Azınlıklar, meşruiyet ve iktidar


Azınlıkça 41
Kasım 2008
Samim Akgönül

Avrupa gazetelerinde küçücük bir haber: 2002 yılında öldürülen Hollandalı ırkçı lider Pim Fortuyn’in şehri Rotterdam’ın yeni belediye başkanı Ahmed Aboutaleb, 47 yaşında ve Fas asıllı.
600 000 nüfusu var Roterdam’ın. 174 değişik ulustan insan yaşıyormuş şehirde. Ve yeni belediye başkanları ise Ahmed Aboutaleb.
Onun, Fas asıllı olmayan bir belediye başkanından daha iyi ya da kötü bir şekilde şehri yöneteceğini söylemek mümkün mü ? Daha doğrusu bu önemli şehri yönetmedeki başarı ya da başarısızlığını Fas asıllı olmasına bağlamak mümkün mü? Elbette değil. Herhangi bir azınlığa ait bireyin, en azından bir azınlığa dahil olduğu düşünülen bir bireyin, iktidarı elinde tutması, çoğunluk tarafından önce bir grubun iktidarı olarak görülmesi doğal. Ancak bireyin iktidarı toplumsal meşruiyeti kazandıkça, toplum başarı ya da başarısızlığı bireysel niteliklere yormaya başlar. İktidardaki kişi yavaş yavaş “birey” olma hakkını kazanır. Ancak bu hak sadece iktidardaki bireye tanınır. Diğer bir deyişle azınlığın, azınlık olarak bütünsel algılanması sona ermiş anlamına gelmez.

Meşruiyet, anahtar kelimedir. Azınlıklar yaşadıkları ülkelerde eğreti kabul edildikleri sürece varoluş meşruiyetlerini kazanamazlar. Çoğunluk hoşgörü söylemini, misafir söylemini kendisinin pozitif bir niteliği olarak sundukça bu meşruiyet kazanılamaz. Alman sosyolog Simmel’in de belirttiği gibi, varoluş meşruiyeti azınlığın çoğunluğa yaklaşmasıyla, yani artık bir “tehlike” olarak görülmemesiyle mümkün olabilir.

Barack Obama’nın ABD Başkanı seçilmesini devrim olarak nitelendirenler haklıdır. Ancak bu devrimin, birbirine geçişli, hem uzun süreli yapısal sebepleri hem de kısa vadede konjonktürel nedenleri mevcuttur. Bu seçimi hazırlayan yapısal ortam elbette üç yüz yıl süren ırkçı ve köleci Amerikan politikasının ardından 1960’lardan itibaren Amerika’nın (henüz bitmeyen) bir özür sürecine girmiş olması, bu sürecin sonucunda beyazlarla siyahların evlenebilmelerinin yolunun açılmış olması ve daha da önemlisi 1961’den itibaren uygulanan, affirmative action, yani pozitif ayırımcılık sonucunda Amerika Birleşik Devletleri’nde siyah bir elitin de oluşmasıdır. Obama bu pozitif ayırımcılıktan direkt olarak istifade etmemiştir, ancak dolaylı olarak bu sürecin ürünü olduğu da reddedilemez. Barack Obama, siyahların adayı olarak seçilmemiştir Beyaz Saray’a, ancak bütün Amerikalıların siyah başkanı olarak seçilmiştir. Varoluş meşruiyetini elit olarak kazanmış, ancak sınıf kavgasını henüz kazanamamış bir azınlığın üyesi olarak.

İşte burada konjonktürel bir bağlamdan söz etmek mümkündür. Amerika’nın siyah azınlığının elitleri, yavaş yavaş ABD’nin siyahlar tarafından yönetilebileceği fikrini kabul ettirebilmişlerdir çoğunluğa. Obama, Bush’a teşekkür borçludur. Dışarıda ırkçı bir söylem geliştiren Bush yönetimi, içeride, kısmen ırkçılık suçlamasını örtbas edebilmek için, siyah azınlığın elitine ait bireyleri iktidara getirmiştir. Böylece Colin Powell ve Condoleezza Rice gibi kişiler, Amerikan kamuoyunun gözünde siyahların da iktidarda olabileceği fikrini normalleştirmiş, banalize etmiştir. “24” gibi çok popüler bir televizyon dizisindeki, Colin Powell’dan esinlenen siyah başkan David Palmer tiplemesi, geniş kitlelerde siyah bir başkan fikrinin olasılığını bilinçaltlarına yerleştirmiştir. Amerika’da kendi içlerinde bölünmüş olan, ancak çoğunluk tarafından tek bir azınlık gibi algılanan siyahlar, elit meşruiyetlerini kazanmışlardır. Geriye sınıf uçurumunu kapatmak kalmıştır.

Benzer bir süreç Fransa’da da gözlemlenebilir. Fransa’da göçmen asıllılar henüz varoluş meşruiyeti savaşını kazanamamışlardır. Ancak, Nicolas Sarkozy’nin pozitif ayırımcılık söylemi çerçevesinde, bu gruplara ait oldukları düşünülen üç kadın hükümette önemli görevlere getirilmişlerdir (Fadela Amara, Rama Yade ve en önemlisi Adalet Bakanı Rachida Datti). Bu görünürlük, topluma azınlık bireylerinin de siyasî sorumluluk alabileceği mesajını vermiş, son yerel seçimlerde, elli kadarı Türkiye kökenli olmak üzere bine yakın göçmen asıllı belediye meclislerine seçilebilmişlerdir. Ancak bu elit meşruiyetinin henüz Fransa’da toplumsal meşruiyete dönüşmediğini görmek de kolaydır. Hâlâ göçmen asıllılar Fransız kimliği için bir tehlike olarak görülmekte, hâlâ önyargılar kamuoyunda geniş bir şekilde kullanılmakta, hâlâ göçmen asıllılar toplumun alt sınıflarında yer almakta, hâlâ göçmen karşıtı politikalar yürütülmektedir. Azınlık bireylerinin iktidara gelmesi, azınlıkların bir ülkede varoluşlarının “normal” olarak kabul edilmesiyle eşdeğer değildir. Bu çok daha zorlu ve uzun bir süreçtir. Maalesef azınlık bireyinin iktidarda olması, ait olduğu azınlığın sınıfsal eşitlik kavgasını kazandığı anlamına gelmez.

0 yorum: