Alkış beklerken siz eşekçesine

Azınlıkça
Kasım 2006
Sayı 24
MarkA Paşa

Alkış beklerken siz eşekçesine
Verir hakkınızı yûû çeker millet!

Yerel seçimler sonrası neticeleri inceleyen Marka Paşa, temin ettikleri siyasî desteği arkasına alarak Batı Trakya’da politika yapmak isteyen ve ne hazindir ki mağlubiyetle pek çabuk tanışan gerek Gümülcine gerek İskeçe civarı köylerde yaşayan eğitimli yaverlerine, eski dostu Cemil Topuzlu Efendinin kendisine gönderdiği mektuptan bir bölümünü ithaf eder.

Pek kıymetli Paşam hazretleri. Bahusus aradan dört yıl geçti. 5 Ağustos 1924 tarihinde, 150’likler listesine konulmamamdan istifade ederek, ihtiyarî menfâmdan İstanbul’a döndüm, vatanıma kavuştum. Lâkin asılmaktan da kurtuldum; vatan hâini olmadığım da anlaşıldı. Ama birkaç sene sonra ikinci bir mahkûmiyetle suçlandım. Bu defa “hukukî medenîyeden ıskât” edilmiştim. Mesele şuydu Paşam: İstanbul’a dönmüştüm. Hekimlik yaparak çoluk çocuğumu yetiştirmeye çalışıyordum. Bir gün Ankara’da teşkil edilen “Heyeti Mahsusa” adlı komisyon tarafından çağrıldım. Muhatabım olan reis, talebem doktor Emin Paşa, bana şu iki suâli sordu:
1) Damad Ferid kabinesine niçin girdiniz?
2) “İngiliz Muhibleri Cemiyeti”nin başkanlığını niçin yaptınız?
Birinci soruyu cevaplandırırken şöyle dedim. Mâlûm olduğu üzere, Mütârekeyi mütaakip İtilâf devletleri Osmanlı’nın büsbütün yok edilmesine olanca kuvvetiyle çalışıyordu. Ben o esnada bu devletlerin şehir işlerine aşırı derecede müdahele etmelerinden bıkmış, usanmış olduğumdan, Şehreminiliğinden istifa ederek bir köşeye çekilmiş istirahat ediyordum.
Bir sabah erkenden Dâhiliye Nâzırı Reşit Bey, Pangaltı’da kira ile oturduğum evime geldi, ve şunları söyledi: “Paşa, ahvâl çok vahimdir. Şu müşkül ve gâileli zamanda Sâlip Paşa kabinesi düştüğü hâlde yeni bir kabine kurulamıyor. Birkaç günden beri memleket tamamiyle hükûmetsiz kaldı. Gerek Padişah, gerek Ferid Paşa seninle kabineye girmekliğimizi istiyor ve ısrar ediyorlar.” dedi.
Kendisine siyâsetle uğraşmayı sevmediğim için bu âna kadar siyasî meslekte dahi bulunmadığımı ve ikinci Şehreminliğimin sıralarında Ferid Paşa’nın bana defaatle istediğim Nezâretle birlikte âyân âzâlığını teklif eylediği hâlde kabul etmediğimi, hatta dün bir vasıta ile Sultan Vahdettin’den gelen ısrarlı teklife dahi red cevabı verdiğimi söyledim. Binâenaleyh, bâhusus şu sıralarda Vükela Meclisi’ne girmek ihtimalim yoktur, dedim.
Reşit Bey yine söze başladı: “Paşa, yine tekrar ediyorum mevsuk bir yerden öğrendiğime göre itilaf devletleri Anadolu harekâtının İstanbul Hükümetin’ce tanınmaması teklifini hâvi ve ültimatom mâhiyetinde bir nota vermişler. Bâb-ı Âlî işi geciktirmek istemişse de, devletler “evet” veya “hayır”dan ibaret kat’i bir cevabın hemen verilmesinde ısrar etmişler. Şu anda müşkül ve tehlikeli, iki şıkkı da endişe veren bir vaziyette bulunuyor. Kabine kurulmazsa, hükûmet teşekkülü büsbütün elimizden gidecek. Böyle bir zamanda memleket ve vatan için çalışılmazsa, ne vakit çalışılır. Hiç olmazsa İstanbul’u kurtarmak maksadıyla kabineye girelim. Düşmanın Anadolu’nun içerlerine doğru yürümemesi için de bir çare arayalım ve bu sûretle de İtilaf devletlerini oyalayıp vakit kazanalım.” dedi.
Ahmet Reşit Bey sözünü bitirince kendisine Ferid Paşa’yı pek iyi tanımadığımı, mağrur, gösterişsever, kısa görüşlü, daha doğrusu yarımakıllı bir adama benzediğini ve böyle bir adamın riyâseti altında nasıl çalışabileceğimiz sordum. Bana “Evet, bugün Hünkâr ve İngiltere hükümeti nezdinde her nasılsa itimat kazanmış olan Ferid Paşa’ya tamâmile güvenilemez. Fakat şimdi kurmak istediğimiz kabinede ekseriyet bizde olacak. Sadrazamı murâkebe etmek ve onun muzır gördüğümüz fikirlerinin önüne geçmek her dâim elimizdedir. Bundan dolayı endişe etme…” diye ısrarı ve çok acıklı sözleri üzerine, çarnâçar teklifi kabul ettim ve Nâfiâ Nazırlığı’na tayin edildim.
Girdiğimiz kabine zâhiren Kuvâyi Milliye’ye karşı cephe almak gibi bir suçla itham olunabilirdi. Fakat gerek ben, gerek arkadaşım Reşit Bey, İtilaf devletlerini oyalamak ve düşman ordusunun Anadolu’ya yapacağı taarruzun az çok önüne geçmek ve bâhusus İstanbul’a tamamiyle el konulmaktan kurtarmak maksadiyle bu kabinede yer almıştık. Her ikimizin ne nâzır olmak gibi bir emelimiz, ne de bir sandalye kapmak hırsımız vardı. Fikrimiz ancak İstanbul’un, bu bahane ile yerleşmek isteyen İngilizlerin elinde Mısır, Kıbrıs gibi ebedî olarak kalmamasına çalışmaktı.
Kabine kurulduktan kısa bir süre sonra Ferid Paşa’nın İstanbul’da bulunmamasından istifade ederek, bâzı mühim icraatlarda bulunduk. Damad Ferid Paşa’nın Paris’e gitmesini fırsat bilerek, Kuvayi İnzibâtiyenin tahsisatını kestiğimizi, sonra bu teşekkülü itilaf devletlerinin muhalefetine rağmen büsbütün dağıttığımızı, General Cafer Tayyar Eğilmez’i gizlice İstanbul’a getirttiğimizi ve Mâliye Nezâreti tarafından kendisine tahsisat tedarik ettiğimizi dahi söyledim. O tarihte, yine ancak yüksek rütbeli bir subay olan General Muzaffer Beyi gizlice Anadolu’ya geçirterek, Mustafa Kemâl Paşa’ya bildirdiğimizi söyledim. Damad Ferid’in İstanbul’a gelmesini mütaakip onunla aramda çıkan ihtilafları, istifamın sebep ve sûretini, kabinenin düşmesinde oynadığım rolü büsbütün tafsilatıyla not ettirdim.
İkinci soruya da şu cevabı verdim:
Mütâreke esnasında ve Şehremini bulunduğum sıralarda “İngiliz Muhibleri Cemiyeti” adlı bir kurumun kurulduğunu biliyordum. Bir gün gazetelerde bu teşekkülün fahrî başkanlığına seçildiğimi okudum. Lâkin hiç kimse bana mürâcaat ederek, bu hususta muvafakatimi almış değildi. Aynı zamanda bu cemiyetin hiçbir toplantısına iştirak etmiş değildim. Lakin vaziyetin nezaketini göz önünde tutarak bu mevzuu kurcalamaktan da ihtiraz etmiştim.
Pek kıymetli Marka Paşam hazretleri, Heyet reisinin yanından bu cevaplarımdan sonra ayrıldım. Ertesi gün İstanbul’a dönmek üzere trene binerken, yakın dostum olan bir doktor arkadaşıma rastladım. Bana; “Kardeşim Cemil Paşa” dedi. “Dün Heyeti Mahsusa âzâsından bir akrabamla konuştum. Seni Nâfiâ Nâzırlığını kabul ettiğin için değil, fakat İngiliz Muhibleri Cemiyeti fahrî reisliği yüzünden mahkûm edeceklermiş! Hatta tecziyen hakkında yüksek bir mevki işgal eden bir hekim arkadaşın da icrâyı nüfuz ediyormuş.” ,
(Tıp fakültesinin reisi iken arzu eylediği bir vazifeyi elde edememesinden dolayı bana gücenmiş olan ve senelerce kin ve garazını saklayan meslek arkadaşımın burada adını belirtmek istemiyorum.) Bu sözlere şaşakalmıştım.
Hakikaten birkaç ay sonra, İstanbul Valiliği’nden bir tezkere aldım. Bunda medenî haklarımdan mahrum edildiğim yazılıydı. Lâkin mütaakiben neşredilen bir kanunla affedildim. Bu sûretle ikinci vartayı da atlattım.
Vâkıa zamanla hakikat ortaya çıkmadı değil.
Bu mektubumla size içimi dökerken, Garbi Trakya cephesinde öyle “İstanbul destekliyim” yok “hükümet destekliyim” diyerek mesleklerini terk edip siyasetle uğraşanlara da açizane tavsiyemdir ve mâkûs tâlihin başıma ördüğü çoraplardan edindiğim kanaat da şudur ki sevgili Marka Paşam hazretleri, inkılâba sahne olan memleketlerde hiçbir vatandaş, benim gibi mesleğini terk ederek siyâsetle uğraşmamalıdır..

Batı Trakya’da Müftülük
İki cambaz bir ipte oynamaz
Bir ipte bir sürü canbaz
Hilebaz, Madrabaz, Kumarbaz

İp niye kopmaz
Zampok eyin pi!
O.M. Arıburnu’ndan alıntıdır

0 yorum: