Azınlıkça dergisi
Sayı: 36
Mart 2008
Samim Akgönül
«Kurumlar, doğaları gereği, toplumsal hayatın en uzun ömürlü özellikleridir” demiş Anthony Giddens[1]. Kurum konusunu ikiye ayırabiliriz. Bir taraftan toplum ve cemaatlerin varlığının ispatı olan ve bir gruba ait olma duygusunu pekiştiren toplumsal kurumlaşmalar ki bunların arasına bütün gerçek ve hayalî davranış sekillerini koyabiliriz. Kısaca « evlilik », « dinsel pratik » gibi toplumsal davranış normları başlı başına birer kurum oluştururlar.
Diğer taraftan, toplum ve cemaatlerin varlığının teminatı olan, çeşitli kurallar ve bireyler arasında işbölümü üzerine kurulmuş organizasyonlar, işleyişleri sayesinde toplumsal hayatı düzene sokan kurumlar olarak görülebilir. Bu bağlamda Devlet’in kendisi de bir kurum olarak kabul edilebileceği gibi, okullar, hastaneler, kültürel ve sanatsal kuruluşlar bu kurumlara örnek oluşturabilirler.
Bu yapısal ve davranışsal kurumlar devamlılıklarını garanti altına aldıkça ait oldukları grupların varlığını temsil ederler. Toplumlar da bahsedilen kurumları koruyarak, kurumların meşruiyetleri aracılığı ile hem felsefî hem de maddî varlıklarını sürdürürler.
Osmanlı sisteminden çıkan toplumlarda bu kurumların en önemlileri vakıflardır. Vakıflar hem maddî olarak grubun yapıtaşını oluştururlar hem de hayır, eğitim, sağlık, din gibi hizmetlerle grubun toplumsallaşmasını garanti altına alırlar. Bu durum Müslümanlar olduğu kadar Gayrimüslimler için de geçerlidir.
Elbette bu varlık, devamlılık ve meşruiyet konuları söz konusu azınlıklar olunca daha da hassas konular haline gelmekteler. İşte Türkiye’de ‘cemaat’ vakıflarına onyıllardır odaklanan politikalar, bu vakıfların güçlenmelerinin ya da en azından varlıklarının devamının önüne çıkarılan engeller, vakıf gayrimenkullerini değil kavram olarak vakıfların ait oldukları azınlıkları hedeflemektedirler. Kurumu olmayan, ya da tartışmalı olan, ya da en azından zayıf olan azınlığın fizikî ve manevî varlığını da yavaş yavaş yitireceği düşünülmüş olmalıdır.
1936, 1974, 1988 gibi Türkiye’deki vakıflar için kırılma noktası niteliğindeki tarihlerin üzerinde durmak yersiz. Kabaca 1936’daki ‘masumane’ beyanname isteği 1970’ler boyunca tam bir silaha dönüşmüş, 1988 sonrasında « Davos ruhu » çerçevesinde beslenen ümitler çabuk suya düşmüştür. 1970’lerin başında azınlık vakıfları üzerine yapılan bir çalışma[2] otuz beş yıldır süregelen ayırımcı siyasetlerin hangi dünya görüşü çerçevesinde yürütüldüğü hakkında ipucu vermektedir.
Bu dünya görüşünde iki önemli noktaya parmak basmak faydalı olabilir. Bu noktalar yeni tartışmalı yasanın da hazırlanmasında önemli rol oynamışlardır[3].
Cemaat ?
Birincisi, iki Anayasal hükmün vatandaşlar arasında ayırımcılığı kesinlikle yasaklamış olmasına ragmen azınlık vakıflarının « cemaat vakıfları » ismi altında özel bir statüde ele alınmasıdır. Anayasanın 10. ve 66. maddesine göre :
MADDE 10. – Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
MADDE 66. – Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.
Bu bağlamda, azınlık vakıflarının, diğer Türk vatandaşlarına hizmet amacıyla kurulmuş olan ve işleyen düz vakıflarla aynı kategoride ele alınması doğal görünmektedir. Ancak çekmeceli ya da kompartımanlı millet sisteminin zihinsel ve hukukî kalıntılarının hem azınlıklarda, hem kamuoyunda hem de yöneticilerin dünya görüşlerinde hâlâ tapataze saglam olması, bu vakıfların özel bir statüde ele alınmasına kimsenin şaşırmamasına ve karşı çıkmamasına yol açmaktadır. Gerçekten de azınlıkların içinde de bu özel muamelenin şekli ve sonuçları sert biçimde eleştirilirken, özel muamelenin varlığı sorgulanmamaktadır. Binaenaleyh yeni kanun da ‘cemaat vakıfları’nı Madde 3 Fıkra 11’de şu seklilde tarif etmektedir :
“Cemaat vakfı: Vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince tüzel kişilik kazanmış, mensupları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Türkiye’deki gayrimüslim cemaatlere ait vakıfları”
Kısacası, Anayasasının ikinci maddesi ile “Laik” olduğu belirtilen devlet, vatandaşları arasında dinî aidiyetin değişik bir muamele gerektirdiğini hâlâ kabul etmekte ve meşrulaştırmaktadır. Azınlık psikolojisi çerçevesinde de bu değişik muamele azınlıklar tarafından varlıklarının teminatı kabul edildiğinden, bu kategoriye karşı çıkılmamaktadır.
İşin ilginç tarafı, sadece vakıflar söz konusu olduğunda bu “cemaat” terimi azınlıklar için kullanılmaktadır. Günümüz Türkçesinde, vakıflar konusu çerçevesinin dışında kullanıldığında terim islamî oluşumları betimlemekte, pejoratif bir şekilde tarikâtları işaret etmektedir. Ancak “Cemaat vakıfları” deyimi markalaşmış, paradoksal olarak sadece gayrimüslim vakıflarını betimler hale gelmiştir.
Mütekabiliyet ?
İkinci nokta elbette 2. Maddenin ikinci Fıkrasında yer alan, ve yazıya döküldüğü andan itibaren bir yandan sertleşip “ilke” mertebesine ulaşırken diğer yandan da her türlü yoruma ve haksız uygulamaya kapıyı açacak kadar yumuşayan “Mütekabiliyet” meselesi.
Azınlıkların ve genel anlamda vatandaşların devletle ilişkilerinde mütekabiliyet gibi bir kavramın var olamayacağı artık hepimizce bilinen bir olgu. Bu konuda son hazırladığımız kolektif kitaptan da anlaşılacağı gibi, mütekabiliyetin ne hukukî, ne insanî ne de toplumsal bir dayanağı mevcut[4]. Tek dayanak, kelimenin kötü anlamıyla siyasî.
Kısaca söylemek gerekirse Türkiye Cumhuriyeti, Yunanistan’daki Türk Müslüman vakıflar ile ilgili yaptırımları örnek göstererek, Türkiye’deki vakıflarla ilgili herhangi bir icraatta bulunamaz. Aynı Yunanistan’ın bulunamayacağı gibi, aynı okul kitapları, devlet hizmetleri gibi diğer konularda uygulanamayacağı gibi.
Kaldı ki Turkiye açısından mütekabiliyet ilkesinin önemli bir sorunu var : Türkiye’deki azınlıklar sadece Helenliğe bağlı görülen Rumlardan ibaret değil. Ermeni vakıfları, Süryani vakıfları (Süryanilerin de facto Lozan rejimi dışında bırakılmış olmaları başka bir konudur) ya da Yahudi vakıfları söz konusu olduğunda neresi ile mütekabiliyet aranacağı dev bir soru işareti. Bir süre sonra Yunanistan Batı Trakya’daki Müslüman Türk vakıflarına zarar vermeye karar verirse, bunun hıncını İstanbul’daki Ermeni vakfından çıkarmak dam üstünde saksağan deyiminin çok güzel bir kullanımına fırsat verebilir.
Yalnız bir konu akıldan çıkarılmamalıdır. Nasıl Batı Trakya’da ve İstanbul’da azınlıklar, azınlık kurumlarını, yani varlık teminatlarını korumak pahasına, vakıflarının özel bir statüde ele alınmasını içselleştirmiş ve kabul etmişlerse, aynı şekilde Yunanistan Türkleri’nde ve Türkiye Rumları’nda, mütekabiliyet konusu da, algılama bazında, içselleştirilmiştir. Bu durumda, bu içselleştirmenin bir adım ötesine geçimeli, iki azınlık da kendi çıkarları ve mutlulukları için, canını dişine takıp “mütekabil” azınlığın haklarını canla başla savunmalıdır. Böylece Türkiye’deki azınlık vakıflarının durumu iyileştikçe Batı Trakya’daki vakıflar faydalanacak, Batı Trakya’daki azınlık refaha ulaştıkça Türkiye’deki azınlıklar rahata ereceklerdir!
[1] Giddens, Anthony, The Constitution of Society: Outline of the Theory of Structuration,
[2] Güneri Hasan, “Azınlık Vakıflarının incelenmesi”, Vakıflar Dergisi, 10, 1973, pp. 79-109.
[3] 20 Şubat 2008 tarihinde
[4]
0 yorum:
Yorum Gönder