı gelen ilk soru: “Türkiye ve Yunanistan Lozan’a saygılı mı davranmışlardır, yoksa onu çiğnemişler midir?” (Burada azınlıklara karşı davranışlar kastediliyor tabiî.) Yanıt: “Ben öyle sanıyorum ki, Türkiye daha saygılı davranmıştır.”... İstanbul Rumlarının azalış nedenini gerekçelerken: “Soğuk savaş döneminde bazı göçler olmuştur, ben şimdi bunlara değinmek istemiyorum.”... Yahu Rumların İstanbul’dan kaçışıyla soğuk savaşın ne alakası var? Yunanca çeviriyi ben yapıyorum, bu gerçekdışı yanıtı tercüme edeyim mi etmeyeyim mi diye düşünmeye başladım. Türkiyeli misafir Lozan konusunda bildiklerimizi altüst etmeye devam ediyordu.
“Lozan’da (madde 45) müslüman azınlıktan mı yoksa müslüman azınlıklardan mı söz edilmektedir?” Yanıt: “Lozan Antlaşmasında Türk-Müslüman Azınlıktan söz edilmektedir.” Bu yanıttan ortalık karışıyor tabiî. Madem Azınlıktan Türk olarak söz ediliyor, o zaman biz 80 yıldır neyin kavgasını veriyoruz? Türkiye bu kaydı niye Yunanistan’ın burnuna dayamıyor da bizi de sıkıntıdan kurtarsın?... “Ben Paris’te Lozan’ın tutanaklarını Fransızca aslından inceledim ve gördüm ki Azınlıktan Türk olarak söz ediliyor.” Oysa salonda azınlık ve çoğunluk üyesi herkes, Türkiye’deki azınlıkların gayrimüslim ve Yunanistan’daki azınlığın da müslüman olarak dinî tanımlamayla adlandırılmasını Lozan’da Türkiye’nin kabul ettirdiğini biliyor. Tanıtımını yaptığımız kitapta da bunlar açıkça kayıtlı. Türkiyeli konuşmacı neden sonra açıklıyor: “Anlaşma metninde başka türlü adlandırılmış olabilir, ama tutanaklarda Azınlıktan Türk Azınlık olarak söz edilmektedir. Tutanaklar, antlaşmanın bir parçasını oluşturur ve antlaşma tutanaklarıyla birlikte bir bütündür.” Bir tez bu, ama çürük bir tez tabiî, kazın ayağı hiç te öyle değil. Burada şeytanın avukatlığını yapmak gerekiyor. Madem Azınlığın Türk olarak adlandırılmasını istiyordu, o zaman Türkiye antlaşma metnine niye Türk kaydını geçirmedi de 45. maddede müslüman sıfatına müsaade etti, bizim de başımızı belaya vererek?... Hadi canım sen de!
En son ve en uzun tartışılan konu, nüfus mübadelesinin dinî mi yoksa ulusal kriterle mi yapıldığı. Tabiî mübadele dinî kriterle yapılmıştır. Burada çoğu kez müslüman sıfatı türk sıfatıyla özdeş olarak kullanılmışsa da, her zaman öyle olmamıştır ve gerçek kriter dinîdir. Türkçe konuşan ve Hellen ulusal kimliği taşımayan ortodoks cemaatler de Rum olarak adlandırılmış, zorunlu mübadeleye tabi tutulup Yunanistan’a kovulmuşlardır. Bunlar tarihî gerçekler. Hasan Dilan ise mübadelenin etnik kriterle yapıldığını iddia ediyordu. Bir tartışma başladı...
Dinleyicileri belki daha bilge yapamadık, ama doğrusu etkinlik tartışmalı ve canlı geçti.
Kürsüden ayrılmak üzereydik ki, bir grup üniversite öğrencisi kız yanıma yaklaşıp elimi sıktılar. Kendilerini tanıtırken üniversitede kültürel-siyasî bir derneğin üyesi olduklarını söylediler. “Teessüf ederiz! Hâlâ bu konuları mı tartışıyorsunuz? Geleceğe yönelik hiçbir şey söylemediniz. Biz gençler benzeri bir etkinlik düzenlemek istiyoruz. Orada geleceği konuşacağız. Bizi dinlemek üzere sizi de davet ediyoruz.”
Azınlıkça
Sayı 29
Nisan 2007
0 yorum:
Yorum Gönder