Azınlıkça
Sayı 29
Nisan 2007
Kubbealtı
Hakan Mümin
Geçen sayımızda gençlerimizin üç dilli olması gerektiğini yazmıştım. Anadilimiz Türkçe’nin yanı sıra Yunanca’yı ve İngilizce’yi de çok iyi derecede bilmemiz gerektiğini vurgulamıştım. Ancak böyle “Avrupalı” olabiliriz. Aksi takdirde Avrupa’da yaşamamızın bir anlamı yok. Avrupai bir azınlık olmamızın gene hiç ama hiç anlamı kalmaz. Sıkıntılarımızı, sorunlarımızı hangi dille çözeceğiz? Türkçe mi? Bu güne kadar hep Türkçe çözmeye çalışmadık mı? Netice?.. Ortada… Dil öğrenmek ayıp değil, tam aksine karanlıktan aydınlığa götüren bir araçtır, dil; uygar olmaktır.
Gençlerimiz dil öğrenmenin yanı sıra teknolojiyi de en iyi şekilde yaşamlarına sokmalılar. Teknoloji derken herkesin aklına ilk bilgisayar gelir. Daha sonra cep telefonları vs. Eğitimdeki teknoloji tartışmasız bilgisayardır. Öğrenci bilgisayar kullanmasını okulda öğrenir. Bilgi depolama, tasnif etme, çoğaltma ve yeni bilgilere ulaşma yollarını öğrenerek yaşama veya bir üst öğrenime donanımlı olarak geçiş yapar. Bugün çağdaş-donanımlı okullarda öğrencilerin öğretmenlerden daha çok ve daha iyi bilgisayar kullandığını söyleyebiliriz. Ancak söz konusu tespitlerimiz bizim okullarımız için geçerli değil. Bizim çocuklarımız bilgisayarla internet kafelerde tanışıyorlar, bazı çocuklarımız da evlerinde; oyun oynayarak... Acı ama önemli bir gerçek bu. Günümüzde her şeyin bilgisayar ortamında yapıldığını bile bile, bizler hala öğrencilerimize bilgisayarın önemini gerektiği şekilde aşılayamadık. Okullarımızda başta bilgisayar ve internet olmak üzere tüm teknolojik araçlar korkmadan öğrencilere kullandırılmalıdır. Özellikle internet üzerinde durulmalı. İnternet deyince öğrencinin aklına “çet yapmak” değil bilgiye ulaşmak gelmelidir. Bunun üzerinde durulmalı, teknolojiyi doğru zamanda, doğru amaçlar için kullanmayı öğrencilerimize kavratmalıyız. Aksi takdirde öğrenci evde ya da internet kafelerde teknolojiyi öğrenirse, doğal olarak teknolojiyi olumsuz yönde kullanacaktır.
Tüm bunlardan sonra yine genç kardeşlerimize seslenmek istiyorum. Dil eğitiminin yanı sıra bilgisayar eğitimini de unutmayın. Teknolojiyi bir mucizeymiş gibi değil de, yaşantınızın bir parçasıymış gibi görmeye başlayın. Teknolojinin olumsuz yönü olabileceği kadar olumlu yönlerini de keşfedin. Bizler size güveniyoruz.
***
Bir yandan bu satırları yazıyorum, bir yandan da eski bir öykümü okuyorum. Uzun zamandır (Şafak dergisi kapanalı), yerel basında “edebiyat-sanat”la karşılaşmadım. Belki sizler de karşılaşmadınız. Yazı hayatımıza bir renk olur düşüncesiyle, bu öyküyü sizlerle bir kez daha paylaşmak istiyorum.
C I V A N A L İ
Günün yorgunluğunu akşam saatlerinde hissetti, o cılız vücudunda. Gün boyunca, omuzlarından aşağı beline kadar terlemesi, terin tekrar tekrar kuruması vücudunu kas katı yapmıştı, bu saatlerde. Bir sağa, bir sola döndü, ensesini kütürdetti. Sanki biraz rahatlamış gibiydi. Hemen bel kuşağından tabakasını çıkarıp bir içimlik tütün sardı ve olduğu yere çöktü. Saatlerce bu kadar keyifle tütün içmemişti. Dumanı içine çektikçe gözleri uzaklara dalıp gidiyordu, sanki buğulu bir pencereden bakıyordu şu önündeki üç beş seneye. Ne de olsa yaşı, yetmiş beş idi.
-Vay be!.. Ne zaman geçti bu yıllar?.. dedi kendi kendine.
İkinci Muharebe, Bulgar zamanı, Andartlık... Sonra Cunta hatırlayabildiklerindendi. Bunların yanında kim bilir daha nice kayda değer hatıralar vardı. Ancak o, daha çok Cunta’lı yılları kafasından atamıyordu. Cunta onun oğlunu alıp, götürmüştü. Nereye mi?.. Bu topraklardan çok uzaklara.
-Ah!.. Ali’m, kızanım... diye iç çekercesine, dudaklarının arasından mırıldandı. Öylece de kaldı. Neden sonra, fark etti; tütün iki parmağının arasında kül olmuş gitmişti. Yenisini istedi canı, ama sarmaya üşendi. Çocuklar yolda oynuyorlardı. Gözü onlara kaydı. Sanki içlerinden birisi Ali’ydi. Ali körebe oynuyordu. Ebe onu tutmaya çalışıyor, o kaçıyordu. Hafiften güler gibi oldu:
-Kızanlar!.. Mahallenin kızanları!.. Ne çabuk büyümüşler!.. diye geçirdi aklından. Sonra, çamurla oynayan bu çocuklara tekrar, iyice baktı. Hiç birini tanıyamadı. Bu işe canı sıkıldı ve kuşağına sarıldı, tütün tabakasını yokladı. Tam o sırada bir ses:
-Selamünaleyküm Halil Ağa, dedi.
Birden ürktü, toparlandı ve yanına yaklaşana döndü. Bu Hüseyin’in sesiydi.
-Aleykümselam, dedi ve tekrar belinde sarılı tabakaya gitti eli. Bunu gören Hüseyin hemen cebinden paketi çıkarıp, Halil Ağa’ya bir sigara uzattı:
-Yak bir Alaman cigarası dedi. Bıkmadın mı bu mereti içmeye.
Hüseyin’i kıramadı ve uzattığı sigarayı aldı. Art arda bir iki nefes çekti. Sigara kandırmadı onu.
-Aba, bu Alaman cıgarası da hiç sert değilmiş hani, dedi Hüseyin’e.
-Ne bileyim ba Halil Ağa, dedi Hüseyin. Sözde bu cıgara, Alamanların en iyi cıgarasıymış. Valla, ne yalan söyleyeyim, bizim Alamancı komşu dedi.
-Hadi ba sende ordan, bizim cıgaralar gibi cıgara var mı? Seni aldatmışlar!..
Hüseyin bir şey söylemedi. Halil Ağanın dediğine katılıyordu. Trakya’nın tütünü gibi tütün var mı acaba, diye geçirdi aklından. Sonra:
-Doğrudur Halil Ağa, dedi. Bizim tütün gibi tütün başka bir yerde yoktur.
İkisinin arasında bir sessizlik çöküverdi birden. Kim bilir neler düşünüyorlardı... Hüseyin belki de tütüncülüğü aklından geçiriyordu. Zor bir işti, ancak tarla toprak işinde en çok para da bundaydı. Sonra, elinde başka zanaatta yoktu. Tütün onun ekmeğiydi. Halil Ağa ise ne düşünebilirdi ki?.. Birden:
-Bu kızanlar kimin yahu, dedi Hüseyin’e. Hüseyin oynayan çocuklara şöyle bir baktı ve sıraladı:
-Te bu beri taraftaki Deli Ağaların Ekrem’in, alt taraftaki Sarı Çobanların, onların önündeki Tulumbacı Osman’ın küçük çöcüğünün, o en kocamanı gene Talikacı Amed’lerin Almanya’daki Ridvan’ının.
Halil Ağa hem dinliyordu, hem de Hüseyin’in saydığı isimleri tek tek aklından geçiriyordu; Deli Ağaların Ekrem’i, Sarı Çobanların Nazmi’si, Tulumbacıların İsmail’i ve Almanyalı Ridvan... Hepsi Halil Ağanın Ali’sinin akranlarıydı, arkadaşlarıydı. Ve hepsi çoluk çocuk sahibiydi. Ya Ali?.. Zavallı Halil Ağa boğazı kilitlenir gibi oldu, gözleri doldu, ama Hüseyin’in yanında ağlayamadı. Hüseyin durumu anladı ve Halil Ağanın bu dertli düşüncelerini dağıtmaya çalıştı:
-Bakıyorum da, kışa hazırlık tamam, dedi. İneklerin salmasını, yoncasını dama atmışsın. Bu yaşta, bu kadar ineği ne tutarsın be Halil Ağa?.. Sat gitsin, bırak bir iki hayvan, bak keyfine... Daha sözünü bitirmedi, Halil Ağa atılıverdi:
-Sen anlamazsın, dedi. Bu hayvanları ben laf olsun diye beslemiyorum. Danaların parasını İstanbul’a Ali’ye yolluyorum. Benim de orada gelinim var, torunlarım var. Onlar için tutuyorum bu hayvanları. Ali buraya gelemiyor, olsun ben gittiğimde onlara beş on kuruş para götürüyorum. Fena mı?.. Hayvanlar olmazsa para nerede?.. Ondan siz gençler anlamazsınız!.. Ne olacak, kıtlık görmediniz ki? Bulgar zamanında, kaçamak tepsisini haremin kenarına gömerdik biz, Bulgar almasın diye. Ya!..
Hüseyin belli ki, Halil Ağanın yarasını deşmişti. Pişman oldu söylediklerine. Halil Ağa hayvanlardan başladı, Ali’sine gitti, oradan Bulgar zamanına... Oysa onu bu kadar duygulandırmaya hiç niyeti yoktu. Bu yüzden, dizlerinin üzerine kalktı ve:
-Hadi Halil Ağa, bana eyvallah, dedi. Gideyim kahvede biraz “atanaş” oynayayım da belki bugün şans yüzüme güler. Akşam çok kaybettim. Sen de git biraz dinlen yorgunsun bak...
Halil Ağa Hüseyin’in birden kalkıp gidişine anlam veremedi. Ama sesini de çıkarmadı. Öylece Hüseyin’in arkasından baktı. Ve sonra kendi kendine mırıldandı:
-Ah, siz gençler bizim meseleleri hiç anlamazsınız zaten. Laflarım işine yaramadı aldın başını gittin. Bizim Ali de beni dinlemedi, aldı başını gitti... Ne oldu?..
Hüseyin köşeyi döndü. Kayboldu. Halil Ağa hala dizlerinin üstünde... “Ne oldu?..” sorusuna cevap arıyordu. Birden canı sıkıldı. Gene beline sarıldı. Tütün tabakasını yakaladı. Açtı, sert bir cıgara sardı. Tüttürmeye başladı. Hava da, yavaş yavaş kararıyordu. Neredeyse akşam ezanı okunacaktı. Çocuklar dağılmışlardı. Evlerde lambalar tek tük, yanmaya başlamıştı. Halil Ağa, sanki hiçbir şeyin farkında değildi. Bir yandan beden yorgunluğu, bir yandan kafa yorgunluğu, bu saatte onu uyuşturmuştu. Aslında, ne beden yorgunluğu, ne de kafa yorgunluğu, onu uyuşturan tek şey, Alaman cıgarasının üstüne sinir ve sıkıntı karışımlı yaktığı sert, ince kıyılmış tütün.
Ali şimdi uzaklardaydı. O tam bir İstanbulluydu. Köylü onu Cıvan Ali diye çağırırdı. Halil Ağanın Cıvan Ali’si... Küçüklüğünde köyün en sevimli ve en zeki çocuğuydu. Belki bu yüzden köylü ona Cıvan Ali diyordu. Hatta, babası her akşam üstü hayvanları teker teker damdan çıkarıp, haremde sulamasın diye Karaçaylık’tan gargı kesip, eve getirmiş ve gargıları birbirine ekleyerek, haremdeki çeşmeden damın öbür uçuna kadar uzatmış, hayvanların önünden geçirmiş ve hayvanların bağlı bulundukları yerlerden geçen gargılara küçük delikler açmış, böylece babası hayvanları zahmetsizce sulamaya başlamış. Halil Ağa, bu işe şaşırmış...
-Bu kerata okumalı!.. Okutmalıyım onu!.. dediğini hatırladı şimdi!.. Sonra:
- Keşke okutmasaydım, dedi. Yine derin düşlere girdi.
Ali, İstanbul’a okumaya gitmişti. Mektebini bitirip doktor olacağı yıllarda, memlekette ihtilal olduğunu duydu; Cunta ihtilali. Papadopulos, hükümeti ele geçirmişti. Memlekette düzen birden alt üst oluvermişti. Ali artık geleceğine kaygıyla bakıyordu. O güzel düşünceleri, birden hayalden öte, mistik bir atmosfer içine gömülüvermişti. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık... Ali ne yapmalıydı, şimdi?..
-İyi, be kızanım, doktor olacağım dedin, oldun. Bizim burada kimsesiz kalacağımızı hiç düşünmedin mi?.. Başımıza bir hal gelse ananla ben ne halt ederiz yalnız başımıza.
Halil Ağa, bu düşüncelerle iyice boğuldu, gözleri doldu, boğazı düğümlendi. “Cıvan Ali’m” diyecek oldu, diyemedi. Ağlasa, biraz rahatlayacaktı. Ama, yakıştıramadı kendine.
Ali Cunta ihtilali ile kendine, yeni bir yaşam kurma telaşındaydı. Artık, köyünde doktor olma hevesi suya düşmüştü. Memlekete gelirse Cunta önce onu askere alacak, sonra da, diplomalı doktor olarak tütün tarlasında anaların çatlak, katranlı ellerine tuz basacağını düşünüyordu. O yara deşmek için doktor olmadığını çok iyi biliyordu ve kararı Türkiye’ye sığınmaktı. Dediğini de yaptı. İstanbul’a yerleşti. O şimdi, köyünden göç etmiş bir İstanbullu cerrah.
İhtilal fazla sürmedi. Ancak Ali’nin kafa kağıdına kırmızı damganın vurulması da fazla sürmemişti. Ali’yi nüfustan silmişlerdi. Ali vatandaşlıktan silinmiş, Yunanistan’a girişi yasaklanmıştı.
Halil Ağa, iyice kahroldu. Ali’sini nüfustan silmelerini dün gibi hatırlıyordu. Andon Çavuşun, iki jandarma eri ile kara haberi ona nasıl ilettiği ve Hatçe Ananın dinmeyen gözyaşları birden gözünden geçti ve az önce dolan gözlerinden iki damla yaş aktı. Halil Ağa yetmiş beşinde ağladı.
-Tam yirmi beş sene oluyor gelmeyeli, dedi ağlamaklı sesiyle. Hangi yürek bu acıya dayanır, söyle bana Allah’ım.
Halil Ağa, yerden göğe kadar haklı. Doğru, hangi yürek evlat acısına dayanabilir ki!.. Ama, Halil Ağa niye bu kadar duygulandı ki?.. İsterse yarın atlar otobüse, gider görür evladını. Bunu da düşünmedi değil hani, düşündü. Ancak:
-Yaşlandık artık, gözüm almıyor onca yolu, dedi kendi kendine.
Dizleri iyice tutulmuştu. Hava da çoktan kararmıştı. Akşam namazını kılmalıydı. Kalktı, yavaş yavaş damın kapısına yaklaştı ve son bir kez hayvanlara baktı. Hepsi, yatıyordu.
-Sabah ola, hayır ola, dedi ve damın bitişiğinde harem kapısına doğru yürüdü. İçeri girdi. Karısı, Hatçe Ana saçakta bekliyordu. Halil Ağayı görünce:
-Neredesin be adam, dedi. Bu kadar geç kalınır mı? Merak ettim, valla!.. İstanbul’dan kızan tam üç kere aradı, seni istedi. Sana iyi haberim var!.. Cıvan Ali buraya gelecek. Öbür hafta!..
Hatçe Ana sözünü bitirmedi, Halil Ağa:
-Sen hasta mısın ba karı, dedi. Senin söylediklerini kulağın duyuyor mu?..
-Ha valla, öyle dedi, vize midir nedir, onu almış, haftaya Cuma kızan, gelin, torunlar hepsi gelirlermiş. Ama, bana, sana söylemeyeceğime yemin ettirdi. O sana kendi söyleyecekmiş. Tamam mı? Telefon çalarsa, sen hiçbir şey duymadın!.. Söylersen çarpılırım bak!..
Halil Ağa, yetmiş beşinde hem ağladı, hem güldü. Belki de yetmiş beşinde en keyifli cigarayı sardı ve icti
Halil Ağa, yetmiş beşinde hem ağladı, hem güldü. Belki de yetmiş beşinde en keyifli cigarayı sardı ve icti
Azınlıkça
Sayı 29
Nisan 2007
Sayı 29
Nisan 2007
Kubbealtı
Hakan Mümin
Geçen sayımızda gençlerimizin üç dilli olması gerektiğini yazmıştım. Anadilimiz Türkçe’nin yanı sıra Yunanca’yı ve İngilizce’yi de çok iyi derecede bilmemiz gerektiğini vurgulamıştım. Ancak böyle “Avrupalı” olabiliriz. Aksi takdirde Avrupa’da yaşamamızın bir anlamı yok. Avrupai bir azınlık olmamızın gene hiç ama hiç anlamı kalmaz. Sıkıntılarımızı, sorunlarımızı hangi dille çözeceğiz? Türkçe mi? Bu güne kadar hep Türkçe çözmeye çalışmadık mı? Netice?.. Ortada… Dil öğrenmek ayıp değil, tam aksine karanlıktan aydınlığa götüren bir araçtır, dil; uygar olmaktır.
Gençlerimiz dil öğrenmenin yanı sıra teknolojiyi de en iyi şekilde yaşamlarına sokmalılar. Teknoloji derken herkesin aklına ilk bilgisayar gelir. Daha sonra cep telefonları vs. Eğitimdeki teknoloji tartışmasız bilgisayardır. Öğrenci bilgisayar kullanmasını okulda öğrenir. Bilgi depolama, tasnif etme, çoğaltma ve yeni bilgilere ulaşma yollarını öğrenerek yaşama veya bir üst öğrenime donanımlı olarak geçiş yapar. Bugün çağdaş-donanımlı okullarda öğrencilerin öğretmenlerden daha çok ve daha iyi bilgisayar kullandığını söyleyebiliriz. Ancak söz konusu tespitlerimiz bizim okullarımız için geçerli değil. Bizim çocuklarımız bilgisayarla internet kafelerde tanışıyorlar, bazı çocuklarımız da evlerinde; oyun oynayarak... Acı ama önemli bir gerçek bu. Günümüzde her şeyin bilgisayar ortamında yapıldığını bile bile, bizler hala öğrencilerimize bilgisayarın önemini gerektiği şekilde aşılayamadık. Okullarımızda başta bilgisayar ve internet olmak üzere tüm teknolojik araçlar korkmadan öğrencilere kullandırılmalıdır. Özellikle internet üzerinde durulmalı. İnternet deyince öğrencinin aklına “çet yapmak” değil bilgiye ulaşmak gelmelidir. Bunun üzerinde durulmalı, teknolojiyi doğru zamanda, doğru amaçlar için kullanmayı öğrencilerimize kavratmalıyız. Aksi takdirde öğrenci evde ya da internet kafelerde teknolojiyi öğrenirse, doğal olarak teknolojiyi olumsuz yönde kullanacaktır.
Tüm bunlardan sonra yine genç kardeşlerimize seslenmek istiyorum. Dil eğitiminin yanı sıra bilgisayar eğitimini de unutmayın. Teknolojiyi bir mucizeymiş gibi değil de, yaşantınızın bir parçasıymış gibi görmeye başlayın. Teknolojinin olumsuz yönü olabileceği kadar olumlu yönlerini de keşfedin. Bizler size güveniyoruz.
***
Bir yandan bu satırları yazıyorum, bir yandan da eski bir öykümü okuyorum. Uzun zamandır (Şafak dergisi kapanalı), yerel basında “edebiyat-sanat”la karşılaşmadım. Belki sizler de karşılaşmadınız. Yazı hayatımıza bir renk olur düşüncesiyle, bu öyküyü sizlerle bir kez daha paylaşmak istiyorum.
C I V A N A L İ
Günün yorgunluğunu akşam saatlerinde hissetti, o cılız vücudunda. Gün boyunca, omuzlarından aşağı beline kadar terlemesi, terin tekrar tekrar kuruması vücudunu kas katı yapmıştı, bu saatlerde. Bir sağa, bir sola döndü, ensesini kütürdetti. Sanki biraz rahatlamış gibiydi. Hemen bel kuşağından tabakasını çıkarıp bir içimlik tütün sardı ve olduğu yere çöktü. Saatlerce bu kadar keyifle tütün içmemişti. Dumanı içine çektikçe gözleri uzaklara dalıp gidiyordu, sanki buğulu bir pencereden bakıyordu şu önündeki üç beş seneye. Ne de olsa yaşı, yetmiş beş idi.
-Vay be!.. Ne zaman geçti bu yıllar?.. dedi kendi kendine.
İkinci Muharebe, Bulgar zamanı, Andartlık... Sonra Cunta hatırlayabildiklerindendi. Bunların yanında kim bilir daha nice kayda değer hatıralar vardı. Ancak o, daha çok Cunta’lı yılları kafasından atamıyordu. Cunta onun oğlunu alıp, götürmüştü. Nereye mi?.. Bu topraklardan çok uzaklara.
-Ah!.. Ali’m, kızanım... diye iç çekercesine, dudaklarının arasından mırıldandı. Öylece de kaldı. Neden sonra, fark etti; tütün iki parmağının arasında kül olmuş gitmişti. Yenisini istedi canı, ama sarmaya üşendi. Çocuklar yolda oynuyorlardı. Gözü onlara kaydı. Sanki içlerinden birisi Ali’ydi. Ali körebe oynuyordu. Ebe onu tutmaya çalışıyor, o kaçıyordu. Hafiften güler gibi oldu:
-Kızanlar!.. Mahallenin kızanları!.. Ne çabuk büyümüşler!.. diye geçirdi aklından. Sonra, çamurla oynayan bu çocuklara tekrar, iyice baktı. Hiç birini tanıyamadı. Bu işe canı sıkıldı ve kuşağına sarıldı, tütün tabakasını yokladı. Tam o sırada bir ses:
-Selamünaleyküm Halil Ağa, dedi.
Birden ürktü, toparlandı ve yanına yaklaşana döndü. Bu Hüseyin’in sesiydi.
-Aleykümselam, dedi ve tekrar belinde sarılı tabakaya gitti eli. Bunu gören Hüseyin hemen cebinden paketi çıkarıp, Halil Ağa’ya bir sigara uzattı:
-Yak bir Alaman cigarası dedi. Bıkmadın mı bu mereti içmeye.
Hüseyin’i kıramadı ve uzattığı sigarayı aldı. Art arda bir iki nefes çekti. Sigara kandırmadı onu.
-Aba, bu Alaman cıgarası da hiç sert değilmiş hani, dedi Hüseyin’e.
-Ne bileyim ba Halil Ağa, dedi Hüseyin. Sözde bu cıgara, Alamanların en iyi cıgarasıymış. Valla, ne yalan söyleyeyim, bizim Alamancı komşu dedi.
-Hadi ba sende ordan, bizim cıgaralar gibi cıgara var mı? Seni aldatmışlar!..
Hüseyin bir şey söylemedi. Halil Ağanın dediğine katılıyordu. Trakya’nın tütünü gibi tütün var mı acaba, diye geçirdi aklından. Sonra:
-Doğrudur Halil Ağa, dedi. Bizim tütün gibi tütün başka bir yerde yoktur.
İkisinin arasında bir sessizlik çöküverdi birden. Kim bilir neler düşünüyorlardı... Hüseyin belki de tütüncülüğü aklından geçiriyordu. Zor bir işti, ancak tarla toprak işinde en çok para da bundaydı. Sonra, elinde başka zanaatta yoktu. Tütün onun ekmeğiydi. Halil Ağa ise ne düşünebilirdi ki?.. Birden:
-Bu kızanlar kimin yahu, dedi Hüseyin’e. Hüseyin oynayan çocuklara şöyle bir baktı ve sıraladı:
-Te bu beri taraftaki Deli Ağaların Ekrem’in, alt taraftaki Sarı Çobanların, onların önündeki Tulumbacı Osman’ın küçük çöcüğünün, o en kocamanı gene Talikacı Amed’lerin Almanya’daki Ridvan’ının.
Halil Ağa hem dinliyordu, hem de Hüseyin’in saydığı isimleri tek tek aklından geçiriyordu; Deli Ağaların Ekrem’i, Sarı Çobanların Nazmi’si, Tulumbacıların İsmail’i ve Almanyalı Ridvan... Hepsi Halil Ağanın Ali’sinin akranlarıydı, arkadaşlarıydı. Ve hepsi çoluk çocuk sahibiydi. Ya Ali?.. Zavallı Halil Ağa boğazı kilitlenir gibi oldu, gözleri doldu, ama Hüseyin’in yanında ağlayamadı. Hüseyin durumu anladı ve Halil Ağanın bu dertli düşüncelerini dağıtmaya çalıştı:
-Bakıyorum da, kışa hazırlık tamam, dedi. İneklerin salmasını, yoncasını dama atmışsın. Bu yaşta, bu kadar ineği ne tutarsın be Halil Ağa?.. Sat gitsin, bırak bir iki hayvan, bak keyfine... Daha sözünü bitirmedi, Halil Ağa atılıverdi:
-Sen anlamazsın, dedi. Bu hayvanları ben laf olsun diye beslemiyorum. Danaların parasını İstanbul’a Ali’ye yolluyorum. Benim de orada gelinim var, torunlarım var. Onlar için tutuyorum bu hayvanları. Ali buraya gelemiyor, olsun ben gittiğimde onlara beş on kuruş para götürüyorum. Fena mı?.. Hayvanlar olmazsa para nerede?.. Ondan siz gençler anlamazsınız!.. Ne olacak, kıtlık görmediniz ki? Bulgar zamanında, kaçamak tepsisini haremin kenarına gömerdik biz, Bulgar almasın diye. Ya!..
Hüseyin belli ki, Halil Ağanın yarasını deşmişti. Pişman oldu söylediklerine. Halil Ağa hayvanlardan başladı, Ali’sine gitti, oradan Bulgar zamanına... Oysa onu bu kadar duygulandırmaya hiç niyeti yoktu. Bu yüzden, dizlerinin üzerine kalktı ve:
-Hadi Halil Ağa, bana eyvallah, dedi. Gideyim kahvede biraz “atanaş” oynayayım da belki bugün şans yüzüme güler. Akşam çok kaybettim. Sen de git biraz dinlen yorgunsun bak...
Halil Ağa Hüseyin’in birden kalkıp gidişine anlam veremedi. Ama sesini de çıkarmadı. Öylece Hüseyin’in arkasından baktı. Ve sonra kendi kendine mırıldandı:
-Ah, siz gençler bizim meseleleri hiç anlamazsınız zaten. Laflarım işine yaramadı aldın başını gittin. Bizim Ali de beni dinlemedi, aldı başını gitti... Ne oldu?..
Hüseyin köşeyi döndü. Kayboldu. Halil Ağa hala dizlerinin üstünde... “Ne oldu?..” sorusuna cevap arıyordu. Birden canı sıkıldı. Gene beline sarıldı. Tütün tabakasını yakaladı. Açtı, sert bir cıgara sardı. Tüttürmeye başladı. Hava da, yavaş yavaş kararıyordu. Neredeyse akşam ezanı okunacaktı. Çocuklar dağılmışlardı. Evlerde lambalar tek tük, yanmaya başlamıştı. Halil Ağa, sanki hiçbir şeyin farkında değildi. Bir yandan beden yorgunluğu, bir yandan kafa yorgunluğu, bu saatte onu uyuşturmuştu. Aslında, ne beden yorgunluğu, ne de kafa yorgunluğu, onu uyuşturan tek şey, Alaman cıgarasının üstüne sinir ve sıkıntı karışımlı yaktığı sert, ince kıyılmış tütün.
Ali şimdi uzaklardaydı. O tam bir İstanbulluydu. Köylü onu Cıvan Ali diye çağırırdı. Halil Ağanın Cıvan Ali’si... Küçüklüğünde köyün en sevimli ve en zeki çocuğuydu. Belki bu yüzden köylü ona Cıvan Ali diyordu. Hatta, babası her akşam üstü hayvanları teker teker damdan çıkarıp, haremde sulamasın diye Karaçaylık’tan gargı kesip, eve getirmiş ve gargıları birbirine ekleyerek, haremdeki çeşmeden damın öbür uçuna kadar uzatmış, hayvanların önünden geçirmiş ve hayvanların bağlı bulundukları yerlerden geçen gargılara küçük delikler açmış, böylece babası hayvanları zahmetsizce sulamaya başlamış. Halil Ağa, bu işe şaşırmış...
-Bu kerata okumalı!.. Okutmalıyım onu!.. dediğini hatırladı şimdi!.. Sonra:
- Keşke okutmasaydım, dedi. Yine derin düşlere girdi.
Ali, İstanbul’a okumaya gitmişti. Mektebini bitirip doktor olacağı yıllarda, memlekette ihtilal olduğunu duydu; Cunta ihtilali. Papadopulos, hükümeti ele geçirmişti. Memlekette düzen birden alt üst oluvermişti. Ali artık geleceğine kaygıyla bakıyordu. O güzel düşünceleri, birden hayalden öte, mistik bir atmosfer içine gömülüvermişti. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık... Ali ne yapmalıydı, şimdi?..
-İyi, be kızanım, doktor olacağım dedin, oldun. Bizim burada kimsesiz kalacağımızı hiç düşünmedin mi?.. Başımıza bir hal gelse ananla ben ne halt ederiz yalnız başımıza.
Halil Ağa, bu düşüncelerle iyice boğuldu, gözleri doldu, boğazı düğümlendi. “Cıvan Ali’m” diyecek oldu, diyemedi. Ağlasa, biraz rahatlayacaktı. Ama, yakıştıramadı kendine.
Ali Cunta ihtilali ile kendine, yeni bir yaşam kurma telaşındaydı. Artık, köyünde doktor olma hevesi suya düşmüştü. Memlekete gelirse Cunta önce onu askere alacak, sonra da, diplomalı doktor olarak tütün tarlasında anaların çatlak, katranlı ellerine tuz basacağını düşünüyordu. O yara deşmek için doktor olmadığını çok iyi biliyordu ve kararı Türkiye’ye sığınmaktı. Dediğini de yaptı. İstanbul’a yerleşti. O şimdi, köyünden göç etmiş bir İstanbullu cerrah.
İhtilal fazla sürmedi. Ancak Ali’nin kafa kağıdına kırmızı damganın vurulması da fazla sürmemişti. Ali’yi nüfustan silmişlerdi. Ali vatandaşlıktan silinmiş, Yunanistan’a girişi yasaklanmıştı.
Halil Ağa, iyice kahroldu. Ali’sini nüfustan silmelerini dün gibi hatırlıyordu. Andon Çavuşun, iki jandarma eri ile kara haberi ona nasıl ilettiği ve Hatçe Ananın dinmeyen gözyaşları birden gözünden geçti ve az önce dolan gözlerinden iki damla yaş aktı. Halil Ağa yetmiş beşinde ağladı.
-Tam yirmi beş sene oluyor gelmeyeli, dedi ağlamaklı sesiyle. Hangi yürek bu acıya dayanır, söyle bana Allah’ım.
Halil Ağa, yerden göğe kadar haklı. Doğru, hangi yürek evlat acısına dayanabilir ki!.. Ama, Halil Ağa niye bu kadar duygulandı ki?.. İsterse yarın atlar otobüse, gider görür evladını. Bunu da düşünmedi değil hani, düşündü. Ancak:
-Yaşlandık artık, gözüm almıyor onca yolu, dedi kendi kendine.
Dizleri iyice tutulmuştu. Hava da çoktan kararmıştı. Akşam namazını kılmalıydı. Kalktı, yavaş yavaş damın kapısına yaklaştı ve son bir kez hayvanlara baktı. Hepsi, yatıyordu.
-Sabah ola, hayır ola, dedi ve damın bitişiğinde harem kapısına doğru yürüdü. İçeri girdi. Karısı, Hatçe Ana saçakta bekliyordu. Halil Ağayı görünce:
-Neredesin be adam, dedi. Bu kadar geç kalınır mı? Merak ettim, valla!.. İstanbul’dan kızan tam üç kere aradı, seni istedi. Sana iyi haberim var!.. Cıvan Ali buraya gelecek. Öbür hafta!..
Hatçe Ana sözünü bitirmedi, Halil Ağa:
-Sen hasta mısın ba karı, dedi. Senin söylediklerini kulağın duyuyor mu?..
-Ha valla, öyle dedi, vize midir nedir, onu almış, haftaya Cuma kızan, gelin, torunlar hepsi gelirlermiş. Ama, bana, sana söylemeyeceğime yemin ettirdi. O sana kendi söyleyecekmiş. Tamam mı? Telefon çalarsa, sen hiçbir şey duymadın!.. Söylersen çarpılırım bak!..
Halil Ağa, yetmiş beşinde hem ağladı, hem güldü. Belki de yetmiş beşinde en keyifli cigarayı sardı ve icti
Halil Ağa, yetmiş beşinde hem ağladı, hem güldü. Belki de yetmiş beşinde en keyifli cigarayı sardı ve icti
Azınlıkça
Sayı 29
Nisan 2007
0 yorum:
Yorum Gönder